28 Aralık 2009

"Scent of a Woman" (1992)

Sinema dergisi Haziran ayında, en iyi 75 erkek oyuncu performansını seçmişti. De Niro'nun Travis Bickle performansının ikinci sırada kendine yer bulduğu bu listede, Pacino Dog Day Afternoon'daki (Köpekleri Günü, Sidney Lumet, 1975) performansıyla kendine ilk onda yer bulmuştu. Listeyi incelediğimizde Scent of a Woman'daki (Kadın Kokusu, Martin Brest, 1992) Yarbay Frank Slade performansının olmadığını görünce çok şaşırdım. İlk ve tek oskarını bu rolle alan Pacino benim için elbette çok büyük bir aktördü; fakat bu performansı biraz geç de olsa görünce, en beğendiğim aktör acaba Robert De Niro mu Al Pacino mu diye düşünmedim değil. Scent of a Woman; sadece bu efsanevi oyuncu performansını barındırmasıyla değil, diğer bütün sinematografik özellikleriyle de çok iyi bir film. Benim gibi bugüne kadar hala görmemiş olanlar varsa mutlaka izlesinler derim. O tango sahnesi, o Şükran günü yemeğindeki şerefsiz yeğen sahnesi, o Ferrari sürme sahnesi, intihar teşebbüsü sahnesi; klasik diye işte ben bunlara derim.

20 Aralık 2009

"The Return" (2003)

İşte muhteşem bir film daha. The Return'ün (Dönüş, Andrei Zvyagintsev, 2003) adını sıkça duymuştum. Tam bir festival filmi diye düşünüyordum. Zaten 500.000 dolarlık maliyetini Venedik'te Altın Aslan alarak daha gösterime çıkmadan amorti etmiş. Bu filmin yönetmeni Andrei Zvyagintsev için Rusların yeni Tarkovsky'si diyorlar. Normalde çok fazla Tarkovsky benim bünyeme iyi gelmez; ancak bu yeni Tarkovsky'nin tarzını çok beğendim. Çok fazla felsefik alt metin kullanmadan da insan denen yaratığın karmaşıklığı üzerine önemli şeyler söylemeyi başarabilmiş bu ilk filminde. Üstelik bunu çocuk oyuncularla başarabilmiş Zvyaginstev (Redingot bu kelime nasıl telafuz ediliyor?). Bu çocuk oyuncuların performanslarının çok çok iyi olduğunun altını çizmek istiyorum. Ayrıca bir gösterme sanatı olan sinemada, görüntü yönetimi açısından kusursuz bir iş çıkarmış. Tam bir eleştirmen, sanat filmi. Bu filmi beğenmeyen benden uzak, Hıncal Uluç'a yakın olsun.

14 Aralık 2009

"Stage Fright" (1950)

Mr. H'den film izlemeyeli bir iki sene dolduğunu farkettim ve yediden fazla puanı olan Stage Fright'ı (Sahne Korkusu, 1950, Alfred Hitchcock) izlemeye karar verdim. Hitchcock filmlerinin Türkçe adlandırılmasında garip durumlar yaşandığından bahsetmiştim, buraya tıklarsanız Hitchcock'un filmlerinin Türkçe adlarına ulaşabilirsiniz. Neyse ki Sahne Korkusu, Sahne Korkusu olarak çevrilmişti. Filmin adına bakınca, bu filmin bir tiyatroda geçen akıl almaz bir cinayet üzerine olduğunu düşünüyor insan. Gerçek öyle değil. Vasat çok Hitchcock filmi seyrettim, bu da onlardan biriydi. Bir kere Hitchcock'un İngiltere'de geçen filmlerinden ziyade Amerika'da geçenler beni daha etkiler; bu film için 10 sene önce ayrıldığı İngiltere'ye geri dönüyor Mr. H ve o bayan İngiliz mizah anlayışı etkisinde vasat bir film çekiyor. Bir iki etkileyici sahne dışında, genel olarak germeyen bir filmle karşılaştım. Hafıza sildirme olayının başlamasının iple çekiyorum. O zaman Rear Window, Psycho, Rope, North by Northwest, Vertigo, Notorious ve Spellbound'u yeniden seyredeceğim.
Not: Mr. H; Psycho'nun (Sapık, 1960) dvdsinde filmin senaristinin Alfred Hitchcock'tan bahsederken kullandığı kısaltmadır.

07 Aralık 2009

Gökhan Yıkılkan

Pek tivi izleme insanı değilimdir. İki üç sene tivisiz yaşadım da hiç eksikliğini hissetmedim. Bu sene Ligtv aboneleği sayesinde tekrar tivi izlemeye başladım. Spor programları dışında pek tivi izlemem. Bir kaç gündür beni yarım yarım yardıran bir program keşfettim. TRT'de yayınlanan Bir Zahmet adlı program beni çok güldürüyor. Para ödüllü kamera şakası formatında bir program. Program üzerinden çok tartışmalar da yürütülüyor. İnsanları rencide ettiği ileri sürülüyor bazıları tarafından. Buraya tıklarsanız, en çok tartışma yaratan skeci izleyebilirsiniz. Buraya da tıklarsanız tipik bir skeci izleyebilirsiniz. Benim değinmek isteğimi konu Gökhan Yıkılkan'ın ne kadar yetenekli bir oyuncu olduğu ve mizah duygusunun gelişmişliği. Kendisinin, bir kara komedide genel olarak da sinemada çok üst düzey işler yapma potansiyeline sahip olduğunu düşünüyorum. Yakın zamanda böyle bir projede görürsek kendisini, ben demiştim diyebilmek için bu yazıyı yazdım.

06 Aralık 2009

Üç filim birden

Üç adet çok şey beklediğim; fakat beklentilerimi karşılayamayan film izledim. Bunların üçünün de üst üste gelmesi tesadüf (Fethullahçılar tesadüf yerine tefaruk derler) oldu. Arşivime baktığımda; bir ara altı verdiğim, üst üste beş film izlediğimi görüyorum. Bunlar: A.R.O.G (Ali Taner Baltacı, Cem Yılmaz, 2008), Beyza'nın Kadınları (Mustafa Altıoklar, 2006), 2 Süper Film Birden (Murat Şeker, 2006), 50 First Dates (50 İlk Öpücük, Peter Segar, 2004), The Last House on the Left (Soldaki Son Ev, Wes Craven, 1972), bööğğh! Ne sancılı bir dönem olmuştur hayatımda. Şimdi olduğu gibi, çok şey bekleyip avucunu yalamak da çok sıkıcı oluyor.

Birinci filmim The Curious Case of Benjamin Button'du (Benjamin Button'un Tuhaf Hikayesi, David Fincher, 2008). Filmi izledikten sonra ağladığını söyleyen arkadaşım, filmin imdb Top 250'de bulunması, David Fincher'ın daha önce Brad Pitt'le son 15-20 yılın en iyi filmlerinden ikisini çekmiş olması, 2006 tarihli süper film Babel'de (Babil, Alejandro Gonzalez Inarritu, 2006) Brad Pitt ve Cate Blanchett'in çok iyi olan uyumu ve kopartılan bir sürü yaygara filmi izleme isteğimi çıktığı günden bu yana körükledi. Hatırlatıyorum bu üç film benim yedi verdiğim filmler, yani çok kötü değiller. Bu kadar gürültü patırtıya rağmen Benjamin Button'un çiğ gaz çıkması beni bir hayli hüzünlendirdi. Aslında çok çok özgün bir hikayesi vardı filmin; ama bu filmden asla tarihe damga vuracak kadar sarsıcı bir film olamazdı. Olsa olsa etkileyici bir dram olabilirdi. O dramı da verecek olan çocukluk ve yaşlılık süreçleriydi. Çocukluk döneminin fazla işlendiğini, yaşlılık döneminin ise çok hızlı işlendiğini gördük. Filmin en büyük dezavantajı da buydu bence. Pitt ile Blanchett'in de uyum sorunu çektiklerini gözlemledim.

Shane Meadows'un This is England (Burası İngiltere, 2007) adlı filmini izleyip de çok beğenince, bundan sonra her filmini takip edeceğim demiştim. Edeceğim de. Meadows'la ilgili araştırma yaparken her yerde karşıma Dead Man's Shoes (Gelen Gideni Aratır!!!???, 2004) çıktı. Bir kere adı sanki Requiem for a Dream gibi sarsıcı bir filmmiş gibi geliyor. Yorumlar da öyleydi. 18 yaş sınırı getirildiğini de öğrendim mi kimse beni tutamazdı artık. İzledim ve yine hayal kırıklığına uğradım. This is England'ın çok gerisinde bir filmmiş. Bir intikam hikayesi olarak ilgi çekici bulmadım. Harry Warden'dan (Sevgililer Günü Katliamı) da esinlenme mi vardır nedir? Meayit?

Bu Milk de (Milk, Gus Van Sant, 2008) çiğ gaz filmlerden biri çıktı. Bir tek Sean Penn'in oskarlık performasını görülmeye değer buluyorum. Zaten bu biyografi filmleriyle ezelden beridir sorunum var. Hele bir de eşcinsellik gibi benim fazla özgürlükçü olmadığım bir konu temalı film olunca bitse de gits...Ğğğğaaaa pişşşşşş, ğğğğaaa pişşşşşş!

30 Kasım 2009

Son 15 yılın en iyi filmleri

Kuruluşunun 15. yıldönümünü kutlayan Sinema dergisi, hayatı boyunca çekilen en iyi 15 filmini okuyucularına seçtirmişti. Ankete ben de katılmıştım ve listem yukarıdaki gibiydi. Nihayet özel bir sayıyla sonuçları duyurdular. Tam liste için buraya tıklayabilirsiniz. Şimdi listeye bir göz atalım:
1- Fight Club (Dövüş Kulübü, David Fincher, 1999).
2- The Shawshank Redemption (Esaretin Bedeli, Frank Darabont, 1994).
3- The Matrix (Matrix, Andry Wachowski, Larry Wachowski, 1999).
4- The Lord of the Rings: The Return of the King (Kralın Dönüşü, Peter Jackson, 2003).
5- Pulp Fiction (Ucuz Roman, Quentin Tarantino, 1994).
6- The Dark Knight (Kara Şovalye, Christopher Nolan, 2008).
7- The Lord of the Rings: The The Fellowship of the Ring (Yüzük Kardeşliği, Peter Jackson, 2001).
8- Bravehearth (Cesur Yürek, Mel Gibson, 1995).
9- Se7en (Yedi, David Fincher, 1995).
10- Forrest Gump (Robert Zemeckis, 1994).
11- The Usual Suspects (Olağan Şüpheliler, Bryan Singer, 1995).
12- Titanic (Titanik, James Cameron, 1997).
13- Gladiator (Gladyatör, Ridley Scott, 2000).
14- Oldboy (İhtiyar Delikanlı, Park Chan-wook, 2003).
15- Leon (Sevginin Gücü, Luc Besson, 1994).

15te altı tutturmuşum. Liste beni tatmin etmedi. Bu liste ortalama bir sinema seyircisi listesidir. Bayanların da oy verdiğini unutmayalım. Aşağı yukarı böyle bir liste bekliyordum. Beni en çok Kill Bill vol:1'ın ilk ona girememesi şaşırttı (taaa 33. sırada) Babam ve Oğlum'un ise listeye girmesi hiç şaşırtmadı. Bir de eleştirmenlerin en iyi 15 film listesi var:

1- Pulp Fiction (Ucuz Roman, Quentin Tarantino, 1994).
2- In the Mood for Love (Aşk Zamanı, Kar Wai Wong, 2000).
3- Fight Club (Dövüş Kulübü, David Fincher, 1999).
4- Mulholland Dr. (Mulholland Çıkmazı, David Lynch, 2001).
5- Eyes Wide Shut (Gözü Tamamen Kapalı, Stanley Kubrick, 1999).
6- The Matrix (Matrix, Andry Wachowski, Larry Wachowski, 1999).
7- Trois couleurs: Rouge (Üç Renk: Kırmızı, Krzysztof Kieslowski, 1994).
8- Lost Highway (Kayıp Otoban, David Lynch, 1997).
9- Se7en (Yedi, David Fincher, 1995).
10- Eternal Sunshine of the Spotless Mind (Sil Baştan, Michel Gondry, 2004).
11- Fargo (Joel Coen, 1996).
12- Lola rennt (Koş Lola Koş, Tom Tykwer, 1998).
13- Funny Games (Ölümcül Oyunlar, Michael Haneke, 1997).
14- Spirited Away (Ruhların Kaçışı, Hayao Miyazaki, 2001).
15- Donnie Darko (Karanlık Yolculuk, Richard Kelly, 2001).

Bu sefer 15te beş tutmuş ama kendimi bu listeye daha yakın hissediyorum. Donnie Darko dışındakilere imzamı atarım; bir de üç renkten ben en çok maviyi severim. David Lynch karabasanlarının listeye girmesi çok hoşuma gitti.

22 Kasım 2009

John McClane'nin battaniyesi

Aslında bu yazının başlığı John McClane'nin atleti olacaktı; çünkü her Zor Ölüm filminin sonlarına doğru McClane'nin atletinin tarumar olduğunu ve bunun bir Zor Ölüm filmi için alamet-i farika (klişe eleştirmen kelimeleri) teşkil ettiğini zannediyordum. Filmlerden resimler ararken bu atletin her filmde ortaya çıkmadığını; fakat battaniyenin her filmin sonunda McClane'nin üstüne örtüldüğünü farkettim. Yeni alamet-i farika battaniye oldu. Dördüncü filmde battaniye yok; zaten dördüncü film, doğruyu söylemek gerekirse, kimsenin aklında da yoktu, dolayısıyla battaniyeyi bir Zor Ölüm alamet-i farikası sayabiliriz. Bu klişe eleştirmen kelimelerinden biri de halet-i ruhiyedir. Bu Zor Ölüm filmlerini izlerken halet-i ruhiyeniz çok fluctuate eder, yani yerinde duramaz. Ortalama iki saat süren Zor Ölüm filmlerinin son yarım saatleri tadından yenmez. McClane otobüslerle, helikopterle, azman Almanlarla boğuşur; traktörlere tekme atarak havada uçak falan patlatır. Ondan daha inanılmaz bir tek kişilik ordu zor bulursunuz. Mizahı da çok sempatiktir. Hala seyretmeyenler var mıdır acaba?



16 Kasım 2009

"The Polar Express" (2004)

Bazılarının hala çocuk filmi olarak değerlendirdiği animasyon türü, bugün milyonlarca dolarlık bir pazara sahiptir ve azımsanmayacak kadar çok yetişkin hayranı vardır bu türün. IMDB Top 250 listesinde bir çok animasyon film görebilirsiniz. Ben de bu türün sıkı bir takipçisi olarak, kalburüstü yapımların vizyona girmesini dört gözle bekleyenlerdenim. Geçenlerde izlediğim The Polar Express (Kutup Ekspresi, Robert Zemeckis, 2004) çok iyi çıkınca, bunca zamandır neden izlemedim diye kendime hayıflandım. Performans yakalama yöntemiyle çekilmiş bir filmdi The Polar Express. Yani yarı animasyon yarı gerçek bir film. Animasyonlarda -Miyazaki filmleri hariç- tempo çok önemlidir, The Polar Express de aman vermeyen temposuyla başarılı bir animasyondan beklenebilecek her şeye sahip. Yönetmenin aynı yöntemle çektiği ve bu ay gösterime girecek olan A Christmas Carol (Bir Noel Şarkısı) adlı filmini de merakla bekliyorum. Bu vesileyle en sevdiğim on animasyon filmi paylaşmak istiyorum.

1- Ratatouille (Ratatuy, Brad Bird, 2007).
2- The Incredibles (İnanılmaz Aile, Brad Bird, 2005).
3- Toy Story (Oyuncak Hikayesi, John Lasseter, 1995).
4- Finding Nemo (Kayıp Balık Nemo, Andrew Stanton, Lee Unkric, 2003).
5- Shrek 1 ve 2 (Andrew Adamson, Vicky Jenson, 2001-2004).
6- The Polar Express (Kutup Ekspresi, Robert Zemeckis, 2004).
7- Spirited Away (Ruhların Kaçışı, Hayao Miyazaki, 2001).
8- Toy Story 2 (Oyuncak Hikayesi 2, Ash Brannon, John Lasseter,Lee Unkric, 1999).
9- Bee Movie (Arı Filmi, Steve Hickner, Simon J. Smith, 2007).
10- Monster, Inc. (Sevimli Canavarlar, Marc Forster, 2001).

15 Kasım 2009

Hoş bir süprüz

Yazılarımda üç dört kez Michael Bay'e giydirdiğimi hatırlıyorum. Kendisi Halivudun en popüler yapımcılarından olup, teknik anlamda çok iyi ama hikaye ve sanatsal değer açısında çok zayıf filmler yapar. Eleştirmenlerin benim filmlerimi beğenmediklerini biliyorum ve bu soruna onları okumayarak çözüm buluyorum, gerçekten okumuyorum onları demiştir. Amcamın oğlu Haydarın tavsiyesi üzerine izlerken The Island'ı (Ada, Michael Bay, 2005) tedirgindim. Film ilerledikçe, tedirginliğimin gereksiz olduğunu anladım; çünkü bu sefer sanatsal değeri de olan bir filmle karşı karşıyaydım. Uydurmasyon bir hikayeden ziyade, çok çok da özgün olmamakla birlikte üzerinde kafa patlatıldığı belli olan, distopik bir senaryosu vardı filmin. Tatmin etti mi? Etti. Başyapıt mı? Hayır. Hıncal Uluç beğenmiş midir? Vallahi izlerken keyif almıştır. Filmde çok çok iyi bir araba takip sahnesinin var olduğunu da belirtmek istiyorum. Ewan McGregor ve Scarlett Johansson gibi süper yıldızların yanında, benim adamım Steve Buscemi de filme renk katıyor.

14 Kasım 2009

"Drag Me to Hell" (2009)

Yeni neslin daha çok, Örümcek Adam'ların yönetmeni olarak tanıdığı Sam Raimi aslında kafasında manyak fikirler dolaşan iyi bir korku filmi yönetmenidir. Kariyerinin ilk yıllarını kötü şöhretli korku filmleri süsler. Evil Dead üçlemesinin de yönetmeni Sam Raimi'dir. Alışılmışın dışında, absürd ama oldukça korkutucu olabilen bir üçlemedir Evil Dead üçlemesi. 1998 tarihli çok bilinmeyen ama benim çok beğendiğim A Simple Plan'i (Basit Bir Plan) izlerseniz, Coen Kardeşlerle olan dostluğunun bu filme olan yansımasını da görebilirsiniz. 2000li yıllarda Örümcek Adam (dördüncüsü yolda) filmleriyle, yedi sülalesini garanti altına alan Raimi, eski günlerine özlem duymuş olmalı ki bu korku filmini çevirmiş. Bir bankada çalışan Amerikan orta sınınfına ait Chiristine, işinde yükselmek için Çingene bir kadını evinden atmaktan çekinmiyor ve o kadının kendisine ilettiği lanet (şu kelimenin yazılışını bir türlü öğrenemedim: nalet değil lanet lanet lanet lanet...) film boyunca peşinden gelir. Drag Me to Hell'in (Kara Büyü, 2009) ilginç yanı, korku filmi klişelerine bu kadar yoğun başvurup, çok da özgün olmayan bir hikayeyle, bu kadar başarılı olması. Özgün olan neydi Drag Me to Hell'de? Kapı gıcırtısı, kedi miyavlaması, cam kırıkları, mezar kazma sahnesi, hatta otoparkta gece saldırıya uğrama sahnesi bile daha önce milyarlarca kez korku filmlerinde kullanılmıştı. Sanırım bunun sırrı: filmin başlarında yaratılan çok başarılı atmosferle, seyirciyi özdeşleşme yapmaya sorunsuz yönlendirmesiydi. Zaten kurgusal olan bir eserin (sinema, tiyatro, roman vs) başarılı olması veya başka bir söylemle satması seyircide özdeşleme olayını yakalamaktan geçmektedir. Belli belirsiz gerçekleşen bu kimlik transferi sonunda; çok iyi film olmuş abi, manyak bir roman, nefesimi tuttum, ay ben aşk filmlerini çok severiiim gibi cümleler duyarsınız. Sam Raimi de başarılı bir yapımcı olması sayesinde bu kimlik transferini iyi yapanlardan.

02 Kasım 2009

"The Italian Job"daki (1969) Mini Cooperlar



Bu blogda birkaç kere, Mini Cooper marka arabalar kendilerinden bahsettirdiler. Karanlıktakiler (Çağan Irmak, 2009) filminde, beni tebessüm ettiren tek karenin, bir Mini Cooperın göründüğü kare olduğunu belirtmiştim. Aslında iki tane The Italian Job (İtalyan İşi) adlı film var. 2003 yılındaki yeniden çevrimi F. Gary Gray'in (?) yönetmişti ve Charlize Theron, Edward Norton, Mark Wahlberg gibi yıldız oyuncularla sevimli bir soygun komedisi olmayı başarmıştı. 1969 tarihli orijinal film (Peter Collinson, 1969) de sevimli bir komedi olmayı başarıyor. Bu iki filmin benim için önemi, uzun birer Mini Cooper reklamıymış gibi değerlendirilebilecek olmalarıdır. Her iki filmde de Mini Cooperlar, yaklakış yarım saat arz-ı endam ederler. Yeni Mini Cooperların her yerde videoları bulunabildiğinden (son günlerde Okan Bayülgen'in oynadığı bir reklam filmi örneğin), eski filmden size bir kesit sunmak istedim. Çok şekerler.

01 Kasım 2009

Sorry meayit (mate)

Eden Lake (Kanlı Göl, James Watkins, 2008) filmiyle ilgili bilgileri toplarken, sıkça karşıma çıktı This is England (Burası İngiltere, Shane Meadows, 2006) ismi. İzlemeyi düşündüm, iyi de etmişim. On üzerinden dokuz verdiğim bir film oldu. 80li yılların başında, Thatcher politikalarının ve Arjantin'le girişilen Falkland adaları savaşının toplum üzerine bıraktığı tahrip edici etkiyi, bu kadar etkileyici ve de bu kadar slogan atmayacak şekilde anlatabildiği için, This is England mükemmel bir film. İngiltere'deyken, Highbury semtinde; metroda bira içip, kutusunu koltukların üzerine atıp giden tipler görmüştüm. Sanki Thatcher dönemindeki skinheadler (derikafa) gibiydiler. This is England, işte bu skinheadleri anlatıyor. Filmde aksayan hiçbir şey yok. Oyunculuklar o kadar iyi ki yönetmen gizlice kamerasını sokağa döndürmüş gibi. Shane Meadows, bundan sonra her filmini takip edeceğim bir yönetmen olacak. Çok çok iyi..

30 Ekim 2009

Sinemayla ilgisi olmayan hayattan kareler 2


Sarbi:
Kaynak: http://www.bobiler.org/t/2781.asp
Sarbi'yle ilgili o kadar komik resimler, animasyonlar var ki son zamanlarda hiç bu kadar gülmemiştim.


Ebru Yaşar:
Kendisi "Beni dolduracak, hayatı paylaşabileceğim, mesajlaşabileceğim bir erkek arıyorum" demiş. Lümpen kültür, bu demeçte doldurma üzerine yoğunlaşırken, benim dikkatimi "mesajlaşabilinen" erkek çekti. Nasıl oluyor acaba? Aynı ev içerisinde konuşmak yerine, sms gönderen bir erkek mi arıyor acaba? Eğer öyleyse zaten bir iletişim problemi var demektir.

hexakosioihexacontahexaphobia:
666dan korkmak anlamına geliyor bu kelime. Telafuz etmeye çalıştım ama başaramadım. Batı kültüründe, şeytanın numarası olan 666dan tırsanlar doktora giderlerse, "sen de hexakosioihexacontahexaphobia var" diyorlarmış.


It is a disgrace:
Geçen sene Şampiyonlar Ligi yarı final rövanş mücadelesinde, Chelsea'nin Barcelona karşısında kazandığı penaltıları vermeyerek, son dakikada Iniesta'nın attığı golle, Barcelona'yı finale yollayan hakeme; Dider Drogba'nın sarfettiği cümle. Şerefsizsin demeye getirmiş. Ne kadar korkunç bir yüz ifadesi var!



Ekşi Sözlük aazı:
Pratik bilgiler dışında bakmadığım sitenin kullandığı dildir. Her yerde kullanıldığı varsayılan dildir. Artık kabak tadı vermeye başlayan dildir efenim.

Arkadaşım kelimesi:
Eskiden bu kadar popüler değildi bu kelime. İnternet ortamında, bazı sosyalleşme siteleri sayesinde popülerliği arttı. Birbirinin resimlerine yorum yapanlar, kendilerine sulanmadığını belli etmek için arkadaşım, kanki gibi hitabet tarzlarını daha popüler kıldılar.


80li yıllardaki gol sevinçleri:
O yıllarda gol sevinçleri ilginç bir şekilde birbirine benzerdi. Golü atan futbolcu; iki kolunu yumruk yapıp, havaya kaldırarak koşmaya başlardı, çoğu da bu koşu esnasında sıçrardı. Şimdilerde ise çok değişik gol sevinçleri var. Henry'nin gol sevinçlerini çok beğeniyorum.


Giuluano Stroe:
Dünyanın en genç vücut geliştiricisi. Sadece 4 yaşında. Manyaklık parayla satılmıyor. İleride şöyle olabilir.

Bir Yılmaz Vural filmi


Ünlü şovmen Yılmaz Vural'ın, Gurbetçi Şaban (Kartal Tibet, 1985) filminde rol aldığından bahsetmiştim. Bu filmi kırpıp, görüntüleri vermeyi düşünüyordum ki Hürriyet Webtv imdada yetişti. Tıklayınız. (örnek: esnaf blog yazıları)

26 Ekim 2009

Ben Öldükçe Yaşarım" (1965)


80li yıllarda, vidyocudan iki kere kiraladığım, Hong Kong yapımı karate filminin de adı Ben Öldükçe Yaşarım'dı. Bruce Lee'ye benzeyen bir adamı başrolde oynatıp, üçüncü dünya ülkelerine Bruce Lee filmi diye yutturulan onlarca, belki yüzlerce filmden biriydi. Ben Öldükçe Yaşarım (Duygu Sağıroğlu, 1965) Yılmaz Güney'in en çok merak ettiğim filmlerinden biriydi. Kaynaklarda çok olumlu şeyler okumuştum. İncelikli bir sinema dili olduğundan; yalın, naif bir dramatik yapısı olduğundan bahsedilirdi. Ben de bu filmi görmeyi çok istiyordum; nihayet internet forumlarının birinden bulabildim. O dönem filmlerinden çok farklı bir samimiyeti var filmin. Bugün karikatür gibi duran bazı sahneler ve diyaloglar barındırsa da o dönemin filmlerinin epeyce ilerisinde, samimiyetiyle inandırıcı olabilen bir film. Erken dönem Yılmaz Güney filmlerinin bütün özelliklerini barındırıyor. Çok güzel de bir tema müziği var.

1951 doğumlu Selma Güneri gerçekten iyi bir oyuncu olduğunu bu filmde kanıtladı ve Altın Portakal aldı.

Aslında kötü bir oyuncu olan Yılmaz Güney, bu filmde Selma Güneri'yle etkileyici bir uyum yakalamıştı.

Saçlı Tuncel Kurtiz: benim tanıştığım tek sinema oyuncusu olan Tuncel Kurtiz, erken dönem Yılmaz Güney filmlerinin bir çoğunda rol almıştır.

Film çekilirken yalnızca 15 yaşında olan Selma Güneri'yle bu sahneleri çekmek nasıl mümkün olabildi? Bugün böyle bir şey yapmanız mümkün değildir.

Anne rollerinin unutulmaz oyuncusu Şükriye Atav, bu filmde de Yılmaz Güney'in annesini oynamıştır. 1971 tarihli Umutsuzlar (Yılmaz Güney) filminde Yılmaz Güney'e gömme sahnesi çok etkileyicidir. İbrahim Tatlıses aynı sahneyi, yine Şükriye Atav'la ismini hatırlayamayacağım bir filmde taklit etmiştir.

22 Ekim 2009

"11'e 10 Kala" (2009)

Bazı kız blogları vardır: çiçek.blogspot.com, havlukenarı.blogspot.com, pembepatikler.blogspot.com, gelinlikandbeyazçarşaflar.blogspot.com, püsür.blogspot.com gibi. Bu bloglardan, kadın duyarlılığını yansıtmaları beklenirken, sonuç hezimettir. 11'e 10 Kala (Pelin Esmer, 2009) bu görmek istenen kadın duyarlılığını çok iyi yansıtan bir film. Sinemada üç kişiyle izledim filmi. Aslında bloğumda özet yapmayı pek tercih etmesem de bu filmin kısaca özetini yapmak istiyorum. 1926 doğumlu, Amerika'da tahsil görmüş bir elektrik mühendisi olan Mithat Bey (Mithat Esmer), uğruna karısından bile vazgeçtiği koleksiyonuyla Emniyet Apartmanı'ndaki dairesinde yaşamaktadır. Alakalı alakasız her şeyi biriktiren Mithat Beyin yaşamla olan tek bağı benzersiz koleksiyonu gibidir. Mithat Bey bu rutin içerisinde var olduğunu hisseder. Ailesini memlekete yollamış kapıcı Ali (Nejat İşler) de taşralı kurnazlığıyla ama çok da rahatsız etmeyen bir şekilde yırtmanın yollarını arayan, iyi niyetli bir Anadolu çocuğudur. Depreme dayanıklılığı meçhul olan ve ev sahiplerinin voleyi vurma düşlerinden dolayı, Emniyet Apartmanı yıkılma tehlikesiyle karşı karşıyadır. İşini kaybetmek istemeyen Ali'yle, koleksiyonunu kaybetmek istemeyen Mithat Beyin çıkarları ortak bir noktada buluşur. Yaşamı bir noktadan alıp diğer bir noktada bırakan sanat filmlerinde olduğu gibi; 11'e 10 Kala bizi bu iki nokta arasında gezdirirken, insan (??!!^^##%%½***) denen karmaşık mahlukatı bize bilmem kaç milyonuncu şekilde gösteriyor. 2009'un en iyi Türk filmlerinden biri olduğunu söyleyebilirim.

Yönetmenin amcası olan Mithat Esmer, filme esin kaynağı olmuş. Gerçekten de bir koleksiyonu olan Mithat Bey, yönetmenin 2002 tarihli Koleksiyoncu adlı belgesel filmin de konusu. Kendini oynayan Mithat Bey filmi çok beğenmiş. Oyunculuğunun hiç aksamadığını ve çok sempatik olduğunu belirtmeliyim. Film çekilirken, koleksiyonu için parçalar toplamaya da devam edebilmiş.

Aslında popüler bir isim olarak düşünülse de sanat filmlerinde de görünmeyi ihmal etmiyor Nejat İşler. İşini çok iyi yapıyor.

Boğaziçi Üniversitesi, Sosyoloji mezunu yönetmen Pelin Esmer'in yeni filmlerini merakla bekliyorum.

13 Ekim 2009

"Apocalypto"'yu (2006) tekrar izlemek

Daha önce filmdeki kötü adam performası ile ilgili bir yazı yazmıştım. Apocalypto'yu (Mel Gibson, 2006) amcamın oğlu Haydar'la tekrar izledim. Aslında bu üçüncü izleyişim ;fakat tekrar aynı heyecanı duyduğumu söyleyebilirim. Bu filmin en büyük avantajlarından biri İngilizce çekilmemiş olmasıdır. Daha önce The Passion of the Christ (Tutku: İsa'nın Çilesi, Mel Gibson, 2004) filminde de aktörleri İngilizce konuşturmamıştı Mel Gibson. Görüntü yönetimi, şiddet sahnelerindeki gerçekçilik, oyunculuklar filmin diğer artıları. Sürpriz bir sonu olmaması, daha doğrusu filmin sonunun az çok tahmin edilebiliyor olması belki eleştirilebilir. Sonuçta anlaşılmak üzere değil, izlenmek üzere çekilmiş bir film. İlk dakikadan itibaren sizi içine alan bir film izlemek istiyorsanız, Apocalypto sizin için birebir.

10 Ekim 2009

Aceleye gelmiş!

Şöyle bir formülüm vardı: Mustafa Hakkında Herşey > Issız Adam > Babam ve Oğlum... Peki Karanlıktakiler'i (Çağan Irmak, 2009) nereye koyacağım? İflah olmaz bir Babam ve Oğlum düşmanı olan ben, Karanlıktakiler'i bu listede nereye yerleştireceğim? Çağan Irmak biraz esnaflık yapmış gibi geldi bana. Issız Adam'la(2008) yarım voleyi vurmuşken, onun ekmeğini yemeye devam edeyim bari demiş. Aslında hikaye beni heyecanlandırdı. Delilik sınırlarında dolaşan bir anne ve bu annenin saplantılık derecesinde bağlı olduğu yaşı geçkin erkek evlat..Bu arada bu adamın duygusal yakınlık hissettiği AB grubuna mensup bir kadın. Bu iki hikaye, bir zamanlar Benhur Babaoğlu ve Hakan Şükür'ün yaptığı gibi birbirlerinin yolunu kesiyor. Havada toslaşıp o gölü bir türlü atamıyorlar. Ve dandirik bir son..Filmde beni tebessüm ettiren tek şey, AB grubuna mensup kadının kullandığı Mini Cooper oldu.

03 Ekim 2009

Son 10 yılın en iyi 15 filmi anketi bitmedi

Geçen ay Sinema dergisinin duyurduğu Son 10 yılın en iyi 15 filmi anketinin sonuçları yeni sayıya yetişmedi. Benim seçimimi yukarıdaki resimde tekrar görebilirsiniz. Sahi sizce son 10 yılın en iyi filmi hangisi?

"Eden Lake" (2008)

Geçen sene bu zamanlar İngiltere'de bir kasabaya gece yarısı inmiştim. Etrafımda gezinen 15-16 yaş grubuna mensup, motosikletli bebelere çok benzeyen bebeler Eden Lake'de (Kanlı Göl, James Watkins, 2008) haftasonu tatili için kırsala giden bir çifte hayatı zehir ediyor. Bu aralar sıkça vizyona giren dandik korku filmlerinin aksine, Eden Lake boşa kürek çekmiyor ve bir korku-gerilim filminden ne beklerseniz karşılığını veriyor; ama fazlasıyla değil. Taşı gediğine oturtan bir film. Arabayı devrinde kullanıyor. Arabayı devrinde kullanmayan veya korku-gerilim filminden ne beklerseniz karşılığını fazlasıyla veren, 70li yıllara ait, Eden Lake'e benzeyen bir film var. Straw Dogs (Köpekler, Sam Peckinpah, 1971) bence korku filmi çekmeye çok müsait olan İngiltere kırsalını bir fon olarak çok iyi kullanıyor ve tabiatında mevcut olan iyi film sıfatı sayesinde unutulmaz bir klasiğe dönüşüyor. Dustin Hoffman'in her zamanki gibi üst düzey oyunculuğu ve diğer İngiliz aksanlı oyuncuların da üstün performansıyla film gerçekten izlemeye değer.

27 Eylül 2009

Roman Polanski yakalandı!!!

Ajanslara düşen habere göre, ünlü yönetmen Roman Polanski bir ödül almak üzere gittiği Zürih'te yakalandı. CNN linki burada. Türkçe link de burada. 1977 yılında, Jack Nicholson'ın Mulholland Dr.'daki evinde gerçekleşen bir hadise sonucunda, statutory rape (reşit olmayan kızla zorla veya rızası ile ilişkiye girmek) suçundan suçlu bulunmuştu. Sonra, bir daha dönmemek üzere, Amerika'dan kaçtı. Hatta The Pianist (Piyanist, 2002) filmiyle aldığı en iyi yönetmen oskarını arkadaşı Harrison Ford almıştı. Tecavüze uğrayan Samantha Geimer'in mahkeme tutanakları burada (dikkat +18). Amerika'ya teslim edilecek mi edilmeyecek mi? 2010 yılında gösterime girecek The Ghost (Hayalet) filmi son filmi mi olacak? Gelişmeleri merakla izliyoruz.

Tim Burton'ın yeni filmi

Favori yönetmenlerinden Tim Burton'ın hangi filmi çekmesini isterdin diye sorsalardı, hiç düşünmeden Alice in Wonderland'i (Alice Harikalar Diyarında, Lewis Carroll) çekmesini isterdim derdim. Sınırsız hayalgücü ve yönetmenlik yeteneğiyle Burton için bundan daha uygun bir proje olamazdı. Karanlık evren sularında gezinmeyi de çok seven Burton, Harikalar Diyarında aradığı bu karanlık evreni bulacaktır. Kendisiyle görüştüğüm Tim Burton, filmin 5 Mart 2010'de hem de 3D olarak vizyona gireceğini söyledi. Johnny Depp, Burton'la yedinci ortaklığını bu filmde gerçekleştirecek. Alice'i 20 yaşındaki Avustralya'lı oyuncu Mia Wasikowska (?) oynayacak. İşte resim.

Bu arada yazının başındaki soru için verilecek ikinci cevabım Dr. Jekyll and Mr. Hyde (Robert Louis Stevenson) olacaktır. 10 sene içinde Burton'ın bu projeyi hayata geçireceğini hissediyorum. Ölmez de sağ kalırsak, 10 sene içinde bu yazıyı hatırlatacağım. Ve elbetteki başrolde Johnny Depp olacak.

"Das Experiment" (2001)

Böyle başlığında das, auf olan filmleri çok severim (Das Boot, Das Leben der Anderen, Auf der anderen Seite, Angst essen Seele auf gibi). Şu sonuncusuna değinmem lazım bir ara, çok ilginç bir film. Her insanda hali hazırda var olan şiddet eğilimini, şerefsizleşme potansiyelini bilimsel bir şekilde ortaya çıkarmak için tasarlanan ve rastgele seçilmiş 20 bireyi bir hapishaneye tıkarak işe girişen bir deneyi konu alıyor Das Experiment (Deney, Oliver Hirschbiegel, 2001). Tıpkı A Clockwork Orange'da (Otomatik Portakal, Stanley Kubrick, 1971) olduğu gibi. Das Experiment'te gönüllük esas ve işin sonunda para vadedilirken, A Clockwork Orange'da faşizan bir şekilde mahkumlar bu deneyin kobayı oluyorlar. Das Experiment'in başrolünde Fatih Akın'ın favori oyuncularından Moritz Bleibtreu oynuyor. Bleibtreu zaten dünyaya oyuncu olarak gelmiş bir isim bana göre. Inglorious Basterd'de (Soyguncular Çetesi, Quentin Tarantino, 2009) olduğu gibi; yine bir Alman, unutulmaz bir şerefsiz portresi çiziyor. Jestus von Dohnanyi'nin oynadığı Gardiyon Berus performansı görülmeye değer. İtiraf edeyim, Alman sinemasını Fransız sinemasından daha çok seviyorum. Çok iyi filmler yapıyorlar. Das Experiment de bunlardan biri. Bu arada filme sesiyle destek veren Fatih Akın'ın, Auf der anderen Seite'nin (Yaşamın Kıyısında, 2007) bitişiyle ilgili olarak Das Experiment'ten etkilendiğini düşünüyorum. Belki de sadece tesadüftür.

26 Eylül 2009

En iyi 25 film afişi

premier.com sitesi en iyi 25 film afişini seçmiş. Bu liste içerisinde benim favorim Vertigo'nun (Ölüm Korkusu, Alfred Hitchcock, 1958) afişi. Bir film için afişin ne kadar önemli olduğunu hatırlatmaya gerek var mı? Bazı afişler en iş yapmayacak filmi bile listenin en üst sıralarına taşırken, bazı afişler de baştan izleme isteğinizi yok ediyor. İlginç bulduğum bazı film afişlerini sizlerle paylaşmak istiyorum.