30 Ağustos 2011

"Köprüdekiler" (2009)


Bir yerli futbolcu için, yurtdışına transfer olduktan sonraki ilk maçından sonra basında olumlu futboluyla otoritelerin dikkatini çekmeyi başardı gibi yorumlara rastlanır. Hiçbiri için performansıyla seyircileri büyüledi gibi yorumlar çıkmaz. Aslı Özge'nin "Köprüdekiler" adlı filmi de birçokları için eminim samimi çabasıyla dikkatleri üzerine çekmeyi başaran bir film olabilir ama bence performansıyla seyirciyi büyülüyor. Türkiye'de sinema eğitimi almış ve yurtdışında yaşayan yönetmenin sinema anlayışı, anlatan değil gösteren bir anlayış. Derdi, kamerayı doğal akışında akan hayatın içerisinde gezdirmek. Bu yüzden ışık, ses, müzik, kamera oyunları gibi sinemasal hilelerden uzak duruyor. Bu tarz bir sinema anlayışı çok zordur. Bir kere seyircilerin yüzde 90'ınını kaybetmek durumunda kalır yönetmen. Tıpkı tipik bir seyirci olan annem gibi. Bu ne biçim bir film, hiçbir şey olmuyor gibi bir yorum yaptı. O zaman senin hayatında da hiçbir şey olmuyor, neden sürekli şikayet ediyorsun diye sorduğumda cevap alamadım. Ne diyordum? Anlatan değil de gösteren sinema anlayışı çetin bir sınav verir seyirci gözünde. Sürekli bir çatışma, dramatik kurgu bekleyen seyirci zaten kafadan uzaklaşır filmle, azınlıkta kalan ve filmin derdini anlamaya çalışan nitelikli seyirci de filmi sürekli inandırıcılık ve doğallık yönünden teftiş eder. Açık yakaladı mı sözlüden kırık notu verir filme. Ben "Köprüdekiler"in inandırıcılık ve doğallık açısından hiçbir sorunu olduğunu düşünmüyorum. Otur doksan beş! Aslında o kadar da belgeselvari değil film. Oyuncular kendi hayatlarını oynadıkları için belgesel olduğu sanılıyor ama duygular, durumlar, dramatik çatışmalar yok değil. Hayatları Boğaz Köprüsü üzerinde geçen üç karaktere odaklanıyor film. Fikret köprüde çiçek satan bir Roman. Kuştepe'de inanılmaz zor şartlarda yaşıyor. Bazı yerlerde okuduğuma göre hala köprü üzerinde görülebilirmiş. Yönetmenin röportajlarına göreyse konuşmayı sevmeyen, iletişime oldukça kapalı bir insanmış. Görürsem bir röportaj yapmayı deneyebilirim ama muhtemelen reddedilirim. İki sene önce çalıştığım ilköğretim okulunda; her sınıfta iki, üç Roman öğrenci vardı. Dışlanmışlık, ötekileştirilme o kadar hissedilirdi ki bu insanları sisteme uyamıyorlar diye eleştirmek büyük bir haksızlık bence. Bu dünyanın her yerinde böyle. Finlandiya gibi refah seviyesinin en yüksek olduğu bir toplumda bile Çingeneler gördüm ben. Sanırım her toplum dönüştürmeyi başaramadığı topluluğa Çingene, Gipsy, Roman, Roma gibi adlar koymuş. Bunları da babalar gibi dışlıyorlar sonra da rahat durmadıkları için eleştiriyorlar. Bir insan kendisine sırt çevirmiş bir topluma karşı neden aidiyet hissetsin veya neden o sistemi ıhya etsin ki? Ben işini doğru dürüst yapmayan garsonlar veya tezgahtarlara da kızamıyorum. Kendime soruyorum, acaba ben 500 lira maaşla bir büfede eşşek gibi çalıştırılsam, orayı ne kadar severdim ve ne kadar kendimi işime adardım diye. Fikret de aynı bu şekilde doğduğundan beri kendisine sırt çevirmiş bir sisteme, topluma karşı adeta bir otobüs durağı kadar duyarlı. İlkokula dahi gidememiş Fikret'in etrafında olup bitenlerle ilgili en ufak bir fikri bir yok. Bu bitkisel hayattaymış gibi olma durumu inanılmaz başarılı veriliyor filmde. Fikret'in repliklerini anlamayabilirsiniz. Anlamlandırmayabilirsiniz. Bu bir acemilik değil. Yönetmenin biliçli seçimi. Çünkü Fikret manasız bir hayatın içerisinde debelenip duruyor. İkinci karakter dolmuş şoförü Umut. Kendisine eşlik eden eşi Cemile de olayların bayağı merkezinde. Onlar da kendi hayatlarını filmde oynuyorlar. Onları da filmin bıraktığı yerde aynı şeyleri yaşamaya devam ederken bulabilirsiniz. Hayata Roman olarak gözlerini açmadıkları için Fikret'e göre daha şanslı görülebilirler ama onlar da aslında sistemin umurunda olmayan geri dönüşümsüz karakterler. Dolmuşun sahibi metaforunda hayat bulan sistem, onları birer kullan-at mal gibi görmektedir. Bütün bunların yanında ikilinin bir de kişisel, ruhsal, cinsel çatışmaları hayatı iyice çekilmez yapıyor. İlk başta bunlar da acemi oyuncu gibi görülüp filmi sıkıcı yaptığı düşünülebilir ama biraz dikkat ederseniz; sokakta, şurda burda insanların diyaloglarına kulak misafiri olursanız çevrenizde binlerce Umut ve Cemile olduğunu fark edebilirsiniz. Üçüncü karakter de trafik polisi Murat. İçlerinde en şanslısı o. 2500 lira maaşı var, interneti var, sıradan bir insanın arzu ettiği her şeye sahip olabilir. Görücü usülü bulunabilecek hemşire bir eş.. Etti 5000 lira gelir. Vizyonu; ev, araba, çocuk, ikinci ev, ikinci çocuk, köyde ev olan biri için bulunmaz bir nimet. Murat da muhtemelen bunları yaşayacak ama onun derdi de iletişimsizlik. Kendisini hiçbir şekilde ifade edemiyor. Anca milliyetçi, muhafazkar söylemlerde slogan atar gibi laflar ediyor. Bu arada bu olayı diğer karakterler de yapabiliyor, ilginç değil mi? İnternetten düşürdüğü kızlarla geçen diyalogları bence klasik. Oradaki o iletişimsizlik hali harika bir şekilde veriliyor. Murat'ın sistemden payına düşen de bu. Polis olmuş, düzenli ve orta düzeyde bir geliri var ama bireyselliğine Jüpiter kadar uzak. Normal şartlarda topluma yön vermesi beklenen birisi ama kendisine bile yön veremiyor. Sistem bütün elemanlarıyla (okul, aile, din, ülkü ocakları, msn vs.) bir zombi yaratmış. Murat kendisini oynamayan tek oyuncu. Normalde polis olan ağabeyi bir rolü oynayacakmış ama devlet memurlarının oyunculuk yapması yasak olduğu için Murat biraz da mecburen bu rolü oynamış. Mükemmel bir iş çıkartmış. Bu kadar başarılı olduğuna göre ya çok iyi oyuncu ya da gerçek hayatında da böyle biri. Umarım ilk seçenek geçerlidir. İki yıldır en çok merak ettiğim filmlerden biriydi "Köprüdekiler". Diğer çok merak ettiğim filmlerse Tayfun Pirselimoğlu'nun "Pus" (2010) ve "Saç" (2010) adlı filmleri. Bu filmleri bulma konusundaki çabalarım devam ediyor. Umarım onlar da "Köprüdekiler"in yaptığı gibi performanslarıyla beni büyülerler.        


Köprüdekiler Film Fragmanı Video - Didem Delen   didem_d

28 Ağustos 2011

Türk sinemasında en seksi on performans

Türk sinemasındaki en seksi on performans listemi de hazırladım. 90lı yıllarda Show tv’nin Türk sineması jeneriğiyle ilgili yazımda belirtmiştim. O dönemin daha çok Atıf Yılmaz’ın mahalle cinselliğiyle ilgili filmleri, benim yaşlarımda olan ve sinemaya ilgi duyan kişileri etkilemiştir. Şerif Gören’in de bastırılmış cinsellikle ilgili ilginç filmleri vardır. 80li yıllar, önceki yılların Bakire Teresa’ları Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik, Hale Soygazi gibi hanım sanatçılarımızın Müjde Ar’ın devrimciliğiyle mücadele etmek için mecburen Müjde Ar’laştıkları bir dönem olmuştur ve bunlar Atıf Yılmaz, Şerif Gören gibi yönetmenlerin filmlerinde kabak çiçeği gibi açılmışlardır. Yılmaz’ın “Mine” filmini izlerseniz gerçek hayatla paralel bir seyir izlediğini görürsünüz. Bu filmde Türkan Şoray’ın Rüçhan Adlı’yla olan beraberliğinden sonra ilk defa öpüştüğünü görürüz. Yılların sinema seyircisi gibi filmdeki kasaba halkı da Mine’den artık öpüşmesini, sevişmesini ister o da isyan eder gibi gider kendini entel Cihan Ünal’ın kollarına bırakır. Belirttiğim gibi Sultan ve diğerlerinin yıllardır muhafaza ettiği en değerli hazinelerini artık muhafaza edememelerinde Müjde Ar fenomeninin etkisi büyüktür. Bu arada MS Office programı fenomen kelimesi yerine görüngü kelimesini öneriyor. Müjde Ar görüngüsü...İşte bu yıllar Türk sinemasında farklı şeylerin denenmeye çalışıldığı bir geçiş dönemi olarak kabul edilebilir. Listemde genelde bu yıllardan filmler olduğunu fark ettim. Alfabetik sıralı liste şöyle:

1- “Aşık Oldum”, Ertem Eğilmez, 1985.
     Sibel (Şehnaz Dilan).


 “Aşık Oldum”, aslında kendisi Billy Wilder’ın meşhur “The Seven Year Itch/Yaz Bekarı” filminden esinlenme olan 1984 tarihli Gene Wilder’ın “The Woman in Red/Kırmızılı Kadın” filminden esinlenme bir film. Bu ayan beyan ortadadır. Fakat Eğilmez’in filminin çok başarılı olduğu yadsınamaz. Bütün oyuncuların çok iyi olduğu ender filmlerden biridir. O dönemin en gizemli güzelliğine sahip insanlardan olan Şehnaz Dilan da filmde çok iyi gözükmektedir. Filmin tamamı Youtube’da mevcut. Meşhur havalandırma sahnesi de filmin hemen başlarında yer alıyor.

2- “Balıkçı Osman”, Nejat Okçugil, 1973.
     Meral (Feri Cansel).


Yine 90lı yıllarda Show TV’de izlediğim “Hasan Almaz Basan Alır” adlı filmden beridir Feri Cansel’i beğenirim. Hiçbir zaman mıy mıy bir kadın olmadığı içindir. Türkan Şoray’a fiziksel olarak benzer ama onun gibi kağıttan karakterleri canlandırmaz. Cinselliğini yaşamaktan korkmaz Feri Cansel karakterleri. Tabi bu söylediklerim erotik filmleri dışında kalan “normal” filmleri için. “Balıkçı Osman”da da sahici bir bar kadınını canlandırıyor. Birçok filmde olduğu gibi Sadri Alışık’la iyi bir ikili oluyorlar. Beğenmediğim tek özelliği, kendisinin Türkiye’de göğüslerine silikon taktıran ilk ünlülerden biri olmasıdır.

3- “Boş Ver Arkadaş”, Zeki Ökten, 1974.
     Alev (Selma Güneri).


 Defalarca kez izlediğim bu filmin oldukça kıvrak bir kurgusu vardır. Tarık Akan’ın isminin Ferit olduğu 13 adet film mevcutmuş. Bunların çoğunda partnerinin adı da Alev’dir. Bu da onlardan biri. Bu seferki Alev, Selma Güneri. Kişilikli bir güzelliği olduğunu düşünüyorum. Aslında ben kendisini “Askerin Dönüşü” filminden de çok beğeniyorum ama buradaki fettan kadın performansı daha çekici geldi bana.     
 
4- “Gizli Duygular”, Şerif Gören, 1984.
     Ayşen (Müjde Ar).


Müjde Ar görüngüsünün hangi performansını alayım diye çok düşündüm. Niyetim “Adı Vasfiye”yi almaktı. Sonra “Ağır Roman”, “Dul Bir Kadın”, “Kupa Kızı” geçti aklımdan. “Gizli Duygular”ı hatırlayınca bu ilginç filmden de bahsetmek için bunu aldım. Bastırılmış cinselliği en iyi işleyen filmlerden (yerli tabii ki) biri olabilir bu film. Dışarıdan frijit biri gibi duran Ayşen’in içinden kopan fırtınalar inanılmaz. Böyleleri etrafımızda da çoktur. Geçenlerde; 32 yaşında olup da hala bakire olmakla övünen bir arkadaşımla bu konuyu tartıştığımda, kendisini boyayıp farklı bir malzeme gibi sunduğu ama aslında yaşamak istediklerinin farklı olduğu çok açık seçik belli oluyordu. Zavallı toplum ve de özellikle zavallı kadınlarımız. Dünyanın en doğal eylemini gerçekleştirip gerçekleştirmedikleri belli olmasın diye bayan diye bir kelime icat edilmiş onlar için. Nisa suresini okuyan erkek egemen toplum onları kadınsallıklarından çıkarıp bayanlaştırıyor veya bayağılaştırıyor. Ayşen de kadın olmakla bayan olmak arasında gidip geliyor ama yanlış ata oynuyor. 

5- “Kaçak”, Memduh Ün, 1982.
     Hacer, (Fatma Girik).    


Aslında toplumsal, sınıfsal bir çelişkiden kaynaklanan bir sorun üzerine inşa ediliyor film ama giderek kuşatılmış cinsellik üzerine de laflar eden bir filme dönüşüyor. Benim hep takdirimi kazanan kendini ayakları üzerinde durmaya çalışan, bireyselliğinin farkında kadın karakteri Hacer, Fatma Girik’in güzel suretinde hayat buluyor. Tecavüzcü Çoşkun’u vicdanlı bir rolde izleyebileceğiniz ender filmlerdendir ayrıca.  

6- “Kurbağalar”, Şerif Gören, 1984.
     Elmas, (Hülya Koçyiğit).


 Çok sevdiğim, çok ilginç bulduğum bir filmdir “Kurbağalar”. Kurbağa hayvanını da çocukluğumdan beri çok sevdiğim içindir herhalde. Kurbağaları izlemeyi çok severim, bu filmde de birçok kurbağa sahnesi olduğu için her zaman ilgimi çekmiştir. O yıllarda hiç de değer verilmeyen hayvan haklarının bu filmde de çiğnendiğini, bazı hayvanların film uğruna canlarından olduklarını görüyoruz. Batı Trakya’da pirinç tarlalarından kurbağa toplayarak geçimlerini sağlayan köylüleri görüyoruz. Film, dul bir kadın olmanın hem de taşrada dul bir kadın olmanın ne kadar zor olduğunu gösteriyor bize. Türkiye’de dul kadın demek, kolay elde edilebilir bir arzu nesnesidir çoğunluk için. Hülya Koçyiğit’in canlandırdığı Elmas da böyle biri. Doğal olanı yaşamak istediğinde başına gelmedik kalmıyor.     

7- “Sonbahar”, Özcan Alper, 2008.
     Elka, Megi Kobaladze.


Dağlayan bir filmin içerisinde dağlayan bir güzellik. Üzerine yapışıp kalan hüzünle daha da çekici oluyor. Biliyorsunuz sıradan biri değil ve bir hikayesi var. Gerçek hayatında da kaliteli kadın (insan) eşiğini geçtiğinden nedense eminim.

8- “Sultan”, Kartal Tibet, 1978.
    Sultan (Türkan Şoray).


 Bir dönem kendisiyle ilgili biyografik kitapları okuduğumu gördükleri için ona olan hayranlığım başkalarının da dikkatini çekmişti. Lise son; üniversite bir, iki gibi falandı. Çok çok iyi bir oyuncu olduğunu kabul ediyorum ama şimdilerde televizyonlarda konuşmaya başladı mı aslında çok da dolu bir insan olmadığını üzülerek görüyorum. Bu da çekiciliğini azaltıyor ama Sultan performansını sadece takdir edebilirim.

9- “Tomruk”, Şerif Gören, 1982.
     Gülçiçek (Serpil Çakmaklı).


Bence 80li yılların en güzel kadın Serpil Çakmaklı’dır. Kendisi bir görüngü’dür benim için. Genelde kalitesiz, arabeskçi filmlerinde oynamasına rağmen böyle düşünüyorum. Bu güzel yüzü estetik ameliyatlarla ne hale getirdi inanamıyorum. “Tomruk” filminde de alev alev yakıyor. Ayrıca koskoca film boyunca bir cümlelik repliği olması da merak duygusu sayesinde çekiciliğini arttırıyor. Bu da listedeki üçüncü Şerif Gören filmi oldu.

10- “Tutku”, Feyzi Tuna, 1984.
       Gülsüm, (Meral Orhonsay).


 Filmin içerisinde geçen anası kızından güzel cümlesine katılıyorum. Hülya Avşar’ın canlandırdığı Hacer karakteriyle Meral Orhonsay’ın canlandırdığı anne Gülsüm karakteri aynı kişiye aşık olurlar. Her zaman çok güzel bir kadın olan Meral Orhonsay bu filmde çok ateşli gözüküyor bana göre. Bu bağlamda; o dönemin fetiş güzelliği, kimsenin rekabet edemediği Hülya Avşar’dan rol çalıyor.      

Bu filmlerin çoğu Youtube’da veya Google Video’da mevcut.

27 Ağustos 2011

43'e 28


Bir önceki yazımda Messi'yle Ronaldo'yu karşılaştırırken unuttuğum bir istatistik vardı. Bu gece yine bir final maçında bir gol bir asistlik bir performans gösterince bu yazıyı yazma gereği duydum. mackolik.com'u kullanarak bu istatistiği çıkardım. Tahmin etmişsinizdir bu istatistikte 43 sayısı Messi'ye, 28 sayısı Ronaldo'ya ait. Ayrıca Ronaldo'nun Messi'den iki yaş büyük olduğunu, yani üst düzey liglerde iki fazla sezon oynadığını tekrarlamak isterim. Peki nedir bu sayılar? Herhangi bir turnuvada final ve yarı final maçlarında atılan ve oynandığı sezon içerisinde, sezonu ilk dörtte bitiren takımlara karşı atılan gol sayıları. Yorum yok.

26 Ağustos 2011

Ana akım sinemada en seksi 10 performans

Bu kişisel bir liste. Hele ki dış güzellik gibi çok subjektif bir konuda hazırlandığı için oldukça kişisel. Bu listedekilerin bazıları size bir inek kadar çekici gelebilir. Normaldir ama bana bu performanslar çok çekici geldi. Burada sadece seksi değil güzel, çekici, sempatik, ilgi çekici, takdire şayan performansları da kastettim. Bu roller içerisinde Kathleen Turner'ınki hariç öyle kötü, şeytani diyebileceğimiz bir rol yok. Diğer rollere baktığımızda genellikle zor durumda kalmış, mücadele veren, kişilik sahibi kadınları görüyoruz. Demek ki bunlar bana çekici geliyor. Kendi bireyselliğinin farkına varamayan, edilgen, kolay incinebilir hanım kardeşlerimin yanlarındayım ama sadece yanlarındayım. Aslında bu listeyi yerli, yabancı sinema karışık yapacaktım ama baktım ki ortalıkta neredeyse Harun Reşid'in haremi kadar kadın var, en iyisi yabancı sinema ayrı yerli sinema ayrı yapayım dedim. Yerli sinemanın hottests of the hotties'i yakında yayınlanacaktır. Buyrun harf sırasına göre yazılmış olan listeye:

1- "Blow Out/Patlama", Brian De Palma, 1981.
      Sally (Nancy Allen).


O dönemde yönetmenin eşi olan Nancy Allen bu filmde çok sempatik, güzel gelmiştir bana. Daha sonra Robocop filmleriyle ün yapacaktır ama önceleri "Blow Out" gibi bazı De Palma filmlerinde rol almıştır. Bu filmde, olmaması gereken bir mekanda bulunan ve tehlikeli şeyler bilen bir fahişeyi canlandırır. Ama iyidir, tanısanız seversiniz.

2- "Body Heat/Ateşli Vücutlar", Lawrance Kasdan, 1981.
     Matty Walker (Kathleen Turner).


Turner'ın bu ilk filmini 13-14 yaşındayken televizyonda izlemiştim. Tabii haliyle çok etkilenmiştim. Benim gibi düşünen çok kişi olmalı ki eski bir Sinema dergisi sayısında da bu performans en seksi performans seçilmişti. Yalnızca seksi bir performans değil sinema tarihinin en etkileyici femme fatale performanslarından da biridir Turner'ınki. Film de muhteşem bir kara filmdir.

3- "Chocolat/Çikolata", Lasse Hallström, 2000.
     Vianne (Juliette Binoche).


Kaliteli bir biri-gelir-bir-yeri-değiştirir filmi olan "Chocolat"da, dünyanın en güzel kadınlarından olan Binoche'nin sadece kişisel albenisi değil çikolataları da çok cezbedici. Kendisine hayranım. Çok güzel kadın, çok çok iyi oyuncu. Sosyal konularda da oldukça duyarlı birisi. Çekici nedir ki başka?

4- "Hero/Kahraman", Yimou Zhang, 2002.
     Moon (Ziyi Zhang).


Bu da Uzakdoğu'nun en güzel kadını. Film de olağanüstü başarılı tarihi, stilize bir epik. O ne la öyle adamlar uçuyorlar diye dahice eleştirilen bu filmdeki muhteşem estetik duygusunu görebilmek bence bir ayrıcalık. İngilizce bilmediği için Hollywood'un kişiliksizleştiremediği Ziyi ay gibi parıldıyor bu filmde.

5- "Im Juli./Temmuzda", Fatih Akın, 2000.
     Juli (Christiane Paul).


Bir sempati bombardımanı. İzle-kendini-iyi-hisset filmleri listeme de almıştım. Bunalımda olanlara ilaç niyetine tavsiye edilir. Kadın olsun erkek olsun, Paul'un bu filmdeki albenisini fark etmeyecek yoktur diye düşünüyorum. Ay çoook şeker!

6- "Knocked Up/Kaza Kurşunu", Judd Apatow, 2007.
     Alison (Katherine Heigl).


Seth Rogen gibi sıfır çekicilikte bir adamın yanına bu kadar uzaylı güzelliğine sahip bir kadını koymak inandırıcılığı zedelese de film çok beğenildi. Apatow ve ekibinin yeni ürettikleri nitelikli mizahın hayranı çok. Ben de onlardan biriyim. Heigl'ı da acaba anası balınan mı yoğurdu şekerilen mi yoğurdu (İç Anadolu sözüdür).

7- "Mighty Aphrodite/Sevimli Fahişe", Woody Allen, 1995.
     Linda Ash (Mira Sorvino).


Tarantino'nun eski sevgilisi Mira Sorvino, bu filmde porno filmlerde de oynayan bir eskort kızı canlandırıyor. Woody Allen'la iyi bir ikili oluyorlar ve filmi sürükleyip gidiyorlar. Tek kelimeyle harika bir film. Harika bir kadın: Mira Sorvino.

8- "Sin City/Günah Şehri", Robert Rodriguez, Frank Miller, 2005.
     Gail (Rosario Dawson).


Bu de bence en güzel siyahi kadın. Filmde kısa bir rolu olsa da dikkatleri üzerine çekmeyi başarıyor. Asıl oyunculuk başarısını Spike Lee'nin "25th Hour/25. Saat" filminde takdir etmiştim. Kornetto dondurmanın dibindeki çikolata gibi bir şey.

9- "Snake Eyes/Yılan Gözler", Brian De Palma, 1997.
     Julia (Carla Gugino).


Imdb'de 5,9 gibi düşük bir puana sahip olmasına rağmen, ben bu filmi çok severim. Özgün bir kurgusu, iyi bir seyirliği vardır. Carla Gugino da zorda kalmış, mücadele veren kadın rolünde tüm güzelliğiyle arz-ı endam etmektedir. Kısa saç yakışana çok iyi yakışıyor.

10- "Notorious/Aşktan da Üstün", Alfred Hitchcock, 1946.
       Alicia Huberman (Ingrid Bergman).


Hitchcock kontenjanından Grace Kelly'nin "Rear"daki Lisa performansını mı alayım, bunu mu alayım, yoksa Tippi Hedren'in "The Birds/Kuşlar"daki performansını mı alayım diye çok düşündüm ve buna karar verdim. Hitchcock'un sarışın takıntısı bilinen bir şey. Bu filmde de yine o dönemde dünyanın en güzel kadınlarından biri olan Ingrid Bergman'ı oynatarak kendi kendine röntgencilik yapmayı sürdürüyor Hitchcock. "Casablanca"da da çok etkileyici bir performansı var Bergman'ın.
Kandiliniz mübarek olsun!?!?!? Ne yani, şablon bir kandil mesajını okumaktan daha eğlenceli değil mi benim bu yazımı okumak? Allah günahlarımı bağışlasın diye dua mua etmeyin benim için bu gece!

24 Ağustos 2011

"Sultan" (1978), Organize İşler (2005), "Ya Sonra" (2011)



Bu üç film ne alaka? Kel alaka. Bunların içerisinde en sevdiğim Kartal Tibet’in “Sultan”ı. Belki 15 kere izlemişimdir.  Yakın zamanda yazmayı planladığım en seksi 10 performans listeme koyacağım Türkan Şoray’ın Sultan yorumu var bu filmde. “Organize İşler”i de bir kere televizyondan izlemiştim. Hatırladığım kadarıyla b**tan popüler bir filmdi ve bir kere bile gülmemiştim. Özcanus Denizus’un “Ya Sonra”sının fragmanını da sinemalarda izlemiştim ve fragmanının dördüncü saniyesinde ne mal olduğunu anlamıştım. Normalde iki yarım küre birleşse bana bu filmi izletemezdi ama kendi kendime izledim işte. Sebebi: son bir hafta içerisinde bu üç filmde geçen bazı yeme içme mekanlarına gittiğim için onlarla ilgili bir yazı yazmak istedim. Bir tek de YS’yi izlemediğim için bu üst düzey dallamalık şovunu mecburen izledim.  Yazının bundan sonrasında “Ya Sonra” filminin ismi bile anılmayacak ve kendisinden x diye bahsedilecek. Yok, o da olmaz. O halde kesme işareti kullanmak zorunda olacağım için shift düğmesine basarak zahmete girerim, en iyisi o film diye anayım “Ya Sonra”yı. 


Kronolojik sırayla gidersek: Tibet’in “Sultan”ı Arzu film ekolünün en tipik örneklerinden birisidir. Yani sevgi, dostluk, dayanışma temalı; halkın gündemine girebilmiş kaliteli komedi filmlerinden biridir. Bu filmde çapkın dolmuş şoförü Kemal dört çocuklu dul Sultan’la yakınlaşmak için türlü numaralar dener. Sahte evlilik teklifi yapar. Sultan’ı nikâh salonuna götürür. Alavere dalavere falan derken ikili Beyoğlu İstiklal caddesinde görülür. Benim iki üç gün önce gittiğim meşhur Saray Muhallebicisi’ne gittiklerini tahmin ediyorum. Gerçi muhallebi değil de süpangele (?) yiyorlar ama oranın damla sakızlı muhallebisini çok seviyorum. Bu damla sakızlı her şeyi seviyorum. Müthiş bir şey.  Denk gelirse mutlaka deneyin derim.


“Organize İşler”deyse Vedat Milör’ün yazılarından bildiğim, Eminönü’ndeki Hamdi Restorant’ın terasında geçen bir sahne var. Bu mekan çok meşhurdur. Kazık olarak da bilinir. İki kere gittim buraya. Ömrü hayatımda yediğim en iyi lahmacunu burada tattım. Jesus f**king Christ… Bundan daha iyisini ya Urfa, Antep, Diyarbakır’da yiyebileceğimi ya da yine Milör’ün ayılıp bayıldığı Pendik’deki Özsu Et Lokantası’nda yiyebileceğimi düşünüyorum. Her santimetrekaresi orijinallik kokuyor bu lahmacunların. Ağızda muhteşem bir tat bırakarak yok olup gidiyor. Fiyatı beş tl. Gidip dandirik bir yerde sekiz liraya pide yemektense burada iki lah. yemek daha mantıklı bence.  

 
Şimdi Özcan Denizus insanı… Dramatik bir sahnede Sezen Aksu insanının bir şarkısını çalmakla veya bir sahnede televizyonda sanat filmi (Ali’nin Sekiz Günü) göstererek sinemacı mı olmuş oluyorsun sen? 2011 yılında Karadeniz şivesinden başka mizah öğesi mi bulamadın? Kadın erkek ilişkileri üzerine tezi olan film yapıyor ayağına yatmışsın ama filmindeki gizli kadın düşmanlığının haddi hesabı yok. Asortik mekanlar, asortik kadın ve erkekler ve asortik müzikler…Bir de son sahnedeki kadın-erkek öpüşme sahnesinde, çiftin etrafında dönen bayat kamera numarası falan filan.. Bu filmi milyonlarca kişi izledi. Bu halkı F5’lemek istiyorum. Bu filmde Deniz’in Taksim’deki meşhur Kızılkayalar hamburgercisine gittiğini zannediyordum. Ben de oraya gidip meşhur ıslak hamburgerden tattım. Zaman zaman tatmak isteyebileceğim ama biraz overrated (hak ettiğinden fazla övülmüş) bir ürün gibi geldi bana. Filmi izlediğimdeyse Deniz’in Kızılkayalar’a değil de yanındaki mekana gittiği anlaşılıyor. Böyle işte..


23 Ağustos 2011

İki Todd Solondz filmi


İstanbul gibi güzel bir şehirde yaşamaya başlamadan önce elimdeki Todd Solondz filmlerini bitirmek istedim; çünkü bu adam elbette ki sevgi, dostluk, demokrasi, fair-play ruhu, çiçek, böcek gibi konuları işlememişti. Hiçbir karakterinin tırnak içerisinde iyi olmadığı, aksine sapık, çıkarcı, bencil, duygusuz kişiler olduğu filmler bunlar. İzlemediğim bir filmi kaldı. İlk filmi “Fear, Anxiety & Depression”ı hiçbir platformda bulamıyorum. 2004 tarihli “Palindromes” filmi çok ilginç bir film. Palindrome önden ve arkadan okunduğunda aynı telaffuz edilen isim demek. Türkçe Efe, Ata gibi. Filmdeki isimlerin çoğu Palindrome. Aviva, Bob, Otto gibi. Film birkaç hafta önce izlediğim “Welcome to Dollhouse/Bebekevine hoş geldiniz” filminin patetik başrol oyuncusu Dawn Weiner’ın cenaze töreniyle açılıyor. Dawn’ın başına gelenleri ağabeyi Mark’tan öğreniyoruz. Knocked-up…Knock-out…Bu filmin patetik, ezik, cinsel açıdan böğründe fırtınalar kopanıysa Dawn’ın kuzeni Aviva. Değişik ebat ve renklerde beş farklı oyuncu tarafından canlandırılıyor Aviva karakteri. Bu da bizde Aviva herhangi bir kişi, onun gibi çok var düşüncelerini uyandırıyor. O annesi yok mu? Todd Solondz filmlerindeki şerefsiz ebeveyn profillerini başka filmlerde zor bulursunuz. Kendi çektiği fotoğrafa çocuğunu zorla koymak isteyen ebeveynler bunlar. Şablon hayatlar yaşarlar ve bu şablonu dağıtacak hiçbir şeyi hoş karşılamazlar. Todd Solondz da bu şablonlara kafa, göz dalıyor işte. Aviva’nın derdi de kendini yapayalnız hissettiği şu dünyada kendisine ait bir şeyi olması. Bebek. Olaylar çok farklı boyutlara varıyor. Çok değişik insanlar işin içine giriyor. Oldukça rahatsız edici, saldırgan bir film. Ama ayakları yere sağlam basıyor. Ne yani yalan mı, öyle değil mi diyorsunuz izlerken. 2009 tarihli “Life During Wartime/Savaş Sırasında Yaşam” da aynı sahte değerlere saldırıyor. Sıradaki sapıklığımız pedofili. Tıpkı “Palindromes”un savunduğu gibi bazı şeylerin hiç değişmeyeceği tezini savunuyor film.    Olaylar üç kız kardeşin özel ve aile hayatlarında yaşadıkları sorunlar gibi görünmektedir. Daha çok üç çocuklu, kocası pedofiliden hapis yatan Trish’in yaşadıkları ön plandadır. Trish ve kendisi gibi evliliği yürütememiş erkek arkadaşının ısrarla evliliğe bu kadar tutkuyla bağlı olmaları resmen alay ediliyor Sodd Tolondz pardon Todd Solondz tarafından. Trish’in küçük oğlu Timmy’nin yetişkin olma veya yetişkinleri anlama çabası da alay ediliyor. bir daha hiç geri gelmeyecek, güzel bir dönemi yaşıyorsun ve tadını çıkarmalısın deniyor kendisine. Saldırganlık dozu “Palindromes”dan bir seviye aşağıda diyebilirim. Bunların babası “Happiness/Mutluluk” için kurduğum cümleyi tekrarlayarak yazımı bitiriyorum. Sevgiliyle izlenebilecek en son film. 

14 Ağustos 2011

Anket yorumu

Bir haftalık bir anket yaptım. Resimde görüldüğü gibi sonuçlar heyecanlı. 14 adet oy kullanılan ankette "Se7en/Yedi" yedi oyla birinci oldu, ardındansa altı oyla "Pulp Fiction/Ucuz Roman" geldi. Yalnız burada bir itirafta bulunmak istiyorum: ben "Se7en"a iki kere oy verdim. Yani şike var. Neden böyle bir şey yaptım bilmiyorum ama gayr-i ihtiyari elim gitti. Maç berabere bitti. Tabi yine iki kere oy kullandığını belirten itiraflar gelmezse..Anketin çok da geçerli olmadığını görüyorum şu anda. Filmler 90lardan seçilirken yalnız "The Graduate/Aşk Mevsimi" 60lardan. Dikkatimden kaçmış. Bundan sonraki anketlerde daha dikkatli ve dürüst olacağım. IMDB Top 250'nin bir numarasının sadece bir oy alması benim açımdan sürpriz oldu. Bu filmi tekrar izlemek artık benim için bir farz oldu. Ben izlediğimde film bir numarada değildi, ayrıca çok şey de hatırlamıyorum filmle ilgili. O yüzden tekrar izlemek ilginç olacaktır. Aynı şekilde yedi sene önce izlediğim gönüllerin şampiyonu "Pulp Fiction"ı da daha iyi bir kayıtla tekrar izlemeliyim. "Saving Private Ryan/Er Ryan'ı Kurtarmak"ın değil de "The Matrix"in sıfır çekmesi de benim için sürpriz oldu. "The Graduate"i de izlemeyen varsa şiddetle tavsiye ederim.

Sinemada tekelleşme

Sürekli link vermeyi, emek vermeden başkasının emeğini sahiplenerek karizma yapmak olarak algılıyorum. Fakat Can Dündar'ın bugün yazdığı yazıyı herkesin okumasını arzu ediyorum. Yazıda bashi geçen Menekşe sineması benim ilk gittiğim sinemaydı. Sylvester Stallone'nin Batı sinemasında oynayan "Cobra" adlı filmine gitmeye niyetlenmiştik (1991-1992?) ama yer bulamayınca "American Ninja"ya gitmiştik. İlginçtir bu iki filmde 1985'te çekilmiş ama altı-yedi sene sonra Türkiye'de gösterime girmişler. Kapanan pasaj sinemalarının ruhuna el faaaatiha.

"Amansız Yol" (1985)

D-Smart'ın Türk sineması kanallarının meyvelerini toplamaya devam ediyorum. Ömer Kavur filmografisi her zaman ilgimi çekmiştir. Zor durumda kalmış insan dramlarını psikolojik bir atmosferde ele almayı sever. Yolculuk temasını sık kullanır. Bir yere yeni gelmiş yabancı insan motifini de. "Amansız Yol"da benim televizyonda hep sonlarına denk geldiğim ve yıllardır izlemek istediğim bir filmdi. Benim sinemada çok sevdiğim iki özellik bu filmde mevcut. Birincisi yolculuk temalı bir film olması. İkincisi de bir arabanın (taşıtın) bir karakter gibi öne çıktığı bir film olması. Böyle bir liste yapmayı uzun zamandır planlıyorum ve yaptığımda "Amansız Yol"daki Volvo tırı bu listeye koyacağım. Katıksız bir kaybeden dramı olmasının yanında, "Amansız Yol" aynı zamanda iyi de bir psikolojik gerilim. Uğur Dikmen tarafından bestelenen kişilikli tema müziği de bu gerilimi yaratan unsurlardan biri. Başarılı takip sahneleri de cabası. Filmin artıları saymakla bitmiyor. O yılların Urfa, Mardin ve Diyarbakır'ından çok başarılı sokak görüntüleri var. Yolculuk yapmak gibi yol filmlerini de işte bu yüzden seviyorum. Her görülen şey insana bir şeyler katıyor. Klasik maço çiğliğinden sıyrılmış, zaafları olan bir rolde görünen Kadir İnanır ve baştan aşağı yetenek olan Zuhal Olcay filmde iyi bir elektrik yakalıyorlar. Filmin en büyük eksiği elbetteki inandırıcılığı nakavt eden dublaj olayı. Öyle ki adamlar fragmanda bile başrol erkek sesi konuşturmuşlar.


Amansız Yol (1985) Kadir İnanır, Zuhal Olcay |...   zevkopat

09 Ağustos 2011

"Sonbahar"ı (2008) tekrar izlemek

Bir şeye çok heveslenip de son dakikada o işi yatınca hissedilen hayatın b*ktanlığı duygusunu bilir misiniz? Ben çook iyi bilirim. Defalarca başıma geldi. En son geçen ay geldi. Bavulumu alıp evden çıktım. Bavulu arabanın bagajına koydum. Amacım arabayla Karadeniz turu yapmaktı. Son kontrolleri yaptığımda arabanın arızalandığını ve bu turu gerçekleştiremeyeceğimi anladım ve o bahsettim duyguyu hissettim. Gizli ajandamda "Sonbahar"ın çekildiği mekanları gezmek vardı. İki sene önce izlemek için ta Ankara'lara gittiğim filmi dün tekrar izledim. "Glory/Zafer"i izlediğimiz arkadaşım bir iki saat sonra bir film daha koy dedi. Bu sefer onun beklentilerini göz önünde bulundurmayıp kendi izlemek istediğim filmi başlattım. Dün ettiğim lafla bugün çelişiyorum. İkinci izlediğimde ilk izlediğimden daha keskin bir etki bıraktı üzerimde "Sonbahar". Çok namuslu, dürüst, güzel, iyi, farklı, hassas, başarılı bir sanat eseri "Sonbahar". Üst düzey bir sanat eseri. İnsani duyarlılığı, doğa insan dostluğunu, insan insan dostluğunu, kadın ve erkeğin paylaşabileceği güzel şeyleri anlatıyor. Yusuf'un her bakışında, her tepkisiz anlarında bunları hissedebiliyorsunuz. Kasvetli bir atmosferi olmasına rağmen, yaşamanın ne kadar değerli ve güzel bir şey olduğunun altını da çizmeyi başarıyor. Filmi ilk izlediğimde hissettiğim dayanılmaz dram yükünün yanında bu güzel duyguları da hissettim bu sefer. Farkı bu oldu. Yine Gürcü oyuncu Megi Kobaladze'den etkilendim. Bu arada Özcan Alper ikinci uzun metrajını bitirmiş. "Gelecek Uzun Sürer" adlı filmini sekiz gözle bekliyorum. 

08 Ağustos 2011

Kemal Sunalp

Kemal Sunal'ın filmografisindeki ilginç filmlerden biri Atıf Yılmaz'ın 1973 yılında yönettiği "Güllü Geliyor Güllü" olmalı. Bu filmi Sunal'ın ilk filmi zannedenler vardır ama ilk filmi bazı bölümleri Bolu'da çekilen Ertem Eğilmez'in 1972 tarihli "Tatlı Dillim"dir. Orada basketbol takımından bir oyuncuyu canlandırır. GGG'nin jeneriğinde Sunal'ın adı Kemal Sunalp şeklinde yazılıyor ve a'ların üzerinde şapka var. Muhtemelen bir yanlışlık olmuştur. Dört Yapraklı Yonca adlı bir kitap vardır. Türk sinemasındaki dört önemli kadın oyuncuya atfen bu isim kullanılmıştır. Kastedilen kadın oyuncular: Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik ve Filiz Akın. Sunal'ın bu dört kadından sadece Fatma Girik'le başrolü paylaştığı filmleri var (Postacı, Japon İşi, Kanlı Nigar). O dönemde de Girik iyice çaptan düşmüştü zaten. Hülya Koçyiğit'le yine bir Arzu film eseri olan "Oh Olsun"da beraber rol aldılar ama erkek başrol Tarık Akan'dı. Türkan Şoray'la ise GGG'de beraber çalıştılar. Kiralık katili canlandırdığı ufak bir rolü var Sunal'ın. İlginçtir, Türkiye'de kitleleri en çok etkilemiş kadın ve erkek oyuncunun beraber gözüktüğü tek bir sahne var o da sadece bir masanın altında. Tesadüf bu ya filmde Şaban adlı başka bir karakter de var. Filmin diğer ilginç özelliğiyse Sunal'ın dublajlı tek filmi olması. Google Video'da mevcut. Film mi? !!! 

07 Ağustos 2011

"Glory"i (1989) tekrar izlemek

Tekrar izlediğim hiçbir filmde ilk izlediğimde hissettiğim etkiden daha güçlüsünü hissetmedim ama sanırım Edward Zwick'in "Glory/Zafer"i beni en çok hayal kırıklığına uğratanı oldu. Yine nefret ettiğim bir durumla karşılaştım bugün. Bir arkadaşım aradı ve sana geliyorum, bir film ayarla dedi. Kendisinin daha önce "Siyah Beyaz" adlı filmi sevdiğini biliyordum. Ayrıca müzisyen; yani sanata, duyarlılığa, inceliğe sırtını dönmemiş biri. Önce insan hikayesine sahip bir bağımsız düşündüm. Sen ne tarz filmler seviyorsun diye sorunca Son Samuray, Cesur Yürek gibi tarihi epikleri sevdiğini söyledi. Hemen aklıma altı sene önce izlediğim ve dokuz verdiğim "Glory" geldi. İnsanoğlu çok değişiyor. O zamanlar patetik bir romantizme sahip olmalıymışım herhalde. Bu filme dokuz verdiğime göre...Artık bu şablon filmler hiç ilgimi çekmiyor. Başı sonundan belli olan tür filmlerini kastediyorum. Hele osuruğundan şimşekler çıkartan kahraman hikayelerine hiç yüz vermiyorum artık. Militarizm sosu da varsa ben almayayım. Sinema tarihini tanımak isteyenler için önemli bir film olabilir, Danzel Washington'un efsanevi sahnesi için de izlenilebilir bu film ama altı buçuktan altı buçuk..

Dört film

Daha önce bir günde üç film izlediğim olmuştu ama dört tane izlememiştim. En çok beğendiğimden başlayayayım. Son bir haftada birbirine benzeyen çok film izledim. Bunlar Amerikan bağımsız sinemasından, iyi ya da kötü sistem karşıtı, okulları fon alan, düşük bütçeli, starsız filmler. "Pump Up the Volume" (1990) de bunlardan biri. Aynı adla 80li yılların ünlü bir disko şarkısı varmış. Şarkı günümüzde çok önemsenmiyor ama film sinema dünyasında çok saygı duyulan bir film. "Heathers/Çılgın Kızlar"da da asi ruhlu bir genci canlandıran Christian Slater burada nevrotik lise öğrencisini çok iyi canlandırıyor. Gündelik hayatında oldukça pasif bir görüntü sergileyen Mark, babasının hediye ettiği amatör radyo istasyonundan yaptığı korsan yayınlarla neredeyse dünyayı değiştiriyor. Yaşadığı taşra kasabasının (suburb) dünyasının baştan aşağı değiştirmeyi başarıyor. Horny Harry Hard-On mahlasıyla gün içerisinde konuşulmayan ama ayan beyan var olan rahatsız edici konuları korsan yayınlarında konuşuyor. Bu kadar etkili olabileceğini tasarlamadığı bu zararlı eylemi kaçınılmaz olarak; okul, müdür, rehber öğretmen, polis, vali gibi otoriter figürlere dokununca wanted/aranıyor olmak durumunda kalıyor. Tam olarak ayakları yere sağlam basmasa da geçerli, somut çözüm önerileri sunmasa da sağlam bir sistem eleştirisi var "Pump Up the Volume"un. Tipik bir batılı tarzı değiştirmeyi düşünmeden isyan etme olayı. Ama olsun bu bile bir şeydir ve saygıyı hak ediyor. İlgiyle izlenen, çok yaratıcı, kafalarda soru işaretleri uyandıran bir film. Slater'ın performansı üst düzey. Aynı şekilde Nora Diniro rolünde Samantha Mathis'in performansı da çok iyi. Kendisinin ilginç bir hikayesi var. Geçen hafta Amy Winehouse ölünce genç yaşta ölen yetenekli müzisyenlerden bahsedildi. Janis Coplin, Kurt Cobain, Jimi Hendrix, Jim Morrison gibi genç yaşta ölüp efsane mertebesine ulaşan müzisyenlerin adları anıldı. Bu tür efsaneler sinema dünyasında da mevcuttur. En son Heath Ledger bu mertebeye ulaştı. Ondan önce en çok da James Dean böyle bir muamele görmüştür. Bir de Johnny Depp'in sahibi olduğu barda uyuşturucudan ölen River Phoenix vardır. Yakışıklılığı, "My Own Private Idaho/Benim Özel İdahom"daki performansı ve genç yaşta gelen ölümüyle bir efsane olmuştur. Phoenix altın vuruşu yaptığında yanında Samantha Mantis vardı. Asi genç kategorisinden hep ilgi çekmiştir Mantis. "Pump Up the Volume"u izlerken bir şey farkettim. 70li veya 80li yılların filmlerinde sigara içme eylemi; bir isyankar olma halini, özgürlükçü duruşu falan simgeliyor. Ama günümüzün filmlerinde; bir zayıflık halini, kaybeden olma halini simgeliyor. Tu kaka ediliyor sigara içen kişiler. Bence ikisi de yanlış bir tutum. Sonuçta yüz kızartıcı bir suç değil sigara içmek ama iyi, övülecek bir iş de değil.
İkinci filmim şiddetin ozanı diye anılan Sam Peckinpah'a ait. "Pat Garrett & Billy the Kid" (1973). Yeni Amerikanın sancılı doğum sürecinde yaşamış bu iki karakter, Peckinpah filminde gerçek hayattekinden biraz farklı bir kurguyla resmediliyorlar. 21 yaşında Garrett tarafından öldürülen Kid o zamana kadar 21 cinayet işlemişti. Aralarında filmdeki gibi bir dostluk yoktu. Yok olan bir dönemi simgeliyordu Kid. Amerikan filmlerinde kirli sakallı bir ihtiyar those were the times/ne günlerdi der sık sık. O günlerin figürlerindendi Kid. Yeni bir düzen oluşturan arazi sahipleri, tüccarlar, girişimciler, yatırımcılar Kid gibi çıkıntıları istemiyorlardı elbette. Filmde, Kid'in üstüne eski dostu Garrett'i salarak bir dog-eat-dog dünyası yaratıyorlar yani kardeşi kardeşi kırdırtıyorlar. Bunu yaparken Garrett'a ünvan (rozet) veriyorlar. Filmde bir rolü de olan Bob Dylan'in "Knockin' on Heaven's Door" parçasını bu film için bestelediğini öğreniyoruz. Ben bu şarkının Vietnam'dan dönenler için bestelendiğini zannediyordum oysa şarkının girişinde anne bu rozeti benden sök, artık onu kullanamam sözleri Garrett'in ruh halini çok iyi yansıtıyor. Tıpkı günümüz Türkiye'sinde AKP'ye yamanmaya çalışarak var olacaklarını düşünenler gibi, Garrett da yeni düzene eklemlenerek var olabileceğini düşünüyor ama Kid'i harcayıp harcamama konusunda çok kararsız. Filmin hemen başındaki muhteşem sahnede, yıllar sonra düzenin kendisini de sinek gibi harcadığını görüyoruz. Bu dünya sana da kalmadı Garrett. Muhteşem bir konusu var PGBTK'in. Her Peckinpah filminde olduğu gibi inanılmaz cool erkek karakterleri de. Bence Clint Eastwood'un 1992'de çektiği "Unforgiven/Affedilmeyen"e kadar western türünü mezara gömüyor.

Şampiyonlar ligi maçlarını izlemek için aldığım D-Smart aboneliğinin bana hoş sürprizleri oldu. Birkaç Türk sineması kanalında uzun süredir merak ettiğim filmleri izleme şansına sahip oldum. Dün izlediğim "Hasip ile Nasip"i (1976) daha önce de izlemiştim ve aklımda kaldığı kadarıyla müthiş bir siyasi taşlama örneğiydi. Aynen hatırladığım gibi çok eğlenceli bir siyasi taşlama örneği "Hasip ile Nasip". Atıf Yılmaz'ın filminin girişi bile Türkiye sağ siyasetinin geçmişini bir çırpıda ve etkili bir şekilde özetliyor. Filmde yaşananlara bakınca 1976'da günümüze taşra siyasi yapısının çok da değişmediğini görmek acı verici. Film Google Video'da da mevcutmuş. Merak edenler oradan izleyebilir. "Teslimiyet"le ilgili yazımda andığım "Köçek" (Caniko) (1975) da dün gece yayınlandı SineTürk kanalında. Agah Özgüç'ün kitaplarında çok anılan bu filmi de uzun yıllardır merak ediyordum. Gerçi bu film de internette bir yerlerde mevcutmuş ama oradaki ses kayıdı çok kötü. Müjde Ar'ın ilk başrolü "Köçek". Doğuştan bir hermafrodit olan Caniko erkek olmayı tercih etmiş. Kötü adamlar kendisine tecavüz etmek isterken manzarayı çakınca bir bıçak darbesiyle Caniko'yu ızdırabından kurtarıyorlar. Filmde bir castration/hadım etme sahnesi olduğunu belirteyim. Filmin televizyon gündüz kuşaklarında yer bulmamasının sebebi, bu sahne ve filmin farklı içeriği olmalı. Gerçi o yıllarda yavaş yavaş Türk sinemasını esir almaya başlayan bayağı erotik-komedi anlayışını yansıtan bazı sahneler de filmde var. Ben filmi inandırıcılıktan epeyce uzak ve sıkıcı buldum. Ama farklı bir film olduğu yadsınamaz. Bir kere izlemek lazım..    
   

06 Ağustos 2011

Lezzet durakları 4 ve 500 liralık istikrar

Bolu’da son bir haftam kaldı. Gitmeden bazı lezzet duraklarımın adını anmak istedim. Neden bu zamana kadar Bolu’da kaldım? İŞKUR’un düzenlediği bir İngilizce kursunu veriyorum. Öğrencilerim; yaşları 38 ile 50 arasında değişen, çoğu ilkokul mezunu ev kadınları. Ortam Recep İvedik’in dediği gibi hamurumsu külotlu çorap kokuyor ama ben bu kursu verdiğim için çok memnunum. Benim için iyi bir tecrübe oluyor. Onları çok seviyorum. Karşılıklı sevgi ve saygı çerçevesinde çok verimli, güzel dersler işliyoruz. Panpişlerimin içerisinde yanlış hayatın kurbanı olanlar, potansiyelini gerçekleştirememişler var. Fırsat verilseydi eminim yanlış hayatla mücadeleye çok önemli katkılar sunabilirlerdi ama ikiyüzlü bir toplumun içerisine doğdukları ve kadın oldukları için potansiyelinin farkında, özgür birer birey olamamışlar. Öğrendiğim kadarıyla, bir tanesi üniversite kantininde çalışıyormuş bu kursa gelmeden önce. Günde 16 saat çalışıyormuş. Maaşı 500 liraymış ve sigortası yokmuş. Bir tanesi bir büroda temizlik işine bakıyormuş. Yine sigortasız olmak üzere 350 liradan işe girmiş ve daha yeni 450 lira yapmışlar. Diğer bir tanesi tarlada, güneşin alnında günde 12 saat için 15 lira alıyormuş. Başka bir örnek olarak geçenlerde sohbet ettiğim bir ikinci el araba satıcısını verebilirim. O da yanında çalışan elemana haftalık 75 lira veriyormuş. Bir de bunu yüksek bir lütuf gibi anlatıyordu. Çocuk askerliğini yapmadığı için kendisine minnet duymasını bekliyordu. İnsanca yaşamak için askerliğini yapmış olma şartı vardı ona göre. Ne demeliyim? Bir AKP sempatizanı ve durumu iyi birinden Türkiye’de istikrar var lafını çok duyarsınız. Evet Türkiye’de istikrar var ama 500 liralık istikrar var işte. Bu istikrarın muhatap aldığı milyon, milyon tane insan var. Ben böyle istikrarın taaaraftarlarını anlamakta zorlanıyorum. Bu durumun önemli sebeplerinin birinin de şükürcü felsefe olduğunu düşünüyorum. Derste bazen oluyor. Birisi Allah’a şükür diyor sonra hepsi birden koro olarak tekrarlıyor. Öyle deme hoca bunu bulamayanlar da var diyorlar. Niye bulamadıklarını veya kendilerinin bu kötü ve yanlış hayatı neden yaşamak zorunda olduklarının sebeplerini sorgulamak yerine hep kendinden bir kademe aşağıda olanları düşünüyorlar. O kademeler nereye kadar gider bilinmez ama bildiğim bir şey var ki bu böyle gitmez. Bunları yazmak istedim. Gelelim lezzet duraklarına…
Burada tanıtacağım üç lezzet durağından da daha önce sayısız kez memnun ayrıldım ama her üçünden de son iki, üç denememden memnun ayrılmadığımı belirtmek isterim. Yani eğer kalitesiz ürün sunmak politikaları olmuşsa sorumluluğumu bu açıklamayı yaparak üzerimden atmak istiyorum.

Birincisi Bolu Köfte…Garanti bankasının arka tarafında. Aslında bunların köftelerini de seviyorum. Mükemmel pideler eşliğinde köfteler veriyorlardı. Sonra o pideler yok oldu. Sebebini sorduğumda, Bolu halkının pideleri istemediğini ve ekmek eşliğinde köftelerini yemek istediklerini söylediler. Eğer pide isterseniz siparişi verdiğinizde belirtmeniz gerekiyor. Kuşbaşılı pidelerini de çok seviyorum. Etin suyu ağzınıza geliyor. Şu resimdeki şişe ayrana bakar mısınız? Ben gazlı içecekleri hayatımdan büyük oranda çıkardım ama 80li yılların şişe kolalarını bulsam içerim herhalde. İçecek bence cam şişede içilmelidir. Plastikle içecek içmek şişme kadınla yatmak gibi bir şey (hiç yapmadım, sadece benzetme yapıyorum).Ve bu şişe ayranı Bolu’da başka bulabileceğiniz bir yeri en azından ben bilmiyorum

İkinci durak da yine pidesiyle anılacak. Sanayide bir yerlerde Kebap 09 diye bir yer var. Müthiş kuşbaşılı pideleri var(dı), son iki, üç denemeden önce…Yalnız ortamda ambiyansın çok kötü olduğunu belirtmem lazım. Öğle saatlerinde giderseniz, yemeğinizi işçi sınıfının vücudundan kaynaklanan bilumum kokular eşliğinde yemeniz çok olasıdır. Salatalarının da çok zayıf olduğunu söylemek zorundayım.


Son durağımız Lütfü Usta. Burma kadayıf yapıyor Lütfü usta. Yeri çok acayip bir yerde. Yılmaz sokak, Google Maps’ten kontrol edebildiğim kadarıyla. Bir tane de so-called barlar sokağında yeri var. İki tane pavyon ve bir iki tane de kıytırık içki içilebilen mekan var diye buraya barlar sokağı demişler. Bir de NT kırtasiye var bu sokakta. Ben de bu sokaktaki Lütfü ustanın yeri için her zaman “Shine on You Crazy Diamond” diyorum. Burma kadayıf konusunda Bolu’daki en iyisi. Diyarbakır’dan gelen bir arkadaşım, burası aynı Diyarbakır’daki gibi yapıyor demişti. Ambiyans mı? Yerlerde sürünüyor..         

Fetiş yiyeceğim

Bugün sizlere son zamanlardaki en fetiş yiyeceğimi tanıtmak istiyorum. Daha önceleri Eti Puf, karadut, semizotu, hamsi, ahududu, fırında makarna, Jacky marka gofret, Eti Hoşbeş gibi yiyecekler fetiş yiyeceğim olmuşlardı. Her şey Gaziantep'li arkadaşım Barış'ın evinde makarna yapmamızla başladı. Kendisi rockçı olduğu için ben ona Barışarak diyorum ve yazının bundan sonraki bölümünde Barışarak olarak adlandırılacaktır. O makarnayı yaparken Barışarak tezgah altından bir yerlerden Gençlerbirliği forması gibi kırmızı-siyah bir şeyler çıkardı. Bunu kullan dedi. What the f**k might this be diye düşünürken, o şeyin Gaziantep biber salçası olduğunu öğrendim. Bu arada ben Vedat Milör'ün Türkiye'de beğendiği tek bira olan Tuborg %100 Malt'ı içmeye başlamıştım. İş biber salçalı makarnayı yemeye geldiğinde dilimden vurulmuşa döndüm. Söyle söyleyeyim: Gaziantep biber salçası "The Silence of the Lambs/Kuzuların Sessizliği"yse, market salçaları "Kutsal Damacana 2: İtmen" olmalı. Ben böyle bir lezzet tatmadım. Üstüne Tuborg'u da içince sanki hayatta çok önemli bir şeyi başarmış gibi hissediyorsunuz kendinizi. Salçanın öttürgenlik katsayısı mükemmel. Kesinlikle rahatsız etmiyor ama biraz fazla kaçırırsanız kulaklarınızdan ateş çıkıyor. Ekmeğin üstüne kekik veya naneyle de bal gibi yeniyor. Örneğin bugün kahvaltıda yedim. Peki bu salçayı nasıl elde edersiniz? Barışarak'tan telefonunu aldığım Gaziantep Çopuroğlu Gıda'dan. İnternet siteleri de mevcut. Jesus Christ gelse bundan daha iyisini yapamaz herhalde. Kendileriyle tanışmamama rağmen Zeki ve Rıdvan ustalar artık en yakın arkadaşlarımdan; çünkü işini tutkuyla yapan insanları çok severim (Örnek: Gennaro Gattuso, Dario Argentino, Bahattin usta, Hasan Genç, Ankara'da Japon arabalar üstüne en iyi isim olan Japoncu Celal vb.). Telefon ediyorsunuz ve bir gün sonra otobüsle gönderiyorlar. Gerçi onların sayesinde Bolu/Dörtdivan üzerinde kimsenin bilmediği bir tesise gitmek zorunda kaldım ama olsun, helal olsun. Bir gün Barcelona forması üstünde Çopuroğlu Gıda'nın reklamını görmek istiyorum. İyi hafta sonları.

04 Ağustos 2011

"Welcome to the Dollhose" (1995)


İyi ki bu Todd Solondz iki, üç yılda bir film çekiyor. "Happiness/Mutluluk" adlı filmi izleyeli bir sene oldu ama hala etkisinden kurtulmuş değilim. Yine bir ezik ama çok şeyler tecrübe eden Solondz karakteri... Şu ana kadar altı filmi var ve üçünü seyrettim ama bu adam misantrophy/insanoğlundan nefret etmenin kitabını yazıyor. Sıkı takipçisiyim ama filmlerini izlemeden önce sakince oturup, şimdi izleyeceğim şey sadece bir film demek gerekiyor kanımca. Bir Todd Solondz filmi izlemeden önce; dünya bu kadar kötü, insanlar bu kadar zalim olmamalı diye zihninizden geçirmek gerekiyor önce. Bir ortaokul indie'si ama çok rahatsız edici ve kesinlikle izlendikten sonra aile bireyleriyle pikniğe çıkılması tavsiye edilir...

Oruç ben seni tutmayayım, geç oldu...

"The School of Rock" (2003)


Artık iyice favori yönetmenlerimden biri olan ve Amerikan bağımsız sinemanın prensi kabul edilen Richard Linklater’in “The School of Rock/Hababam Rock” adlı filmini de çok sevdim. “High Fidelity/Yüksek Sadakat”te de benzer bir rolde gördüğümüz Jack Black ciks okulda derse giren rockçı öğretmen rolünde parıl parıl parıldıyor. Psychedelic Rock’a tutkun olan ve onu temsil ettiğini düşünen Dewey’in bir rock bardaki canlı performansıyla açılıyor film. O dönemin gitaristlerine özgü solo atan Dewey, kendisini seyircinin üstüne bırakıyor ama kimse onu tutmuyor. Dewey bu anlaşılamamazlığını yeteneksizliğine değil de MTV sayesinde poplaşan rock anlayışına bağlıyor. Artık klipler MTV’de yayınlanacak diye dört beş dakikaya hapsedilirken, 70lerdeki gibi uzun sololar ve yaratıcı şarkı sözleri kabul görmüyor ona göre.  Kendi kurduğu gruptan atılan Dewey’e, ev arkadaşının gıcık kız arkadaşından dolayı bir de kira yükü yüklenince; anti-kahramanımız kendisini alavere dalavereyle Türkiye’de ücretli öğretmenlik olarak bilinen sistemin içerisine sokuveriyor. Yani çeşitli sebeplerden dolayı derse giremeyen kadrolu öğretmenin yerine köle gibi çalıştırılarak, üç kuruş paraya derse sokulan insanlardan biri oluyor. İlk gün tahtaya sahte ismini yazamayan Dewey (Ned Schneebly) kendisine kısaca Mr. S (ass) dedirtiyor. Ciks okulda robotik bir hayat sürdükleri belli olan, Led Zeppelin ile ilgili en ufak bir fikirleri dahi olmayan, başarı müptelası çocukların dünyaları bir rockçının gelişiyle ters düz oluyor kaçınılmaz olarak. İnanılmaz eğlenceli bir film “The School of Rock”. Gerçek hayatında da bir rockçı olan Jack Black’in performansı takdire şayan. Film rock hayranları için de bir gönderme bulma bulmacası olabilecek nitelikte. Sürekli ünlü gruplara, gitaristlere ve şarkılara referanslar yapılıyor. Bazen bu şarkılar çalınıyor da. Gerçi artık Serdar Ortaç adlı kötü insanın sayesinde poplaştı ama afişte bile ünlü bir şarkıya atıfta bulunuluyor. Bu filmi izledikten sonra kel alaka bir düşünce olarak Metallica’nın “Enter Sandman” adlı şarkısının intro’suyla, psychedelic arabeskin bir numaralı ismi olan Orhan Gencebay’ın “Ayşen” adlı şarkısının intro’sunun eşit derecede etkileyici olduğunu düşündüm.  

Telefon rehberi

Adem Doğancı, Akbank, Akın, Akın1, Alaattin, Alfred, Ali, Ali Eğitimsen, Ali Duman, Ali Saz, Annem, Artist, Arzu Hanım, Atilla Turizm, Ayça Agsl, Ayfer Doğancı, Ayten Koca, Babam, Bahattin, Barışarak, Berna Kabadayı, Bilal Eğitimsen, Bizarcı, Blanka, Bülent Sinop, Cemal Gülmez, Cenk, Çopuroğlu Gıda, Doğan Yıldız, Elçin Özçağlatan, Emeklilik No, Emine Hoca, Ercan, Erdem, Ergin, Erkan Usta, Ersin Gitar, Ev, Ev Bolu, Garanti, Gökhan Agsl, Gülay, Gülcan, Güven Eğitimsen, Hakan Çoban, Hakan Hoca, Halil, Hasan Rehber, İbrahim Doğancı, İlhan, İnci Hala, İrem Agsl, Kapıcı, Kemal Erduran, Kübra Öztürk, Kurtuluş, Levent, Mahir Müdür, Mebsis, Mehmet Agsl, Mem Sicil No, Mert, Mes Ut, Metin Eğitimsen, Müdür, Muhammed Tiryaki, Murat Kaya, Murat Gökmen, Mustafa Çağlar, Naci, Nazmiye, Necdet, Necip, Nihaldo, Nursen Özçetin, Oben Hanım, Okul, Orhan Aksay, Osman, Özcan Hatay, Özlem, Öztürk, Pınar Eğitimsen, Pm, Reyhan Beyhan, Saadet, Salih, Seher Çoban, Selim Agsl, Şen Özgüner, Serap Çiftçi, Serhan Fen, Sevilay, Şeyma Hanım, Seymen, Soydan, Talha Can, Taner Agsl, Taşkın, Tuğrul Agsl, Ünal Ka., Vergiç, Yücel, Yusuf Doğancı, Zeynep,

02 Ağustos 2011

"Living in Oblivion" (1995)

Allah'ına kadar karşı olduğum bir sistemin (eğitim sisteminin) içerisinde mücadele ediyorum, birgün yılıp da meslek değiştirmek zorunda kalırsam insanoğluyla en az uğraşan mesleklerden biri olan uzun yol tır şoförlüğü yapmayı düşünürüm bazen. Uzak hayalim de yönetmen olmak. Bu filmi izledikten sonra yönetmen olma hayallerimi gözden geçirmeye karar verdim. Film çekerken bu kadar fazla insanla uğraşmak zorunda kalan bir yönetmenin kafayı yememesi çok zor. Film bir bağımsız film çekme sürecinde geçen sinir bozucu halleri işliyor. Bir türlü işler yolunda gitmiyor. Ekonomik yetersizlikler bir yana herkesin bir derdi var. Herkesin bir fikri. Ekip üyeleri arasında ilişkiler sarmalı yaşanıyor. Kimin eli kimin cebinde belli değil. Ve bütün bu sorunları çözmesi beklenen kişi de yönetmen. Hep Imdb trivia bölümünde bağımsız filmler çekilirken ne kadar zorluklarla karşılaşıldığını, nasıl eş dost yardımıyla işlerin yürüdüğünü, yönetmenin arabasını satmak zorunda kaldığını falan okuruz (örnek: "Clerks/Tezgahtarlar"). "Living in Oblivion/Manik Depresif"te de yönetmen Living in Oblivion adlı filmi çekerken bin türlü sorunla mücadele ediyor. Zekice kurgulanmış bir film. Son olarak: Steve Buscemi'nin bir filmde karizmatik olabileceği hiç aklıma gelmezdi.