29 Ekim 2011

"Jersey Girl" (2004)

Film izlemediğim günlerde üzerimde garip bir durgunluk oluyor. Bir eksiklik hissediyorum. O yüzden her an izlenebilecek 90 dakikalık filmler olsun isterim elimin altında. Geçen sene Aki Kaurismaki'yi keşfettiğim zamanlarda bu konuda çok rahattım. O zamanlar da şimdiki gibi inanılmaz yoğundum ama 10 gibi falan eve geldiğimde 60, 70 dakikalık tipik bir Aki Kaurismaki filmi izleyebiliyordum. Maalesef Kaurismaki filmleri bitti. Kevin Smith'in de "Jersey Girl/Babasının Kızı" adlı filmi uzun süredir elimin altındaydı. Depremzedeler için bir şeyler yapmak istediğim için eve geç geldim ve beni yormayacak bir film izleme niyetindeydim. "Jersey Girl" devreye girdi ve ben buradayım dedi. Geçenlerde Bağımsız Sinema adlı bir kitap okudum.


Yazar Holm bu kitapta ilginç bir bilgi veriyordu. Bağımsız sinemanın tamamıyla bağımsız olması gerektiğini söylüyordu. Yani çekim, dağıtım ve gösterim aşamalarının yönetmen veya şirketi tarafından bizzat yapılması gerektiğini söylüyordu. Bu tanıma göre Star Wars'ların modern üçlemesi bağımsız film sayılmalıydı. Milyonlarca dolar masrafı ve bahsettiğim aşamaları Lucas tarafından karşılanmıştı. Ama bugün kimse Star Wars'a bağımsız film demiyor. Holm bağımsız film tanımının artık içeriğine göre yapıldığını söylüyordu. Yani sıradan insanların sıradan hayatlarını anlatan ve Sundance film festivaline katılan filmler için kullanan bir tanım olmuştu bağımsız sinema. Miramax, New Gate, Lions gibi şirketlerin aslında büyük studyoların taşeron şirketleri olduğu bilgisini de öğrenmiş oldum. Fark ettim ki ben de bu yanlışa düşmüşüm ve bağımsız diye adlandırdığım filmler hiç de bağımsız değilmiş. Ben de içeriğe göre bu kategorileştirmeyi yapıyormuşum. Yanlış bir tanım da olsa bu tanımı ve bu filmleri seviyorum. Gerçek bir bağımsız filme örnek olarak "Moral Bozukluğu ve 31"i verebiliriz o halde. Dağıtımcı, gösterimci yok. Her şey ilk elden. Kevin Smith'in de ilk filmi "Clerks./Tezgahtarlar" bu anlamda bağımsız. "Jersey Girl" de içerik açısından bağımsız. Yani sıradan insanların, Amerikan banliyölerindeki hayatlarını anlatıyor. Kaybedenler falan var. Bu film için kişisel bir film yorumunu yapabiliriz. Bir sene önce babasını kaybeden ve yine aynı dönemlerde bir kız evlat sahibi olan Smith, tamamen kendisinden esinlenerek bu filmi kotarmış. Tanıdık Smith mizahından eserler de yani üreme ve boşaltım organları temalı espiriler de çok az yoğunlukta hissediliyor. Kesinlikle iyi bir film değil "Jersey Girl" ama üzerinizde tuhaf bir etki bırakıyor. Klişelerin klişeleri var filmde. Aşk ve çocuk sevgisi üzerine benzer tezleri olan milyonlarca film bulabilirsiniz belki. Ama yine de "Jersey Girl" bunların yanında biraz daha samimi geliyor insana. "Jersey Girl", altı puan verdiğim ama sevdiğim filmlerden biri oldu benim için.


Jersey Girl - Trailer   Internapse

27 Ekim 2011

"Tambien la lluvia" (2010)


"Tambien la lluvia/Yağmuru Bile". Yani yağmuru bile satarlar demek istiyor. İspanyol yönetmen Iciar Bollain'in filmi Bolivya'da geçiyor. İspanya'dan gelen film ekibi Kolomb'un yerlilerle karşılaşmasını anlatan bir film çekme niyetinde. Bu arada bölgede sıcak saatler yaşanmaktadır. Bu sıcak saatler yakında ülkemizde de yaşanırsa hiç şaşırmayacağım. Çünkü AKP her şeyi gördüğü gibi suyu da satılık bir meta olarak görmektedir. Binlerce HES projesi gerçekleştirilmektedir ve planlanmaktadır. 10 yılda 100 milyar dolarlık bir işlem hacmi hedeflenmektedir. Ve bu HES'lerin doğaya zararlı olduğu bilinen bir gerçektir. Google görsellere HES önce sonra yazınız. Endemik türler, yok olmaya yüz tutmuş organizmalar bu adamların umurlarında değildir. Tarihi eserlere birkaç çanak çömlek diyenlerden kuşlara, solucanlara insaf göstermesini bekleyemeyiz değil mi? Bu HES'ler enerji ihtiyacı bahane edilerek yapılıyor oysa o ihtiyacın çok az bir bölümünü karşıladığı biliniyor. Öyle olsa bile o kadar enerjiye ne için ihtiyacımız var diye sorulmalıdır. Türkiye'de bir sanayi fetişi gözlemliyorum. Tasarrufu değil çılgınca tüketmeyi aşılayan sistem sonra enerji ihtiyacınız var mecbursunuz diyor. O her sene yenilenen i-phone'lar, o kadar araba, led tv'ler, üretime hiçbir katkısı olmayan gökdelenler falan doğamızdan daha mı değerli? Bolivya'nın AKP'si de suyu özelleştirme kararı alır ve yerliler bir direniş başlatır. Bu yerli direnişiyle film içinde film olan Kolomb-Yerli karşılaşmasının paralellikler içermesi filmin artılarından biri. Kolomb zihniyeti nasıl yeni kıtayı kraliçenin ve papanın emrine sunmak için harekete geçmişse, Bolivya'nın AKP'si de her, şeyim var diyen uluslararası şirkete bende tuz var diye koşmaktadır. Böylesine iddialı bir konuyu filmleştirdiği için yönetmen övgüyü hak ediyor ama filmin trajedi dozunun biraz daha fazla olmasını arzulardım ben. Çok etkili olabildiği sahneler, diyaloglar eksik değil ama yaşanan kaosu biraz daha iyi resmedebilmeliydi. Filmde Gael Garcia Barnel, Luis Tosar gibi ünlü oyuncular var ama eminim amatör oyuncu Juan Carlos Aduviri'nin performansı herkesin dikkatini çekmiştir. Direnişçi yerlilerin lideri olan Daniel film içinde filmde de benzer kilit bir rolde. "Tambien la lluvia", namuslu, etkili, iyi bir film ama bir başyapıt diyemiyorum kendisi için.  

26 Ekim 2011

"Midnight in Paris" (2011)

Şu dünyada sürekli kendilerini tekrar etmelerini istediğin üç kişiyi söyle deseler, Lionel Messi, David Lynch ve Woody Allen diyebilirdim. Fakat Allen'ın kendisini tekrar ettiği son filmi "Midnight in Paris/Paris'te Gece Yarısı"nı sevemedim. Bu sonuca etki eden en önemli faktör Allen'ın sürekli canlandırdığı paranoyak rolünde bu sefer başka bir adamın oynamasıydı. Görünmediği filmlerde hiç klasik Allen karakateri yoktu ve bu filmler bende bir yabancılaşma duygusu yaratıyordu. "Midnight in Paris"teki katıksız Woody karakteri de başka bir yabancılaşmaya sebep oldu. 42 filmlik filmografisinde defalarca kez canlandırdığı növrotik, ilhamı gelmeyen entellektüel rolüne bir başkasını koyması bence maalesef Allen'ın uzatmaları oynadığına bir işaret. Aslında bu karakterin girdiği çıkmaz sokaklar, maruz kaldığı komik anlar çok tanıdık ve Allen oynasaydı pek sevimli olabilecekti ama Allen hayranlarında bir burukluk yarattığı gerçek olsa gerek. Gerçi diğerlerinin yorumlarına bakmadım en azından benim nazarımda durum böyle. Allen ilk defa fotoşoplu bir afiş kullandı. Nasıl hissedeceğine bakacakmış ve ilerideki filmlerinde kullanıp kullanmayacağına karar verecekmiş. Sizce nasıl hissedecek? Sürekli övgüye, ilgiyi maruz kalan insanların önemli bir bölümü, bu durumun devam etmesi için çok çaba harcarlar. Allen'da da olan bu mu acaba?

22 Ekim 2011

Jafar Panahi'nin yasaklı filmleri


Jafar Panahi'nin İran'da yasaklı olan iki filmi var. Biri 2000 tarihli "The Circle/Daire" diğeri de 2003 traihli "Crimson Gold/Kanlı Altın". Bu filmlerden birincisi Panahi'nin çok duyarlı olduğu kadın hakları konusuyla ilgili. Bir kadının kız çocuğu doğurmasıyla başlayan film, birbirine bağlı kadın hikayeleriyle devam ediyor ve yine başladığı yerde yani doğumhanede biterek adının hakkını veriyor. Kadınlar, erkek egemen toplumda birçok faktör tarafında sıkıştırılmış ve bir daire içerisinde dönüp dolaşıyorlar demek istiyor. Daire dışına çıkmak isteyenlerin başınaysa, Panahi'nin mezarını ziyaret ettiği için tutuklandığı Neda Agha Soltan'ın başına gelenler geliyor. Daire dışına çıkmak isteyen erkekse de başına bir şeyler geliyor. En canlı örneği de yönetmenin kendisi. Şu ana kadar izlediğim İran filmlerinde gerçekçilik konusunda sorun yaşayan bir filme rastlamadım. "The Circle"da da sanki Tahran sokaklarında olayları kenardan izleyen bir seyirci gibisiniz. Kadınların İslam dininin de ebedi ve ezeli desteğiyle nasıl kişiliksizleştirilmeye çalışıldığını yerinde görüyorsunuz. Gerçi bunu görmek için İran'lara gitmeye gerek yok. Çok yakınımızda zaten. Bu, dini yanlış yorumlayanların suçu demeyin bana; din bu işte, fazlası değil. Sen kadının dövülebileceğini ayet düzeyinde onaylarsan sonra da beni yanlış anladınız diyemezsin. Sigara içmeye çalıştığı için başına bir şeyler gelme olasılığı olan bir kadın karakterin olduğu filmin İran'da yasaklanmasını anlamak zor değil. Tıpkı kadın sorunlarına da değinen ama asıl artısı sınıfsal çelişkileri orataya çıkaran "Crimson Gold"un da neden yasaklandığını anlamanın zor olmaması gibi. Çok enteresan bir pizza dağıtıcısı karakteri var "Crimson Gold"da. Hüseyin. Bir amatör oyuncu. Gerçekte de pizza dağıtıcılığı yapıyormuş ve şizofren biri. Bu şizofren olma halini filmi izledikten sonra öğrendim ama filmde de o kadar iyi hissediliyor ki anlatamam. Hüseyin'in her an kontrolden çıkabileceği hissediliyor. Motoruyla gece vardiyasında pizza dağıtıcılığı yapan Hüseyin her gittiği mekanda sınıfsal farklılıklarla karşılaşıyor. Askerdeyken komutanlığını yapan bir subayı görüyor örneğin. Komutanının kendisine sergilediği umursamaz tavırlar ve nihayet başından savmak için verdiği yüklüce miktardaki bahşiş Hüseyin'i etkileyen olaylardan biri oluyor. Sonrasında bir parti mekanına gidiyor ve burada dans edip eğlenen kızlı erkekli grubun nasıl da askerler tarafından göz altına alındıklarına şahit oluyor. Hüseyin'i raydan çıkartansa gittiği ultralüks bir rezidans oluyor. Burada havuzlu ve spor salonlu bir eve giriyor. Sınıfsal çelişkileri en iyi gözlemlediği yer burası oluyor. Sonrasındaysa kendisini adam yerine koymayan mücevher dükkanı sahibine cezayı kesmeye gidiyor. Filmin senaryosu Kiarostami'ye ait. Kendi filmlerinde açıkça sistem eleştirisi yapmaktan kaçınan ama evrensel mesajlar vererek yol gösteren Kiarostami'ye. Hiçbir İran filminde göremediğim bazı şeyler var bu filmde. Mesela bir kadının bir erkeğe gündelik hayat içerisinde bile olsa dokunması. Bir içki içme sahnesi. Evlilik dışı cinsel ilişki iması. Bazı argo ifadeler. Ve nihayet Humeyni'den önce kadınların tesettürsüz dışarıya çıkabildiği zamanlara duyulan özlem. Ve bütün bunların üzerinde sınıfsal farklılıkların altının çizilmesi. Yasaklanma dışında hiçbir şansı yoktu. Öyle de oldu. Bazı amatörlükler barındırımıyor değil film ama yine de bu cesaretinden ötürü övgüyü hak ediyor. 

20 Ekim 2011

Zeki, çevik ve ahlaklı


"After Hours"la (1985) ilgili araştırma yaparken, bir ekşi sözlük yazarının yorumu dikkatimi çekti. Scorsese'nin iki hit filmi olan "Raging Bull/Kızgın Boğa" (1980) ve "The Last Temptation of Christ/Günaha Son Çağrı" (1988) filmleri arasında çektiği üç film; "The King of Comedy/Komedi Kralı" (1983), "After Hours" ve "The Color of Money/Paranın Rengi" (1986) değeri teslim edilmeyen ama aslında çok iyi olan filmlermiş. Bahsi geçen üç filmin ilk ikisini izlemiş ve çok beğenmiş biri olarak "The Color of Money"i de izlemek istedim. Bu filmle ilgili araştırma yaparken, filmin aslında 1961 tarihli, Robert Rossen imzalı "The Hustler" filminin devam filmi olduğunu öğrendim. "The Hustler"ı izlemeden "The Color of Money"i izlemek bir şey ifade etmeyecekti. Ben de öyle yaptım ve iyi ki yapmışım. 60lı yıllar Amerikan sineması; klasik dönemle, bir uyanışı çağrıştıran 70ler arasında bir geçiş dönemi kabul edilir. Eskisi kadar rağbet görmeyen klasik filmler yavaş yavaş sahneyi terk ederken, yaşanan birçok tomlumsal gelişmeyle paralel Avrupa sinemasının da etkisinde yeni bir sinema doğar Amerika'da. "The Hustler"da bu geçiş döneminin hazırlığını görebiliyoruz. Filmin bir tarafı eski şablon filmleri hatırlatırken, diğer tarafı da keskin, acı bir gerçekçilik duygusu veriyor seyirciye. 70ler Amerikan sinemasını domine eden hayal kırıklığı dokusu bu filme de işlemiş. Birçok ankette en iyi spor filmlerinden biri seçiliyor. Amerikan kasabalarındaki izbe bilardo salonlarında kekleri avlayan müthiş bir bilardo yeteneği olan "fast" Eddie Felson adlı bir üçkağıtçı filmin ana damarı. Felson; çok iyi işlenmiş, ilginç bir karakter. Benzersiz yeteneğine rağmen, karakter sahibi olamayan bir başka deyişle doğru yerde doğru kararı alamayan biri. Tabi bu yorum filmde Eddie'yi sömüren para babası Bert Gordon'a ait. Bence de sık sık yanlış kararlar alıyor ama özünde zeki, çevik ve ahlaklı biri. Film Felson'ın kişisel mücadelesi üzerinden olabildiği ölçüde başarılı bir sistem eleştirisine dönüşüyor. Filmin ikinci yarısında ortaya çıkan ve bana Amerika, İngiltere ve Fransa'yı anımsatan Bert Gordon karakteri için hayatın tek anlamı kazanmak. Nasıl olursa olsun, kimler harcanırsa harcansın önemli olan kar etmek. Filmin sonlarına doğru artık nefesler tutularak izlenen final bölümünde, günümüzde sürekli parlatılan mesleklerden olan girişimci Gordon'ın sebep olduğu trajedi ve Felson'ın onurlu isyanı filmi unutulmaz kılıyor. Destansı oyunculuklar var filmde. Paul Newman'ın bazı filmleri beni çok etkilemiştir bazıları da "The Color of Money" örneğinde olduğu gibi beni hayal kırıklığına uğratmıştır ama "The Hustler"da dediğim gibi destansı bir performansı var Newman'ın. Yine George C. Scott'ın hayat verdiği şerefsiz Gordon karakteri inanılmaz başarılı. Bu rolüyle Oscar alamayan Scott Akademi'ye küsmüş ve 1970 yılında "Patton" filmindeki performansıyla kendisine verilen Oscar ödülünü reddederek bunu tarihte yapan ilk insan olmuş. Bu davranışıyla iki kat daha fazla hayran oldum kendisine ama keşke bu doğru davranışı kişisel bir sebepten dolayı yapmasaydı. Bana Oscar verselerdi törene katılırdım, sahneye çıkar ve go f**k yourself (gidin ve kendinizi becerin) derdim herhalde.
İlköğretim birinci kademe öğrencilerinin oynadığı bir oyun çok ilgincime gidiyor. Bahçeye çıkıyorlar ve sekiz on tanesi bir topun peşinden amaçsızca koşuyor. Bu bazen bir plastik su şişesi veya kola kutusu da olabiliyor. Ne bir kale var, ne bir gol atma amacı veya ne bir takımdaşlık duygusu...Öylesine amaçsızca topun peşinden koşuyorlar. Martin Scorsese'nin de "The Color of Money"de ne amaçladığını anlayamadım. 25 sene önce çekilmiş ve bir şekilde efsane olmuş bir filmin devamını çekmesi ve altından hakkıyla kalkamaması Scorsese için iyi olmamış diye düşünüyorum. Bu sefer Eddie Felson bir old timer/eski tüfek olarak karşımıza çıkıyor. Karşısında da genç yetenek Tom Cruise. Felson, Vincent'taki yeteneği keşfediyor ve tıpkı Gordon'ın kendisine yaptığı gibi Vincent üzerinden para kazanmayı hedefliyor. Yalnız, Gordon yüzünden o kadar büyük bir trajedi yaşayan bir insanın yıllar sonra da olsa onun gibi davranmaya çalışması beni düşündürdü. Böyle bir şey olabilir mi diye sordum kendime. Olabilirdi ama o halde "The Color of Money"nin sonradan yaptığı gibi tekrardan Felson'ı idealize etmeye çalışması sorunluydu. Ayrıca, filmde Felson'ın kız arkadaşı ilk filmdeki gönül ilişkisinin aksine oldukça işlevsiz ve filme koymak için koyulmuş gibi duruyordu. İlk filmdeki etkiyi yaratması herhalde beklenen Vincent Carmen ilişkisi de beklenen etkiyi yaratmaktan oldukça uzaktı. Ve film giderek bir Rocky 5'e dönüştü. Bence bu filmde Scorsese amaçsızca topun peşinde koşuyor ve gol atacağı bir kale de yok. Bana tek faydası, beni "The Hustler" gibi muhteşem bir filmden haberdar etmesi oldu.

15 Ekim 2011

"After Hours" (1985)

Hangi filmleri hatırlatmıyor ki "After Hours"? En başta Hitchcock klasiği "North by Northwest/Gizli Teşkilat" (1959). Sonra Stone klasiği "U-Turn/Kaybedenler" (1997). Scorsese'nin kendi başyapıtı "Taxi Driver/Taksi Şoförü" filminin çok da belirgin olmayan ama hissedilen izleri de bu filmde mevcut. Hatta biraz zorlarsak kendisinden sonra çekilen Atıf Yılmaz'ın "Aahh Belinda"sında (1986) bile bu filmin izlerini bulabiliriz. Edward Münch'ün meşhur Scream/Çığlık tablosundan esinlenmeler olması dolayısıyla kendisinden yıllar sonra çekilecek "Scream/Çığlık" serisine ilham kaynağı olduğu da düşünülebilir. Mike Leigh'nin "Naked/Çıplak"ı (1993) vs. vs...Kısıtlı bir zaman diliminde geçen ve paranoyayla karışık klostrofobik filmleri çok severim. Üstüne bir de başarılı bir kara mizah barındırıyorsa o film tadından yenmez. "After Hours" benim bu beklentilerimi karşıladı. Scorsese'nin de facto cehennemi New York'da, bir gece yarısı, metin düzenleyicisi Paul Hackett hoş bir gece geçirmek isterken "U-Turn"deki Bobby gibi bir bahtsız bedeviye dönüşüyor. Hiç evelemeden gevelemeden direk hikayeye girerek seyirciyi ele geçiriyor "After Hours". İlk beş dakikada çekici bir kadınla tanışan Paul, Manhattan Soho'da oturan kadından bir davet alıyor ve sonrasında başına gelenler saymakla bitmez, saymamak da gerekir zaten. Bu filmin bana hatırlattığı birçok özlü söz, şarkı sözü oldu. Her canlı bir gün ölümü tadacaktır'ı sorguladım. Paul bir gün ölümü tadacaksa bu yaşadıklarını nereye koyacağız? Çanakkale Türkü'sünde geçen Ölmeden mezara koydular beni sözü aklıma geldi. Her ne kadar filmde aşk unsuru olmasa da Neşet Ertaş'ın Sevsem öldürürler, sevmesem öldüm türküsündeki çaresizliğin benzerini de Paul üzerinde hissettim. Bir de meşhur kutup ayısı hikayesi...Kara mizah alanında bir favori filmim daha oldu. Her ne kadar birçokları tarafından Scorsese filmografisinin zayıf halkalarından biri olarak kabul edilse de "After Hours" bir zeka parıltısı. "The King of Comedy/Komedi Kralı"nda (1983) da böyle olmuştu. Bu filmi izleyenlerin gizli bir teşkilata üye olduklarını düşünüyorum.

09 Ekim 2011

Gerçek kaybedenler

Öğretmenlikte geleceğimi görmediğim, görmek istemediğim için bana kariyer alternatifleri sunabilecek Uzak Doğu dillerinden birini öğrenme niyetindeydim. Sonra yemişim kariyerini diyerek istediğim dili öğrenmeye karar verdim ve Nazım Hikmet Kültür Merkezi'ndeki İspanyolca kursuna yazıldım. Hocamız İspanyolca bir şeyler dinleyin diye ödev verince, uzun süredir izlemek istediğim "Los lunes al sol/Güneşli Pazartesi'ler" (2002) adlı filmi izlemeye karar verdim. Ayrıca bu filmin bir arkadaşımın da en sevdiği film olması iyice merakımı tetikliyordu. Üç beş ay önce Türkiye'de "Kaybedenler Klübü" diye bir film vizyona girdi. Biçimsel olarak üstün bir eserdi ama bence yanlışlıklar içeriyordu. Popüler kültürün dışındaymış, alternatif bir şeymiş ayağına yatıyordu ama dibine kadar o kültürün içindeydi ve asıl amacı malı götürmekti. Malı götürmek demişken, çok özür dileyerek bu amiyane tabiri kullanacağım, işi gücü gezmek, tozmak ve mala vurmak olan bu motosikletli asilerin sanal kaybedenliğiyle, "Los lunes al sol"un adamlarının sahici, hissedilen kaybedenliği arasında ne kadar da fark var. İspanyol filmi bize asıl kaybedenleri nerede bulabileceğimizi hatırlatıyor. Kaybedenler çalışanlar, diğerlerinin kaybettiği hiçbir şey yok. En fazla bunalıma girerlerde daha az...İsmiyle tezat sürekli kasvetli ortamlarda yaşayan eski liman işçileri işlerini kaybedince hayat onlar için çekilmez oluyor. "Los lunes al sol"da her biri özenle ve başarıyla işlenmiş altı karakter, kapitalizmin insanı değersizleştirmesi probleminden muzdarip karakterler. Her biri türlü türlü dertlerle boğuşuyor. Birbirinden trajikomik alt hikayeleri var. Bu altı karakter içerisinde büyük oyuncu Javier Bardem'in canlandırdığı Santa karakteri diğerlerinden ayrıksı duruyor. Sinema tarihinin bence önemli anti-kahramanlarından biri. Filmin başlarında sürekli sorun çıkartan, umarsız biri gibi resmedilmesine rağmen, film aktıkça bilge olarak nitelendirilebilecek bir karakter olduğu anlaşılıyor. Sistemle uyum içinde değil kesinlikle. Ayrıca sınıf bilinci var. Ve en önemlisi umudu temsil ediyor. Kaybetmeme umudu Santa karakterinde hayat buluyor. O yüzden filmin trajedi tonu öyle dayanılmaz falan değil. Aynı hayat gibi yani. Çok başarılı ve etkili bir sistem eleştirisi. Toplumcu gerçekçi akımın yakışıklı örneklerinden. Tuhaf bir hüznü ve tuhaf bir mizahı var. Yönetmeni Fernando Leon de Aranoa.

04 Ekim 2011

Bir aptallık destanı


Yaklaşık yedi buçuk sene sonra tekrar izledim "Pulp Fiction/Ucuz Roman"ı (1994). Yedi sene çok uzun bir süre. O zamanki yorumlamalarımla şimdiki yorumlamalarım elbette çok farklı ama filmden hemen hemen eşit derecede tad aldığımı söyleyebilirim. Beni bu filmi izlemeye iten iki üç olay oldu. Üç dört ay önce; üç erkek, bir kadın (24) bir evde bir şeyler içiyorduk. Kadın erkeklerden birinin sinema sever olduğunu bilmiyordu. Çeşitli konular üzerinde sohbet edilirken kadın, şu anda acayip derecede "Pulp Fiction" izleyesim var dedi. Bir  junkie ortamında "Pulp Fiction" izlemeyi arzulamak nasıl bir ruh halidir diye düşünmeye başladım. Demek ki o kişi için bu filmi izlemek adrenalin kokan eylemlerden biri gibi olmalıydı; çünkü öyle bir ortam vardı. Beni bu filmi izlemeye iten diğer bir dürtü de Mithat Alam Film Merkezi'nin film izleme odasında bulunan iki film afişinden birinin bu filme ait olması. Diğeri "Vertio/Ölüm Korkusu" (1958). 8000'nin üzerinde filme sahip, ilk ziyaretçilerini bu odaya sokup merkezi tanıtan bir video izleten ve de film izleyeceklerde sinema duygusu oluşmasını herhalde bekleyen mekan, bu filmin afişini kullanmış. Gerçekten de filmin Uma Thurman'lı afişi bir sinema ikonudur. Ankara Kızılay'da geceleri yerlerde poster satanlarda mutlaka rastlarsınız. İnsana sinema duygusu aşıladığına da katılıyorum. Ben yazıma görsel seçerken bu afiş yerine başlıktaki aptallığa destek olması açısından Jules ve Vincent'ı oldukça aptal gösteren bu resmi kullanmayı tercih ettim. Beni bu filmi izlemeye iten son gelişme de "Bir Zamanlar Anadolu'da"daki Nuri Bilge Ceylan'ın biraz Tarantinolaşması yorumum oldu. Bu gelişmeyi ilginç buldum ve bir Tarantino filmi izlemek istedim. "Reservoir Dogs/Rezervuar Köpekleri"ni tekrar izlemek niyetindeydim ama "Pulp Fiction"da yaşanan gelişmeler, ikinci filmi ön sıraya aldı. Neyse birinci filmi ve Türkçe dublajla izlediğim "Jackie Brown"ı da en yakın zamanda tekrar izleyeceğim. Dönelim aptallara. Tarantino'nun en iyi filmi olarak kabul edilir ve bugün Tarantinoesque/Tarantinovari diye bir kelime varsa, bu büyük oranda "Pulp Fiction" sayesindedir. Çıktığı dönemde ve sonra yıllar içerisinde bir fenomene dönüşmüştür. Bunlar bilinen şeyler. Peki bunun sırrı nedir? Bana göre, sırlarından biri başlıkta değindiğim gibi aptallığı destansı bir şekilde anlatabilmeyi başarmasıdır. Bu kadar önemsiz gibi görünen hikayelerden ve diyaloglardan resmen bir epik film çıkarmış QT. Sinema tarihinin belki de en mal ama en cool karakterleri bu filmde. Çocukların çok sık kullandığı şu mal kelimesine ne kadar da çok gülerim. Ne bakıyon la mal! Bu kelimenin kullanımının bana çağrıştırdığı anti-kapitalist içerik çok hoşuma gidiyor. Filmde bizzat Tarantino tarafından canlandırılan Jimmie karakterine, Jules ve Vincent'ın neye benzediği sorulduğunda dorks gibi bir İngilizce kelime kullanıyor ve bu kelimenin anlamlarından biri de mal olarak veiliyor. Hazır değinmişken, filmdeki The Bonnie Situation diye adlandırılan bölüme dikkatinizi çekmek isterim. Wolf gibi inanılmaz enteresan bir karakter var. I solve problems/sorunları çözerim diyor kendisi. Ben bu replikte koptum. Türkçe sorunları çözerim demek pek bir şey ifade etmiyor ama İngilizce'de insanlar ne işle uğraştıklarını belirtmek için geniş zaman cümle kullanırlar. Adamın işi de sorunları çözmek. Bunu çok egzantrik bir ortamdan telefonla arıyorlar, incir çekirdeğini bile doldurmayacak bir sorun üzerine danışıyorlar ve bu da olay mahaline geliyor, beş yaşında bir çocuğun önereceği bir şekilde sorunu çözüyor. Jules'a ve daha çok Vincent'a bir araba hakaret ediyor. Bence inanılmaz başarılı. Veya boksör Butch'ın eve gidip saati alma sahnesi ve ardından yaşananlar...Akla hayale gelmeyecek şekilde olaylar gelişiyor. Ve her biri aptallığın tarihine geçecek eylemlerde bulunuyorlar.
Tarantino'ya ırkçı, homofobik ve kadın düşmanı olduğu iddiaları yöneltilir. Bu filmden sonra kadınların erkeklerin analarını bellediği filmler yapmıştır ama Honey Bunny ve Fabienne karakterleri inanılmaz salaklar. Elbette "Pulp Fiction"da bir kadının salak olması kadın düşmanlığı sayılmaz ama bu ikisi ve Mia erkeklerin başlarına bela getiren karakterler olarak okunabilir. Bu kadın düşmanlığı mıdır yorumu size bırakıyorum. Irkçılık konusu Nigger kelimesinin çok sık kullanılmasından dolayı bu filme yöneltilmiş olmalı. Amerikan suç dünyasında ve siyahilerin kendi aralarında bile bu kelimenin sık kullanıldığı bilinir. Filmin başlarında Pumpkin karakterinin Yahudilere yönelik bazı tespitleri var. Yahudilerin kuşaklar boyunca sermayeye hükmettiklerini vurguluyor. Haklılık boyutu var ama bu da çok hassas bir konu. Ama homofobik olmaya homofobik. Eşcinselliğe yer yok bu evrende.
"The Big Lebowski/Büyük Lebowski"yle beraber efsanevi bir kara mizah örneği "Pulp Fiction". Sanırım o bayan gibi ben de arada sırada şu anda "Pulp Fiction"ı izleyesim var diyeceğim.  

01 Ekim 2011

İki acemi film



Tayfun Pirselimoğlu’nun hiçbir yerde bulamadığım “Hiçbiryerde” (2002) adlı ilk filmini Mithat Alam Film Merkezi’nde bulunca izledim. Gerçekleştirmiş olduğu Ölüm Üçleme’siyle zihnimi epeyce meşgul eden Pirselimoğlu’nun, çok iyi bir film olmadığını adeta bağırsa da ilk filmini izlemek benim için şart olmuştu. En başta filmin adının yazılışını araştırdım. Afişte ve jenerikte hiçbir ve yerde kelimeleri beraber yazılmış. TDK’nın sitesinden sorguladım ve bu kullanımın yanlış olduğunu tescil ettim. İyi oldu, bir bakıma bilgilerimi tazelemiş oldum. Sizler de yazım yanlışıma rastlarsanız lütfen bildiriniz. Bu konuda elimden geldiğince ve bilgim kadar hassas olmaya çalışıyorum. Şu anda aklıma geldi. Bazı işletmeler, vitrinlerine asortik görünmek için “Eleman Aranıyor” değil de “Bizimle Çalışmak İstermisiniz?” yazıyorlar. Sanki daha bi çağdaş, demokratik ve laik bir işletme havası veriyorlar kendilerine ama öyle olmadıklarını ve bizi sömürmek için sıraya giren onlarca işletmeden biri olduklarını bu imla hatasıyla afişe etmiş oluyorlar, haberleri yok. Neyse, filmin adındaki bu özentisizlik sanki filmin kaderi olmuş gibi. Aslında ticari sinemanın dışında bir yerlerde duran ve bir şeyler anlatma derdi olduğunu seyirciye hissettiren “Hiçbiryerde” ne yazık ki bazı acemiliklere kurban gitmiş. Bu acemiliklerden kastım; bazı oyuncuların rolün hakkını verememesi, bazı saçma diyaloglar, dikkat dağıtıcı  durağanlıklar falan. Filmin en önemli acemiliğiyse, konunun üzerine cesaretle gidememesi. Konu 90larda yaşanan gözaltı kayıpları. Yani faili meçhuller. Bunlardan yaklaşık 10 bin tane olduğu düşünülüyor. Beyaz Toros marka arabalarla götürülen ve bir daha haber alınamayan insanlardan bahsedilir. Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi “Bir Zamanlar Anadolu’da”daki polis arabalarından birinin beyaz Toros olması tesadüf eseri mi gerçekleşmiş acaba diye kendime sormadan edememiştim. “Hiçbiryerde” bu kayıp olma olgusunun üzerine cesaretle gideceğine Zuhal Olcay’ın canlandırdığı anne karakterinin ruh hallerine seferler düzenlemeyi tercih etmiş. Yani etliye sütlüye dokunmayan bir yol seçilmiş. Pirselimoğlu gibi büyük bir sinemacının doğuşunu sezdirmeyecek kadar kötü bir film değil ama ilk film olması dolayısıyla eksiklikler gözden kaçmıyor. 

Şu anda hapiste olan Jafar Panahi’nin hikayesinden bahsetmiştim. “Offside/Ofsayt” (2006) kendisinin son uzun metraj filmi. Berlin’de Gümüş Ayı ödülü almış. Bütün filmleri gibi İran’da yasak. Feminist bir bakış açısı var. 2006 Dünya Kupası grup elemeleri maçlarından biri olan 8 Haziran 2005 tarihli İran (1) – Bahreyn (0) maçının öncesinde ve sonrasında yaşananları konu alıyor. Öğreniyoruz ki İslam Devrimi’nden sonra İran’da kadınların futbol maçlarına gitmeleri yasaklanmış. “Offside”ın kahramanları da içlerindeki futbol aşkı yüzünden bu yasağı delerek stada girmek için erkek kılığına giren genç kızlar. Film stadyuma taraftar taşıyan bir otobüsün içinde başlıyor. Burada maça girmek için kılık değiştiren kızlardan biriyle karşılaşıyoruz. Sonra gerçek zamanlı çekimler başlıyor. Tahran’daki stadyumun önündeyiz. Kızlar bir bir enseleniyorlar ve tribünün kenarında bir güvenlik bölgesine getiriyorlar. Başlarında askerler var. Bu arada yine öğreniyoruz ki İran’da da genç erkekler hayatlarının en verimli ve en önemli döneminde zorla silâhaltına alınıyorlar ve hayattan birçok şeyi ıskalıyorlar. Filmin önemli bir bölümü bu güvenlik çemberi içerisinde gerçekleşiyor. Bu kızlar ve askerler arasında geçen diyaloglar sayesinde, yine Panahi’nin izlediğim bir önceki filmi “The Mirror/Ayna”da (1997) meydana geldiği gibi, İran toplumunun kadına bakışını tüm detaylarıyla görebiliyoruz. Fotoğraf pek iç açıcı değil elbette. Yine çok zekice kurgulanmış bir Panahi filmi var elimizde. Mizahi bir tonda geçen ama çok önemli mesajları olan bir film. Acemilikler derken de bazı oyuncuların tekleyen performanslarını kastediyorum. Bu teklemeler filmin inandırıcılığını zedeliyor. Ayrıca gerçek zamanlı çekimler yapıldığı için de bazı sıkıntılar oluşmuş. Mesela stadyum çevresindeki insanlar kameraya bakıyorlar. Yaratıcılıkta fena olmasa da yedi puan verilir bu filme. Bu arada bir önceki yazımda bahsettiğim, filmler hakkında fikir veren ilginç bir karenin afişte kullanılmasına örnek olarak “Offside” filminin afişini verebilirim.      


Offside from Unohdettu Elämä on Vimeo.