01 Temmuz 2012

Yeni blog


Bir distopya filminde gibi hissettim kendimi şimdi. Karakter, uzun süre sonra geldiği gezegende hayat olup olmadığını anlamaya çalışmaktadır. Bir ses duyulur. Kediymiş. Sonra yer altına çekilmiş saçı sakalı birbirine karışmış direnişçiler ve yanlarında çocuk emziren kadınlar tuhaf bakışlarla karaktere bakmaya başlarlar. Buraya yazı yazınca kendimi böyle hissettim. Sen nereden çıktın demeyin şimdi bana. Bu bir "come back/geri dönüş" yazısı değildir. Stalin der ki "ölmüş olanla ilgilenmeyin doğanla ilgilenin ve bilin ki aslında hiçbir şey ölmez.". Yeni bir çocuğum oldu.  Bu çocuk egemenlerin gözünde gayrı meşru, onu baştan belirteyim. boyunegme.blogspot.com  benim yeni blog. Bu sefer sinemayla sınırlamadım kendimi. İyi gidiyor. Tanısanız iyi çocuktur. Zaten o gaza gelme durumunu hissetmeseydim buraya not düşmezdim. "Banker Bilo" filminde İlyas Salman nasıl yetkiliye depodaki zeytinyağlarını kabak gibi gösterir ben de o şekilde gösteriyorum sizlere: Gelin, gelin. Aşağıda depo var...Hah, işte burası, depo. Hepsi burada. Blog burada, gelin gelin..

07 Şubat 2012

Blog intiharı


Kendimi öldürüyorum. Yani bir daha bu blogda yazı yazmayacağımı ilan etmek istiyorum. Bu yazıyı da kendimi fasülye gibi nimetten saydığım için değil, beni takip ettiğini bildiğim o 20-30 kişiye olan saygımdan yazıyorum. İstesem de artık eskisi gibi bu bloğa yazı yazamayacağım. Çünkü eskisi kadar film izleyemiyorum. Burada yazı yazmak gibi çok emek ve vakit isteyen bir işi hakkıyla yapamayacağım artık. Bunu yapamayacağım için de vicdani olarak yıpranıyorum. Dolayısıyla bırakmayı ve de böyle bir açıklama yapmayı gerekli gördüm. Burada yazılanlar eğer değerleri varsa insanlığın ortak kültürel mirasına armağanım olsun.

08 Ocak 2012

Türkiye'de sinemanın kısa tarihi

Okul dergisi için yazdığım yazıyı buradan paylaşmak istiyorum.


Türkiye’de Sinemanın Kısa Tarihi

Toplumlar sanata ve bilime değer verdiği ölçüde ilerlerler. Sinema da en etkili sanat dallarından birisidir. Son yıllarda filmlerimizin kazandığı uluslararası başarılar hepimizi mutlu ediyor ve nicelik olarak da filmlerimizde bir artış mevcut.  Bu yazıda sinemanın ülkemizdeki tarihine kısaca değinmeye çalışacağız. 1895 yılında icat edildikten sadece bir sene sonra sinema ülkemize girmiştir. Genellikle savaş cephelerinden görüntüler çekilmiştir. Ülkemizde 1917’ye kadar böyle devam eden amatör sinema çekimleri olmuştur. Bu tarihteyse ilk film diyebileceğimiz çalışma gerçekleşmiştir. Uzun bir adı vardır bu filmin: “Ayestefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı”dır bu filmin adı. Adı üstünde Ayestefanos’taki  (bugünkü Yeşilköy semti) Rus işgali sona erince onların diktiği sütunun yıkılması filme alınmıştır. Bu film günümüzde kayıptır ama belirttiğimiz gibi ilk sinema eserimiz olarak kabul görür. 20li yıllardan başlayarak hikayeleri olan filmler tek tük de olsa çekilmeye başlanmıştır. 50li yıllara kadar böyle devam eden çalışmalar bu tarihten sonra artık iyice bir endüstri haline gelmeye başlamıştır. 60lı ve 70li yıllarda sinemamız artık iyice büyük bir sektör haline gelmiştir ve halkın en önemli eğlencesi haline gelmiştir. Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik gibi kadın starlara Yılmaz Güney, Cüneyt Arkın, Kadir İnanır, Tarık Akan gibi erkek starlar eşlik etmeye başlamıştır. Bu yıldızlara bambaşka bir ekol olan Kemal Sunal, Şener Şen, İlyas Salman gibi sanatçıları da katabiliriz. Bu sanatçılar halkı eğlendirmenin yanı sıra onların sorunlarını da dile getiren, onlara umut aşılayan samimi filmler de çekmişlerdir. 80ler ve 90lar, televizyonun ve videonun yaygınlaşması gibi sebeplerden dolayı sinemamız açısından kısır geçmiştir. Film üretiminde ciddi düşüşler yaşanmış, sinemacılar işsiz kalmışlardır. 90lı yılların sonuyla sinemamızda yeni umutlar doğmaya başlamıştır. Sanatsal değeri yüksek kaliteli işler birer birer ortaya çıkmaya başlamış ve bu filmler uluslararası saygın film festivallerinde ülkemize ödüller getirmeye başlamıştır. Bunlardan biri olan “Üç Maymun” adlı filmin yönetmeni Nuri Bilge Ceylan prestijli Cannes Film Festivali’nde ödül alırken ödülü “yalnız ve güzel ülkesine” adamıştır. Ülkemizin kendisini yalnız hissetmemesi ve daha güzel olması için sanata değer vermeliyiz. Sinema da insana çok şey katan bir sanat dalı olarak sizlerin ilgisini bekliyor. İlginizi eksik etmemeniz dileğiyle…

31 Aralık 2011

Kürt sorunu üzerine üç film


Sumru: Bu ülkede lanetlenmiş olanlar kimler diye düşünürüm hep.
Ahmet: 20 sene sonra ne olacak acaba. Sen ne düşünüyorsun?
(Gelecek Uzun Sürer)

Bu ülkede k.ü.r.t harfleri yan yana gelince tüyleri diken diken olan epeyce bir insan olmasına rağmen kanıyla canıyla böyle bir sorunun var olduğunu kimse inkar edemez herhalde. Benim bu konudaki yerim her zamanki yerde. Toplumu, sınıfsal çelişkiler üzerinden tahlil etmeye çalışıyorum. Kürt sorununun kaynağını da sınıflı toplum yapısında veya başka deyişle bu yapı yaratılmak ve güçlendirilmek isterkenki süreçte arıyorum. Çözümünü de bu yapının yıkılmasında görüyorum. İçeriği boş vatan sevgisi de bende hiç gelişmediği için; ne NATO güdümünde bir Kürdistan’da (veya Türkiye’de) yaşamaktan, yaşıyor olmaktan memnun olabilirim ne de bir karış bile vermeyiz (ama füze kalkanı projesine hiçbir şey demeyiz) diye haykıran fetiş tutkularım var. Bölünmemiş bir ülke ne demektir? Veya bağımsız bir ülke ne demektir? Özgür bir halk nasıl olur? Türkler özgür müdür? Bu teferruatları iyi düşünmek gerek. Kürt ve Türk emekçileri yan yana gelirlerse ancak sorunları çözebilirler. Başka durumlarda çözümsüzlük içerisinde enerjilerini ve hayatlarını kaybetmeye devam ederler diye düşünüyorum ben. Sinemamızın bu sorun üzerine birkaç cılız istisna haricinde önemli eserler veremediğini de biliyoruz. Hangi sorun üzerine iyi eserler verdi sorusu da cevaplanmayı bekleyen bir soru olarak karşımızda duruyor. Tesadüf eseri şu anda televizyonda yayınlanan Handan İpekçi’nin “Büyük Adam Küçük Aşk” (2001) adlı filmi benim bu mesele üzerine bir şeyler söylemeye çalışan filmler içerisinde favorilerimdendir. Son dönemde Kürt sorunu üzerine üç film izledim:

1-      “Gelecek Uzun Sürer” (2011), Özcan Alper.

İlk filmi “Sonbahar”la dikkatleri üzerine çeken Özcan Alper’in ikinci filmi “Gelecek Uzun Sürer” için sanki bir ilk film gibi olmuş yorumları birçok sinemasever tarafından yapıldı. Çok şey anlatmak isteyip başaramamak birçok filmin kaderi olmuştur. “Gelecek Uzun Sürer” de bu kaderi paylaşıyor. 90’lı yılları hatırlatmak istiyor. On binlerce insanın öldüğü o yılları. Şehit kelimesini hiç sevmiyorum. Hem dini bir içeriği var hem de ölme ve öldürmeyi kutsayan bir anlamı. Devrim şehitleri lafı da bir oxymoron teşkil ediyor bana göre. O yıllarda aşağı yukarı 10-15 bin insan faili meçhul cinayetlerde hayatını kaybetti. “Bir Zamanlar Anadolu’da”da bile gönderme yapılan beyaz Reno Toros arabalar sokak ortasında fütursuzca insanları öldürüyordu. İstanbul’dan Diyarbakır’a giden Sumru oryantalist bir bakış açısıyla Kürtçe ağıtlar derlemek istiyor. Bu esnada bir sinemasever olan Ahmet’le tanışıyor. Ahmet de Kürt hareketine katılıp katılmama konusunda kararsız kalmış, kişisel çelişkileri olan bir insan. Bu ağıtlar için faili meçhul cinayetlerde yakınlarını kaybeden insanlarla görüşmeler yapılıyor. Bu görüşmeler belgeselvari bir atmosferde seyirciye sunuluyor. Bu sunuş tarzı bence filmin sinemasal ruhunu zedeliyor ve başarısızlığı getiren önemli etmenlerden biri oluyor. Yine bir ilk film acemiliğinde gözlemlenebilecek işlevsiz yan karakterler veya yan hikayeler bu filmde mevcut. Bunlardan biri Ermeni kilisesi papazı Anto dayı. Kürt sorunu gibi çetrefilli bir sorunun üzerine gitmek isterken araya bir de en az onun kadar çetrefilli bir sorun olan Ermeni sorununun da üzerine gitmeye çalışmak cesaret isteyen bir tavır. “Gelecek Uzun Sürer”i izlemiş bir kişinin zihninde 90’larda yaşanılanlarla ilgili soru işaretleri yaratmak istenmiş, aynı şekilde 1915 için de soru işaretleri yaratılmak isteniyor. Bugün Hemşince diye bilinen dilin de aslında Ermenice olduğu ve dolayısıyla Karadeniz bölgesinin etnik yapısının da çok bilinmeyenli bir denklem olduğu soru işareti de yaratılmak isteniyor ki pek tabi ki bu pek mümkün olmuyor. Sumru’nun örgüte katılan eski sevgilisiyle yaşadıkları da başlı başına bir film olabilecekken özentisizce araya sıkıştırılmaya çalışılıyor ve güzelim çelişkiler güme gidiyor. Bir de bu filmde beni rahatsız eden Ahmet karakterinin sinemaseverliği oldu. Artık filmlerde duvarında nitelikli filmlerin afişleri olan karakterler görmek sıradanlaştı. Pek bir özgünlüğü kalmadı. Hatta “Gelecek Uzun Sürer”, yaklaşık 10 yıl önce Nuri Bilge Ceylan’ın “Uzak”ta yaptığını yapmaktan hiç çekinmiyor. Tarkovski’nin “Stalker”ını izleyen sinemaseverle sıradan halktan biri filmin sıkıcılığı üzerine bir diyaloğa giriyorlar. Birilerinin; Özcan Alper’e bir şeyler anlatmak için bu kadar hevesli olmasına gerek olmadığını, minimalizm diye bir şeyin olduğunu hatırlatması gerekiyor. Bunları yapabilmesi için uzun bir geleceğinin olduğunu düşünüyorum.

2-      “Press” 2010, Sedat Yılmaz.
        
Yine doksanlarla ilgilenen bir film “Press”. Hatta o yıllarda geçen bir dönem filmi. Film başarısız bir bilgisayar efektiyle açılıyor. Evden dışarı çıkan bir karakter var. Yolun kenarında bilgisayarla iliştirilmiş beyaz Toros’ları görüyoruz yine. O yıllarda Kürt hareketinin temsilciliğini yapan “Özgür Gündem” adlı gazetenin maruz kaldığı baskılar üzerine bir film. Yine Diyarbakır’da geçiyor. “Gelecek Uzun Sürer”e göre daha beğendim filmi ama yine de iyi bir film diyemiyorum. Oyuncuların amatörlükleri ve dolayısıyla seyircinin hissettiği yabancılaşma duygusu filmin handikapı. Bu oyuncuların geliştirdiği yine işlevsiz ve niteliksiz mizah duygusu, filmin oldukça gergin olan ve bence olması gereken atmosferini zedeliyor. Film, anlatmak istediğini anlatmayı bir bakıma başarıyor ama insanların yıllar sonra hatırlayacağı bir sanat eseri olmaktan uzak bana göre.

3-      “Oğul” (2011), Atilla Cengiz.

Bu üç film içerisinde en sevdiğim film bu oldu. Hafif melodramatik ögeler barındırsa da sonuç bu. Aslında direkt olarak Kürt meselesi üzerine bir film diyemeyiz “Oğul” için. Kürt meselesi burada bir yan motif olarak kabul edilebilir. Belki de bu yan motiflerden en önemlisi ama film toplumsallıktan çok kişiselliğe daha yakın. Tam da Erdoğan’ın Dersim için özür dilediği günlerde izledim bu filmi. Dersim (Tunceli) çok özel bir yerdir. Ben ne zaman bir Dersim’liyle tanışırsam bir iki saniyelik bir es oluyor. Bu es süresince ikimizde o katliamı düşünüyoruz ve yine o es süresince sayısız düşünce geçiyor beynimizden. Erdoğan mı? Bence onlar hiçbir şey için özür dileyemezler, hiçbir şeyle yüzleşemezler, hiçbir meseleyi de çözemezler. Zaten çözümsüzlük için varlar. 20 yaşından küçük Giresun’lu bir genç Dersim’e gitmek istiyor. Gitme sebebi fındık toplamaya gelen Dersim’li sevgilisinden o sene haber alamayışı. Dersim’e gitmek ne kadar da zor bir şey onun için? Zaten gidemiyor da. Yol boyunca karşılaştığı sözlü tacizlerin üstüne bir de askerler oraya girmesine izin vermeyince işler sarpa sarıyor. Otostopla şehre gitmek isterken fındıktan dönenleri taşıyan bir kamyona biniyor. Burada film iki babanın dramına dönüşüyor. Özellikle Rıza Akın’ın çizdiği Zaza baba portresi unutulmaz diyebilirim. Rıza Akın’ın ne kadar da geç keşfedilmiş bir yetenek olduğuna hayıflanıyorum kendi adıma. Giresun’lu genç rolündeki Enes Atış’ın da çok iyi bir performans gösterdiğini hatırlatalım. Gerçekçi sahneler ve diyaloglar barındıran, ilgi çekici bir film “Oğul”. Mütevazi olma çabalarının haklı gereği olarak gerçekten mütevazi. İlgiyle izlenilebilir. Bu filmden sonra insanlardaki mezar tutkusunu da düşündüm. Vücudunu, öldükten sonra, tıp fakültelerinde kadavra olarak kullanılmak üzere bağışlamış biri olarak anlayamadığım bir tutku bu. Şu anda yaşayan yedi milyar insanın 100 sene sonra mezarları olacak mı? Sanmam. Gidişat böyleyken bu saçma tutkuyu bir kenara bırakmak gerekiyor diye düşünüyorum.      

23 Aralık 2011

"The Tree of Life" (2011)


Filmografisiyle beni büyülemiş bir yönetmen olan Terrence Malick'in 40 yıllık kariyerindeki beşinci filmini gösterime sokması elbette beni heyecanlandırmıştı. Daha önceki çevirdiği filmlerde tercih ettiği kural tanımamazlık ve hiç röportaj vermeyerek hatta resim bile çektirmeyerek üzerine aldığı gizemli adam imajı sayesinde Malick'in benim gibi çokça hayranı vardır. Bundan önceki filmi "The New World/Yeni Dünya"da (2005) beklentileri tam olarak karşılayamayan Malick'in son filmi bana göre iyi bir film değil. Bu yorumu, filmi sıkılmadan ilgiyle izlememe rağmen yapıyorum. Malick öyle ilgi çekici kareler sunar ki filmlerinde sıkılmanıza imkan yoktur. Tabi burada kastettiğim seyirci nitelikli sinema seyircisi. Sanatı ve sinemayı eğlence olarak gören seyirci ilk beş dakika hatta ilk dakikalardan itibaren Malick filmlerinden sıkılacaktır. "The Tree of Life/Hayat Ağacı" Eski Ahit'te geçen Job'un hikayesinden esinlenerek çekişmiş bir film. Bu hikayede, cillop gibi bir hayatı olan bir adam elindekileri tek tek kaybediyor ve Tanrı tarafından sınanmış oluyor. "The Tree of Life" gerici bir film. Tanrının suretinin idrak edilebileceği mükemmel evren ve onun önerdiği süperötesi hayat temalı bir film.   İnançsızlığım hayatımın merkezinde değil. Aldığım en önemli karar olmadığı gibi en sevdiğim özelliğim de değil. Ama bu filmi izledikten sonra böyle olduğum için ne kadar da iyi olmuş diye düşünmekten kendimi alamadım. Bunların hepsi bir. Milyarlarca insan saçma sapan hurafelerin peşinden koşup gerçeklikle bağlarını kopartıyorlar. Tam bir akıl tutulması. Anlaşılan bu akıl tutulmasına Terrence Malick de maruz kalmış. 133 dakikalık filmin yaklaşık 40 dakikası, Harun Yahya'nın Allah'ın varlığını kanıtladığını iddia eden vcd'lerine konu olabilecek görüntüler içeriyor. Bu görüntüler içerisinde başarısız denebilecek dinazor ve uzay görüntüleri de var. Bunları ilgiyle izliyorsunuz ama bir taraftan bir türlü ciddiye alamıyorsunuz. Filmin en ilgi çekici yanı olan sorunlu baba oğul ilişkisine odaklanmak istiyorsunuz fakat Malick'in o hayranlık uyandıran kural tanımaz kurgu anlayışı buna izin vermiyor. Hikaye anlatmayan Malick sinemasında elimizdeki avucumuzdaki her şey birer birer kayınca umutsuzca hikayeye sarılmak istedik ama maalesef avucumuzu yaladık. İşte bu şekilde hiçbir türlü tatmin olamayıp filmi bitirdim ben.

17 Aralık 2011

"Fear, Anxiety and Depression" (1989)



Normalde üzerinden altı ay geçmeden yeni bir Todd Solondz filmi izlememek niyetindeydim ama yönetmenin bu ilk filmi yine bir 90 dakikadan kısa film izleme etkinliğine kurban gitti. Zaten yanılmadım, Solondz'un daha önce izlediğim filmlerinden sonra hissettiğim dayak yemiş olma hali gerçekleşmedi. "Fear, Anxiety and Depression" yönetmenin daha sonra çekeceği filmlerin oldukça gerisinde. Woody Allen filmlerine beceriksizce yapılan bir özenme söz konusu. Bizzat yönetmen tarafından canlandırılan Ira Ellis karakteri her şeyden önce tip olarak Allen'a çok benziyor. Ayrıca entellektüel bunalım içerisinde olan oyun yazarı olması, kadınlarla iletişimde sorunlu olması, başlıktan da anlaşılacağı üzere sürekli bir tekin olamama hali içerisinde olması akıllara direk Allen karakterlerini getiriyor. Üstadın birçok filminde atıflarda bulunduğu Samuel Beckett ve "Waiting for Godot/Godot'u Beklerken" oyunu da filmde anılıyor. Solondz filmlerinde, insanın kanını donduran seksomanyak karakterler de ortalıkta gözükmüyor. Beceriksizlik ve dağınıklık filmin her anında hissediliyor ve "Happiness" gibi bir filmi çeken bir insanın bu filmi çektiğine inanmak da zorlaşıyor. Dolayısıyla izlemeye hiç gerek yok. Zaten oldukça da zor ulaşılabilen bir film. Bir ara internette vhs kopyasına rastlamış ve indirmiştim, şimdilerde o da yok. Filmin benim için tek artısı ilk defa saçlı bir Stanley Tucci'yi izlemiş olmam. 

04 Aralık 2011

Klasik sahne 5: Az iş çok laf



1979 tarihli, Kartal Tibet'in yönettiği "Umudumuz Şaban" filmi elbette toplumcu gerçekçiliğin en yetkin örneklerinden biri değil ama ilerici unsurlar barındırması açısından önemli. Benim için klasik bir sahnedir bu sahne. Prensibim az iş çok laf...Sağ siyaseti çok iyi özetliyor.

"Katzelmacher" (1969)


Marie: Yunanistan'ın neresindensin? Hangi şehirden?
Jorgos: Piraeus.
Marie: Orada iş yok mu?
Jorgos: İş? Evet, ama yok para.
Marie: Nasıl olur? Eğer çalışırsan, para kazanırsın. Bu her yerde böyledir. 
Jorgos: Para? Evet, ama değil çok para.

Geçen ay İstanbul Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nde, Türkiye'den Almanya'ya göç eden işçilerin deneyimleri temalı birçok etkinlik düzenlendi. Rainer Werner Fassbinder'in iki filmi de bu bağlamda gösterildi. Bu filmler yabancı düşmanlığı temalı filmlerdi. Birisi bu blogda defalarca anılan "Angst essen Seele Auf/Ali: Korku Ruhu Kemirir" (1974) adlı filmdi diğeriyse Fassbinder'in ilk filmi "Liebe ist kalter als der Tod/Aşk Ölümden Soğuktur"la aynı yıl çevirdiği "Katzelmacher"di. Arşivimde yer aldığı için etkinliğe katılmadım. Bu arada bu etkinliğe katılan birisinin filmle ilgili yaptığı şu yorum son zamanlarda okuduğum en yüzeysel iki yorumdan biriydi. Diğeri de şu. Katzelmacher, Almanca mavi kedi demekmiş. Yabancı işçiler için argoda kullanılan bir kelimeymiş. Bu filmde de mahalleye gelen Yunan bir işçinin nasıl da ufak çaplı bir infial yarattığına tanık oluyoruz. Richard Linklater'ın "subUrbia"sında (1996) olanlar burada da oluyor. Mahallede aylaklık eden işsiz gençler var. Hepsi bireysel kurtuluşun peşinde. Para, güç, güzellik, cinsel haz gibi metalara erişebilmek için her şeyi yapabilecek karakterdeler. Kendi aralarında bir dayanışma ruhu oluşturlarmış gibi bir atmosfer var ama işin aslı hiç de öyle değil. Birbirlerine karşı aslında güvensiz ve sevgisiz olan bu güruh, ortama nefret duygusunu yönlendirebilecekleri bir nesne, Jorgos, gelince ortak hareket ediyor gibi gözüküyorlar. "Katzelmacher", kompleksli ve çıkarcı düzen insanının bu eksikliklerini vicdanında aklayabilmek için linç kültürüne nasıl da kolay yakalanabildiğini, nasıl da kolay manipüle edilebildiğini bize anlatıyor. Bunun için ihtiyaç duyulan tetikleyici güç, çoğu zaman, doğuştan gelen farklılıklar yani din, mezhep, etnik köken gibi sağ ideolojilerin önem verdiği nitelikler. Jorgos da bu Alman banliyösü için Yunan olması dolayısıyla bir alien'dır (yabancı). Tam da aranan nesne. Böylece köpekler birbirlerini yerken, azınlık zenginliğine zenginlikler katmaya devam edecektir. Fassbinder; alabildiğine basit, iddiasız, camp (bu sefer gerçekten camp) bir sanat eseriyle alt sınıflar arasında sistem tarafından teşviklenen iti ite kırdırma (dog-eat-dog-world) olayını etkili bir şekilde göstermiş oluyor. Hemen hemen her Fassbinder filminde başıma gelen şey yani takdir etmekle beraber kafamın karışması olayı "Katzelmacher"i izledikten sonra da oldu. Fassbinder sinemasının çiğliklerine alıştım da yönetmenin klasik ahlakçı yanına bir türlü alışamıyorum. Bu filmde de Fassbinder en çok belaltı vuruyor. Güruhtaki bireylerin ne kadar da ikiyüzlü olduklarını seyirciye aktarmak için onların cinsel hayatlarına burnunu sokuyor. Kimilerini parayla seks yaptıkları için, kimilerini gizli eşcinsellik yaptıkları için, kimilerini arkadaşlarının aşklarına yan gözle baktıkları için, fantazileri için, kendilerine hakim olamadıkları için mahkum ediyor. Bunu yapan da Fassbinder. Yani bunların hepsini ve daha fazlasını kendi hayatında yapan Fassbinder. Sınıflı toplumlarda çürümüşlük hayatın her alanında var. Neden cinsellik söz konusu olduğunda bu insanlardan istikrar bekleniyor? Dün gittiğimiz kafede, yemek siparişi etmeden içki siparişini kabul etmeyen işyeri sahibi, karısını aldatan adamdan daha mı ahlaklı? Soruyorum sana Fassbinder. Yiğitsen, delikanlıysan çıkar belgeleriyle cevap verirsin. Veremeyen şerefsizdir!?!

26 Kasım 2011

"Yazgı"yı tekrar izlemek


 Bu yazı, filmi sağlıklı izlemenizi engelleyebilecek bilgiler içerebilir.
"Yazgı" (2001) bir yıllık bir zaman diliminde arkadaşım İnal Dayı'yla izlediğimiz dördüncü Zeki filmi oldu. Zeki filmlerini izleyip üzerinde felsefe patlatmak bizim için bir Pazartesi rutini gibi bir şey oldu. Zeki filmleri de bitmek üzere, sonrasındaysa Fassbinder filmlerine skip etmeyi önereceğim. Bu filmi tekrar izlemeden önce  Albert Camus'un Yabancı adlı romanını okudum. Çünkü film o kitaptan uyarlamaydı. Zeki'yi, 12 Eylül döneminde hapiste geçirdiği zamanlarda tanıştığı Camus, Dostoyevski gibi yazarlar ve Sartre'ın kurucusu olduğu Varoluşçu felsefe çok etkilemiştir. Bu kitap da bu felsefeyi en iyi ifade eden eserlerden biri olarak görülür. Varoluşun özden önce geldiğini savunan bu akıma göre insan, anlamsız ve absürd bir nesneler topluluğu olan dünyaya bırakılmıştır ve başına gelenlerden sorumludur. Yaptığı seçimlerin insanı bu sonuçlara ulaştırdığını savunur. Dünya savaşlarından sonra ortaya çıkan bu akımda insanoğlunun yaşadığı trajedi ve umutsuzluğun etkili olduğunu düşünüyorum. Anlamsız ve absürd nesneler bütünü olan bir dünyada yaşandığı için yerleşik değerlere kafa tutması açısından saygı duyduğum ama genel anlamda katılmadığım bir felsefe bu. Bazı kelime oyunları var. Elbette insan yaptığı seçimlerden sorumludur ama bu seçimleri yaparken ne derece özgürdür? Örneğin siz deprem sonucunda evinizi kaybetmişseniz, soğukta aç ve biçareyseniz elbette gelen kamyonu yağmalarsınız. Bu insanlara yapıştırılan etiket elbette biliçli yaptıkları bir eylemden dolayıdır ama bu kararı alırken ne kadar özgürdürler? Kitaptaki Meursault ve filmdeki Musa sıradan düzen insanını çileden çıkartacak kadar tepkisiz, hissis karakterler. Zeki Demirkubuz, romanı Türkiye şartlarına uyarlarken çok önemli değişiklikler yapmış ama genel olarak bu bahsettiğim tepkisis, duyarsız, topluma yabancı insan tipi korunuyor. En önemli değişiklik Meursault'un birisini öldürmesi Musa'nınsa öldürmemesi. Kitaptaki Meursault, tam da Varoluşçu felsefeyi anlatmak istercesine çok önemli bir karar olan bir insan öldürmenin ne kadar da sıradan, tesadüfi bir şey olabileceğini ve dolayısıyla hayatta yapılan eylemlere bu kadar da büyük anlamlar yüklememek gerektiğini anlatmak ister gibi. Dışarıda bir gün yaşayabilen bir insanın hapishanede bin yıl yaşayabileceğini iddia eden Meursault'a göre aslında değer verilecek hiçbir şey yoktur. Fakat kendisi hapiste zor zamanlar geçirmeye başlayınca bütün tükürdüklerini yalayacaktır ve birçok metaya değer vermeye, onları özlemeye başlayacaktır. O insanda hayranlık uyandıran tepkisizliği de giderek kaybolacaktır. Musa ise romanın aksine bu istikrarı filmin sonuna kadar koruyacaktır. Filmde, Musa cinayet işlememiştir ama kendisine yapılan suçlamaları inkar etmeyerek tepkisizlik anlamında Meursault'u bir sıfır mağlup edecektir. Peki hangisi gerçekçi? Bana göre elbette Meursault. Hangisi Varoluşçu felsefeyi temsil ediyor? Bunun cevabını Sartre'dan bir kitap okuduktan sonra daha iyi verebileceğim. Bu arada Zeki'nin sinemada müzik, kamera hareketi, ışık oyunları kullanmama ilkesine, bu filmde ve yine İnal Dayı'yla beraber izlediğimiz "İtiraf" (2003) filminde sadık kalmadığını belirtmek istiyorum. Annesi öldüğünde cenaze marşı gibi bir melodi arka planda duyuluyor ve filmin başında hikayenin İstanbul'da geçtiği vurgulanmak için kamera bayağı bir geziniyor. Romanda ve filmde en çok hayran olduğum şey, bunların statükoyu (bu kelimeyi AKP'lilerin kullandığı anlamda kullanmıyorum) temsil eden avukat, savcı, yargıç, din adamı, adalet, emniyet gibi kişi ve kurumları eşşeğin şeyine sokup sokup çıkarması oldu. Mutlaka izlenmesi ve okunması gereken eserler bunlar. Üzerinde bir araba dolusu felsefe yapmaya olanak sağlıyorlar.

25 Kasım 2011

"Barney's Version" (2010)



Miriam: Senden sadece bir şey istiyorum.
Barney: Ne istersen.
Miriam: "Ne istersen" deme bana. Çünkü hiç gerçekçi değil. Hayatsa gerçek. Küçük şeylerden ibaret. Dakikalar, saatler, uyku, işler, rutin düzen. Bunlara yetinebilmeli insan. 
 
 
Bu yazı, filmi sağlıklı izlemenizi engelleyecek bilgiler içerebilir.
Seçimlerden önce çok etkili muhalefet yapan, seçimlerden sonraysa yalakalanma eğilimlerine girmesine rağmen tasfiye edilmekten paçasını sıyıramayan ve beğendiğim bir köşe yazarı olan Oray Eğin’in bir yazısı sayesinde haberim oldu “Barney’s Version/Benim Hikayem”den. Güzel, etkili, akıcı bir film olarak anılıyordu ve çok sevdiğim bir oyuncu olan Paul Giamatti’nin varlığı da filmi benim için çekici kılıyordu. İstisnaları olmakla birlikte çok uzun zaman dilimini anlatan filmlere mesafeliyimdir. Kısa bir zaman diliminde geçen filmler iyiyse tadından yenmiyor ama bu tür yıllara yayılan filmler bende çok kolay soğuma hissi yaratabiliyor. Bir de oyunculara dönemlerin (70ler, 80ler) saç ve kıyafetlerini iliştirip inandırıcılıktan iyice kopan filmlerden iyice uzak durmak niyetindeyim. Zaten genel anlamda dönem filmleriyle başım dertte. Bu filmde de Barney’in 70ler, 80ler ve günümüzde geçen hayat deneyimleri anlatılıyor. Benimle yaşanan bu temel çelişkiye rağmen ilginç şeyler söyleyen bir film BV. Başından üç evlilik geçmiş Barney’in ve hepsinde de duvara tosluyor. İntihar eğilimli ilk eşiyle yaşadıkları toy bir delikanlının yaptığı hatalar olarak sunuluyor.  İkinci karısı da alabildiğine gıcık birisi. Balayında Roma’daki İspanyol Kaldırımı’nın oralarda yürürken şöyle bir diyalog geçiyor aralarında. 

Barney: Şunu (haritayı) kaldırır mısın lütfen? Şu an balayındayız, turda değil.
Eş:  Seni utandırıyor muyum?
Barney: Evet.
Eş: Taharet musluğunda da mı öyle oldu?
Barney: Danışmaya sormana gerek yoktu. Bana sorsaydın neye yaradığını söylerdim.
Eş: Yüksek lisans yaptın mı?
Barney:  Hayır.
Eş: Peki ben senden utanıyor muyum? Kendine gel. Roma'ya eğlenelim diye geldik! İlk eşinin ölümü için yas tutmaya değil.

Buradan da anlaşılacağı üzere eşi hayatı çekilmez yapan, hiyerarşiyi hayatın her alanına yansıtmaya çalışan bir insan. Sonra bir de Barney’i aldatıyor. Bu aşamada filmin çok çakallık yaptığını düşünüyorum. Barney’in daha düğün gecesinde gizemli bir kadına aşık olmasını aklamak için, film elinden gelen her şeyi yapıyor. Burada kadının ne kadar gıcık olduğu değil, Barney’in kendisine bazı kapılar açsın diye zengin ve şımarık bir kadınla evlenmesi yargılanmalı. Kadın en baştan beri çekilmez biriydi. Kendisini gizlemedi. Bunu bile bile kadınla evlenip sonra da evlilik mağdurunu rolüne soyunmak yanlış bir tutumdu bana göre. Üçüncü eşiyse düğününde tanışıp aşık olduğu Miriam. Film Miriam konusunda da bence ahlaki iki yüzlülük yapıyor. Boşanana kadar Barney’i reddeden Miriam’la olan evlilik sanki çok yüce bir olaymış gibi sunuluyor. Ve Miriam da sinir bozucu derecede mükemmel bir kadın. Ve bu mükemmellikle çelişir bir şekilde hayatını, kariyerini, her şeyini Barney gibi değmeyecek bir adama adıyor. Bunlar benim filmle olan bağımı zedeledi. Filmdeki en inandırıcı ve başarılı bulduğum olaysa Barney’in pisi pisine eşini aldatması oldu. İşte bu olay çok gerçekçiydi. Son yarım saatteyse film Barney’in Alzheimer’ına odaklandı. Bu durum da hakkıyla işlenmediği için yine bir eksiklik duygusu yarattı bende. Veya fazlalık duygusu da diyebiliriz. Klasik romantik komedilerin aksine insanı düşündüren kadın erkek durumları yansıttığı için izlenmeyi hak eden bu filmde, yukarıda bahsettiğim olumsuz durumlar nitelendirdim ben. Yönetmeni Richard J. Levis.

20 Kasım 2011

"Osama" (2003)



Afgan yönetmen Siddiq Barmak’ın “Osama”sını izlerken aklıma “Rambo III” (1988) geldi. O filmde NATO’cu ülkelerin Yeşil Kuşak Projesi’nin izlerini görebilirsiniz. Yani anti-komünistlik yapmak için Doğu ülkelerindeki İslami unsurları güçlendirme projesinin. Bu kuşağın günümüzdeki en kanlı canlı temsilcisi Gülen cemaatidir. Diğer bir önemli temsilcisi de Afganistan’da 1996-2001 yılları arasında iktidarı elinde tutuyor gibi gözüken canavar Taliban rejimidir. Bunların gerçekleştirdiği recm görüntülerini Youtube’da izlerseniz, canavarlıklarının ne boyutlarda olduğunu anlayabilirsiniz. Veya aslında çok başarılı olmayan “Osama” filmini izleyebilirsiniz. Bütün sinema faaliyetlerini yasaklayan Taliban rejiminden sonra bütünüyle Afganistan’da çekilen ilk film “Osama”. Yakın tarihte yani Taliban döneminde geçiyor. Kadınların sokağa, himayesi altında olduğu bir erkek olmadan çıkamadıkları günlerde geçiyor. Filmde ismi verilmeyen anne, bütün yakınlarını kaybettiği için sokağa çıkamıyor ve aç kalma tehlikesiyle karşı karşıya. 11-12 yaşlarında olan kız çocuğunu erkek kılığına sokup sokağa salıyor, kendilerine çalışıp yiyecek getirebilesin diye. Filmde erkek kılığındaki bu hassas kızın yaşadıkları üzerinden ilerliyor. Burada amatör oyuncu Marina Goldbahari’ye bir parantez açmak gerek diye düşünüyorum. Bazen bu tür sırtını amatör oyunculara dayayan filmlerde efsanevi performanslar görebiliriz. Goldbahari’de film çekilmeden önce o kasabada dilencilik yaparken yönetmen tarafından keşfedilmiş. Okuma yazması dahi yokmuş. Ama bütün filmin yükünü kaldırmakla kalmıyor, sinema tarihinde anılabilecek bir performansa imza atıyor. Doğuştan oyuncu olduğunu kanıtlıyor. Muhtemelen benzer sorunlarla boğuşmuş olmasının avantajını kullanıyor. Umarım oyunculuk kariyerini devam ettirme olanaklarını bulur. Filmi çarpıcı bulmakla birlikte, benim filmde hoşuma gitmeyen unsurlar oldu. Bazı anlarda karikatürleşen mesaj verme kaygısı bunlardan biri. Bir de bence rahatça hissedilecek Batı’ya karşı hoş görünme çabası. Batılı gazetecinin yaşadıkları ve öldürülmesini bu bağlamda okudum ben. Hatta biraz zorlarsak Amerika geldi dertler bitti denmek isteniyor diye bile düşünülebilir. Dertlerin kaynağını iyi tahlil etmek lazım gelir diye düşünüyorum. Afganistan’a demokrasi getirmek isteyen bu Amerikalılar ve şürekası neden Suudi Arabistan’a getirmek istemiyorlar? Orada da kadınlar ehliyet alabilmek için eylemler yapıyorlar. Dünyada en fazla petrol rezervini elinde bulunduran Suudi Arabistan’ın kadın haklarına, demokrasiye ihtiyaçları yok mu? Bunları da hesaba katmak gerekli. Ama Siddiq Barmak’in yaptıkları o kadar da anlaşılmaz değil. O cehennemden çıktıktan sonra bir şekilde hesaplaşmak istemiştir herhalde. Sinema adına hiçbir şeyi olmayan bir ülkeden de çıka çıka bu film çıkmış demek ki. Efsanevi bir performans görmek ve İslam dinini biraz daha yakından tanımak adına bu film, izleyenlere iyi malzeme sunuyor ama bana göre sadece o kadarını sunuyor.  

What the f**k!


Agah Özgüç'ün "Türk Sinemasında Cinselliğin Tarihi" veya "Türk Sinemasında On Kadın" adlı kitaplarında sık sık adını andığı Leyla Sayar'ın şu röportajı kadar arabesk bir röportaj daha okuduğumu hatırlamıyorum. On sene sonra falan Milli Tarih blogda yayınlanabilir bu röportaj. Ölümü beklemekten sıkılıp geri dönmüş hanfendi.

13 Kasım 2011

Kutluğ Ataman filmleri



Yılmaz Supertramp: Ne oldu, niye tıkanmış trafik? Kaza falan mı var?
Adam: Yok ya! İpnenin biri arabayı yolun ortasına park etmiş. (Ekim 2011)

Başıma gelen bu diyalogu paylaşmamdaki amacım toplumun (her yerdeki) eşcinselliğe bakışını bir kez daha teşhir etmekti. Bu teşhiri yapmamdaki amaç da Kutluğ Ataman’ın “Lola + Billidikid/Lola ve Billy Kid”de (1999) anlatmaya çalıştığı şeyler için okuyucuyu hazırlamak. Daha önce “2 Genç Kız” (2005) adlı filmini izlediğim yönetmenin bütün filmografisini tersten izlemiş oldum. Zaten üç tane filmi var. Eşcinsel sineması diye bir kategori açmak ne kadar doğru bilmiyorum ama “Lola” bu kategoriden sayılıyor. Hatta Torino Gay ve Lezbiyen Filmleri Festivali’ne katılıyor. Bir açık eşcinsel olan yönetmen Türkiye’den göç etmiş ve Almanya toplumunda yaşayan eşcinsellerin yaşadıklarına kamerasını uzatıyor. Karakterler orada doğmuş ve kültür ikilemi içerisinde yaşayan karakterler. Hem göçmen hem de gay olmak iki kere hayatı zorlaştırıyor onlar için. Mücadele ettikleri unsurlar bir hayli fazla. Ne kendi gettolarında ne de metropol içerisinde rahat hareket alanı bulabiliyorlar. “My Own Private Idaho/Benim Güzel Idaho’m”u Almanya’da hayal edin; bir de üzerine yabancı düşmanlığını, Doğu halklarında biraz daha fazla görülen ikiyüzlü ahlak anlayışını ekleyin. “Lola” öyle bir film işte. İlgi çekici, çarpıcı, hazmı kolay olmayan bir film. “2 Genç Kız” gibi yerleşik değerlerle sorunları olan bir film. Bu övgüleri yönetmenin ilk filmi “Karanlık Sular” için yapamayacağım. Filmin “The Serpent’s Tale” diye bir adı da var. Batılıların oryantalist bakış açısıyla çektiği sözümona mistik, egzotik filmleri pek sevmiyorum. Bu film de- yönetmeninin burada doğup, büyümüş biri olmasına rağmen- böyle bir film. Mistik bir Doğu hikayesinden esinlenerek ortaya çıkmış. İngilizce konuşan karakterler, İstanbul’da bu hikayenin izinden giderek bir arayış içerisine giriyorlar. Fazlasıyla kopuk ve soyut bir film. Üstelik bu kopukluk beceriksizlik sonucu ortaya çıkmış gibi geliyor bana. Allah’a yakın bana uzak olsun.

11 Kasım 2011

"Händler der vier Jahreszeiten" (1972)


Hans: Sen bir insansın Harry ama sen de aşağılık yaratığın tekisin.
Harry: Hepimiz aşağılık yaratıklarız, biliyorsun.

İşte böyle afişleri seviyorum. İddiasız, gösterişsiz, kendisine has. Tıpkı film gibi. Bugün yaptığım sınavda, bir diyalogdaki Alman karaktere Rainer ismini verdiğimi fark ettim. Rainer Werner Fassbinder'den film izlemeyeli yaklaşık bir sene falan oldu. Yine kafalar allak bullak oldu. Demirkubuz'la Fassbinder çağdaş olsalardı ve birbirlerinin filmlerini izleselerdi onaylayacak çok şey bulurlardı herhalde. En başta da insanı huzursuz eden sinizm. Topluma ve özelde insanoğluna duyulan nefret. Kurtuluş umudu taşımayan, bütün kişi, kurum ve kuruluşlara düşman bir sinema bu. Daha önce izlediğim Fassbinder filmlerinde gözlemlediğim faşist ikili ilişki mevzusu "Händler der vier Jahreszeiten/Dört Mevsim Satıcısı" için de geçerli. Fassbinder kadın-erkek veya aynı cinslerin ilişkilerinde ufak çaplı bir faşizm yaşandığını düşünüyor. Aile bireyleri arasında da faşizm olduğunu söylüyor. Anarşizme yakın bir duruşu var. Bu filmde genel misantrofiden (insan soyundan nefret etme) ziyade misogyny (kadın türünden nefret etme) de gözlemledim ben. Hans'ın sorunlarının kaynağı olarak işaret edilen merciinin annesi olması sonra da başına her türlü belayı getirenin eşi olması beni bu düşünceye itti. Bu yaşananlar, tam tersinin de olabileciğini kabul ederek, sık görülebilen sonuçlar. Hans karakterini ele alalım. "Five Easy Pieces"deki Jack Nicholson karakterine benzer bir hikayesi var. Burjuva bir ailede dünyaya gelmesine rağmen, o dünyanın kendisine sunduğu kodları reddederek mutlu olabileceği bir hayat arayışı içine giriyor. Otomobil tamircisi olmak istiyor örneğin. İnsanlığa somut bir faydası olsun istiyor herhalde. Sonra bütün bunlar bir şekilde gerçekleşmiyor ve arabesk bir hayat sürmeye başlıyor. Kendisi de bayağı bir faşistçik oluveriyor. Peki bütün bunların sorumlusu o iki kadın mı? Onları şekillendiren değerlerin, süreçlerin hiç mi suçu yok? Bu şekilde değerlendirmek bana kolaya kaçmak gibi geliyor. Bu düzenin insanları olumsuz bir durumla karşılaşınca hemen onu kahrediyor. O olumsuz durumu ortaya çıkaran süreçle, etmenlerle sebep sonuç ilişkisi kurarak hiç ama hiç hesaplaşmıyor. Fassbinder ve Demirkubuz karakterleri de tam olarak bunu yapıyor. Bu filmde Fassbinder'in biraz özentisiz davrandığını düşünüyorum. Gerçi sinema otoriteleri Fassbinder sinemasının Camp estetiğini öne çıkarmaya çalıştığını söylüyorlar. Yani bilinçli seçilen bir bayağılık, kalitesizlik. Sofistike olmayı reddetme hali. Fassbinder bu filmde gerçekten böyle mi yaptı yoksa 70'li yıllardaki o yoğun üretim döneminde özentisizce mi bu filmi çekti? Bu sorunun cevabı seyirciye kalmış. "Angst essen Seele Auf/ Ali: Korku Ruhu Yer"in (1974) adında kasıtlı bir dilbilgisi hatası yapması, Fassbinder'in camp estetiği uygulamaya çalıştığına dair bir delil olarak kabul edilebilir ama bu filmde böyle bir delil yok bence. "Üçüncü Sayfa"da Zeki'ye yaptığım naniği burada da Fassbinder'e yapacağım. Bu filmi benim yazım dolayısıyla izlerseniz veya bir şekilde izlemişseniz, lütfen neden hayat böyle diye beyin jimnastiği yapınız.

09 Kasım 2011

"Atama İzindeyiz" (2011)

"Lost Highway"i tekrar izlemek


Fred: That's fucking crazy, man.

Bundan yaklaşık sekiz sene önce Lynch'in en önemli üç filmi "Blue Velvet/Mavi Kadife" (1986), "Lost Highway/Kayıp Otoban" (1997) ve "Mulholland Dr./Mulhollan Çıkmazı"nı (2001) üç gün üst üste izlediğimde feleğimi şaşırmıştım. Bu filmleri, şimdilerde Anadolu Grubu'nun termik santral yapmayı planladığı ve halk direnişiyle karşılaştığı Sinop'un Gerze ilçesinde, kışın, şehrin dışında bir apartmanda ve koskoca apartmanda yalnız başıma izlemiştim. Yani atmosfer Lynch atmosferiydi. Filmleri izledikten sonra hemen yatmak istiyordum. Yeni, güzel, temiz bir gün başlasın istiyordum çünkü. Beni en çok "Mulholland Dr." etkilemişti ama "Lost Highway"i de tekrar izlemek yıllardır aklımda olan bir şeydi. Bitmek bilmeyen, çoklu gönderilmiş şablon mesajlardan sıkıldığım için hayatıma renk katmak adına bu filmi tekrar izledim. Bu tür atmosferden büyük destek alan filmlerin ilk izlendiği zaman yarattığı etkiyi yaratması imkansız ama yine de Lynch'in kafasından geçenlere ve bunları anlatmadaki ustalığına şaşırmamak elde değil. Paranoyalar, kabuslar ve şeytanlıklarla dolu iki paralel hayatı anlatıyor Lynch. Kendisi açıkça anlam hakkında konuşmaktan rahatsız olduğunu, anlamın çok kişisel bir şey olduğunu ve bir şeylerin ne anlama geldiğini bilmenin iyi bir şey olmadığını ifade ediyor. Yani filmlerini anlaşılmak için çekmiyor. Peki ne için çekiyor? Bilmiyorum ama bildiğim şey izleyenleri rahatsız etmede üstüne yok. Bunu da sofistike bir biçimde yapıyor. Bir kitapta Lynch'in "Sunset Blvd./Sunset Bulvarı" (1950) ve "Rear Window/Arka Pencere"deki (1957) sinematografiden çok etkilendiğini okumuştum. Bu filmde de "Rear Window" olmasa da "Vertigo/Ölüm Korkusu" (1958) ve "Sunset Blvd." etkileri gözlerden kaçmıyor. Öldüren kadın (femme fatale) rolündeki karakterin saç renginde gerçekleşen değişimler ve erkeğe yaşattıkları bu iki filmi direkt akla getiriyor.
Cenneti mi tercih edersiniz cehennemi mi? Ben cehennemi tercih ederdim, çünkü Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç, Fethullah Gülen, Ali Ağaoğlu, Sinan Çetin, Acun Ilıcalı falan cennette olacak. Cennet sıkıcı bir yer bana göre. Sinemada cehennemi en iyi anlatan kişi de David Lynch. "Lost Highway" gerçek bir cehennem. Saygı duyulacak tek bir öge yok. Gidip bir çay koymalı ve "Sev Kardeşim" şarkısını dinlemeliyim.

07 Kasım 2011

"A fost sau n-a fost?" (2006)


Manescu: Bu akşamki televizyon programında konuşacağım ve biraz gerginim.
Gigi: Hangi programmış o?
Manescu: Devrim hakkında olan program.
Gigi: Ne devrimi?

Romen yönetmen Corneliu Porumboui'nun (erkek) ilk filmi "A fost sau n-a fost?" doğallığı ve samimiyetiyle izleyenini büyüleyen, çok başarılı bir mizah örneği. Kahkaha atmanız pek olası değil ama baştan sona tebessümle izleyeceğinizi garanti edebilirim. Filmin İngilizce ismi "12:08 East of Bucharest". Birçok ülkede bu saat vurgusuyla isimlendirilmiş. Türkçe adında saat vurgusuna rastlamıyoruz. Birçok insan tarafından "Bükreş'in Doğuşu" şeklinde yanlış hatırlanır. Romence adıysa oldu mu olmadı mı veya devrim miydi değil miydi şeklinde tercüme edilebilir. 22 Aralık 1989'da Romanya devlet başkanı Nikolae Ceauşescu'nun yine Batı etkileri hissedilen bir darbeyle iktidardan indirilmesi bir devrim miydi değil miydi? Film de, ismi verilmeyen ve Bükreş'in doğusunda yer alan bir kasabada yaşanılanların bir devrim olup olmadığı sorusunun cevabını arıyor. Mayıs ayında üç gün Bükreş'in doğusunda bir kasabada, iki gün de Bükreş'te kaldım. Bükreş'te bulunduğum sınırlı zaman diliminde, Türkiye'den gelen kadınları Avrupa'nın en büyük AVM'sine bıraktıktan sonra olayların vuku bulduğu Devrim Meydanı'na gittim ve tarihi koklamaya çalıştım. 1989 yılında kapitalizmi seçen veya kapitalizm dayatmasına daha fazla direnemeyen Romen halkının ne halde olduğunu gayet iyi gözlemledim. Ahbap olduğum taksi şoförü Gabriel'in dediği şuydu: O günlerde para vardı ama hiçbir şey yoktu, şimdiyse her şey var ama para yok. Gabriel'in bahsettiği her şey ve hiçbir şeyi biraz açmak gerekiyor. Günümüzde piyasada bulunan her şeyden kastı, McDonalds'lar, AVM'ler, i-phone'lar, Rihanna, ekşın filmleri, pahalı giysiler falan filan. Bu günlerde olmayan ama o günlerde olanlarsa barınma hakkı, iş garantisi, ulaşım kolaylığı, parasız sağlık, parasız eğitim gibi şeyler. Gabriel'in dediğine göre halkın %70'i Ceauşescu'ya minnettar. Bu gezi, aralarında Gabriel'in de bulunduğu kişilerden gelen ardı arkası kesilmeyen parayla seks (yapmadım) teklifleri ve otelde paramın çalınması gibi sevimsiz durumlara rağmen, benim için çok öğretici oldu. Bu yüzden "A fost sau n-a fost?" benim ilgimi fazlasıyla çekti. 2005 yılında Bükreş'in doğusundaki bir kasabadaki yerel bir kanal 22 Aralık 1989'da şehir meydanında yaşanılanları masaya yatırmak istiyor. Beklediği konuklar yan çizince spiker; bunamaya yakın bir adamla ki filmde yaptığı sokak lambası metaforuyla yıldızlı pekiyiyi hakediyor, her anlamda bir loser (kaybeden) olan tarih öğretmeni, alkolik Bay Manescu'yu konuk olarak kabul ediyor. Kapitalizmin fertler üzerinde yarattığı tahribat filmin her karesinde seziliyor. Örneğin Manescu'nun dersinde; öğrenciler, aynen Türkiye'dekiler gibi, tarih adına hiçbir şey bilmiyorlar. Kopya çekerek, emek vermeden kolay yolla istediklerini almaya çalışıyorlar. Çinli satıcı ve maruz kaldığı yabancı düşmanlığı bize direkt olarak o sistemi çağrıştırıyor. Devrimden önce türlü türlü meslekleri olan ama sonradan analarının gözü kesilen girişimci ruhlu insancıklar ne kadar da tanıdık! Tarih öğretmeninin anti-komünist tavırları da bana yanlış tarafta yer alan liberal aydınları hatırlattı. Filmin ilk yarısı bu yerinde gözlemlerle bize Bükreş'in doğusunda yer alan o kasabayı resmediyor. Sonra canlı yayın faslı başlıyor. Bu bölümde kasaba meydanında yaşanılanlar ve yaşanılanların 12.08'den önce olup olmadığı konusunda çok ilgi çekici diyaloglar var. Yayına katılan konuklar ve anlattıkları gayet yerinde olup, filmin naif atmosferine çok iyi katkıda bulunuyor. Yaklaşık 40 dakika süren bu bölümde ballı kaymaklı hayat dersininizi alıyorsunuz ve film bitiyor. Peki o yaşananlar devrim miydi? Ben de film gibi düşünüyorum: (Nah) devrimdi!

06 Kasım 2011

"Üçüncü Sayfa"yı tekrar izlemek


Meryem: Bir gün ben evde temizlik yaparken çıkageldi. Önce Elif’ten konuşmaya başladı. İstersen kocanı aradan çıkartırım dedi. Çocuklarını kabul ederim dedi. Bununla anlaşmış gibi konuşuyordu. Nasıl yapacaksın diye sordum. Ben yaparım dedi. Bana bırak dedi. Çaresizlikten kabul edecek gibi oldum, aslında ötekine öfkemden. Ne olacak diye düşündüm. İkisi de adi, ikisi de karaktersiz. Hiç olmazsa bunun parası var, durumu iyi. Üst kata taşınırız, çocuğuma bakarım. O zaman Can kucağımdaydı daha. O arada sarıldı. İstemedim ama karşı da gelemedim. Öyle başladı. Önceleri tiksinirdim. Karşı geleyim diye düşünürdüm ama gelsen ne olacak? Ne yapacaksın? Nereye gideceksin? Böyle sürüp gitti. Sonra kocamı uzak yerlere işe göndermeye başladı. Sana doyamıyorum, geceleri de yanımda ol diye. Çok geceler evinde kalmaya başladım. Olmadık şeyler istemeye, manyak manyak şeyler yaptırmaya başladı. Porno filmler izlettirir, gördüklerimizi yapmamı isterdi. Yaptırırdı da. Bazı günler yukarıda onun istediklerini, gece aşağıda kocamın istediklerini yapardım. Düşünürdüm, ikisi de biliyor diye. İkisi de kabul ediyor. Nasıl oluyor diye düşünürdüm.  

Zeki Demirkubuz'un "Masumiyet"ten (1997) sonraki filmi "Üçüncü Sayfa"yı (19999 yeniden izledim. Youtube'da bu filmle ilgili röportajı var. Röportaj içerisinde filmin sağlıklı izlenmesini engelleyecek bazı bilgiler olduğunu belirteyim. Bu arada ilk defa bu kadar uzun bir Zeki röportajı izledim. Zeki'nin konuşarak kendisini ifade etmede sıkıntıları olduğunu gözlemledim. Bazı insanlar böyledir. Konuşurken sürekli ıııı, ıııı gibi sesler çıkarırlar, kelime dağarcıkları zayıftır, dikkat dağıtıcı üslupları vardır. Zeki konuşurken yetersiz ama yazarken yani senaryo yazarken üzerinde çok düşündüğü bir gerçek. O röportajda "Masumiyet"in iyi gişe yapması sonucu, film yapma olanaklarının arttığını söylüyor. İyi gişe dediğimiz de 80 bin civarı. O sene "Eşkiya"nın iki buçuk milyon gişe yaptığını hatırlatayım. Bu gelişme sonucunda Zeki sinemayı daha fazla ciddiye aldığını, ne yapmak istediği üzerinde daha fazla düşündüğünü söylüyor. İnsanın içerisindeki kötüyle ilgilendiği için "Üçüncü Sayfa" ve diğer filmleri gibi filmler yapmak istediğine karar veriyor. İşte böyle bir motivasyon sonucunda ortaya çıkan bu film, izlemeye ve üzerinde düşünümeye değer. Zeki, alt sınıfların birbirine uyguladığı faşizmden daha kuvvetli bir faşizmin olmadığını düşünüyor. Bütün filmlerinde ortaya çıkan olumsuz tablonun kaynağını sistem değil de insanoğlunun doğası olarak görüyor. Nihilist ve kaderci bir anlayış bu. Ben buna katılmıyorum. Bütün olumsuzlukların kaynağını sistem daha doğrusu kapitalist sistem olarak görüyorum. Her şeyi kar, rant olarak algılayan bir sistemin ürettiği faşizmden daha büyük bir faşizm olamaz. Şu anda bu yazıyı okuduğunuz mekanda bile sağınıza, solunuza bakın; bu sistemin olumsuz izlerini görmemeniz kaçınılmaz. Zeki'yle bu anlamda çelişiyorum ama onun yaptığı alabildiğine gerçekçi, sert, tavizsiz sinemayı takdir etmemek de imkansız. Ticari sinema yapamaz mıydı Zeki? Dizi piyasasına var olup, malı götüremez miydi? Cevap evet ama bunları yapmadı ve onbinlerle ifade edilen gişeleri olan filmler yaptı. Bir şeyler söylemek istedi. Toplumcu gerçekçiliğin değil ama gerçekçiliğin en ilgi çekici filmlerini çekti. Belki sistemi aklayarak onun devam etmesine katkıda bulundu ama entellektüel üretime katkıda bulunduğu için aynı zamanda sistem için tehlike de arz etti. "Üçüncü Sayfa" da bu bağlamda alabildiğine çarpıcı, sert bir film. Bir kere filmin adı "Üçüncü Sayfa". Yani anlattığı hikaye, içerisinde güzel olan hiçbir şey barındırmayan bir hikaye. Çok başarılı mekan seçimleri var. Röportajında belirttiği gibi; müzik, kamera hareketleri, ışık oyunları gibi seyirciyi yönlendirmeye yönelik hiçbir sinemasal hile barındırmıyor. Çıplak bir çift göz, bir apartmanın bodrum katında ne görüyorsa onu gösteriyor. Her zamanki gibi merhamet, acıma, dayanışma gibi insani olgulara kesinlikle prim vermeyen bir evreni anlatıyor Zeki. Bazı inandırıcılıktan uzak diyaloglar, teknik acemilikler dışında kusuru olmayan bir film. Bana söz verin ve eğer bu filmi bu yazı dolayısıyla izlerseniz neden böyle diye beyin jimnastiği yapın, olur mu? (Zeki'ye nanik yapıyorum buradan).