31 Ağustos 2009

Bruce Lee vs. Kareem Abdul-Jabbar



Bir önceki yazımda Tarantino ve Rodriguez'in "Grindhouse" projesinden bahsetmiştim. Grind, gıcırdamak anlamına geliyor. 70li, 80li yıllarda; iki film, üç film gösteren adi sinemalara, film gösterme aletinin çıkardığı gıcırdama sesine atfen Grindhouse adı veriliyordu. Ben de yedi, sekiz yaşlarındayken bir akrabamın gözetiminde bu grindhouselardan birine gitmiştim. Bir karate filmi ve bir erotik komediydi gösterilen filmler. O yıllarda karate filmleri çok revaçtaydı. Bruce Lee çok az film çekmesine rağmen, ona benzeyen kişilerle Hong Kong sineması yüzlerce, binlerce karate filmi sürmüşlerdi piyasaya. Bu filmlerde Bruce Lee oynamamasına rağmen, afişlerde onun adı kullanılıyordu. Ben de çocukluk arkadaşlarımla, Burujli mi döver Cüney Tarkın mı döver şeklinde argümanlar geliştiriyordum. Yıllar sonra Bruce Lee'nin bir elin parmakları kadar olan filmlerini izleyince, ona çocukluktan başlayan hayranlığım daha da arttı. Onun son filmi Game of Death (Ölüm Oyunu, Robert Clouse, 1978) en iyi filmlerinden birisidir. Bu filmde NBA tarihinin en skorer oyuncusu olan Kareem Abdul-Jabbar da oynuyor. Filmde iki sahnesi var Kareem Abdul-Jabbar'ın. Birinci sahne kısa sürüyor; ama adamı merdivenden rebound alır gibi aşağıya indirmesi çok komiğime gitmiştir her zaman (videoya bakınız). İkinci sahnede Bruce Lee'yle uzun süren bir dövüş sahnesi var. Aralarında tam 47 cm boy farkı var Bruce Lee ve Kareem Abdul-Jabbar'ın. Biri 171 cm iken diğeri 218 cm. Aşağıdaki resimde Jabbar'ın kolunun Bruce'un vücuduna olan oranına bakabilirsiniz. Fakat insanüstü yaratık Bruce Lee, Kareem Abdul-Jabbar'ı dövüyor. İlginç, komik, absürt bir sahnedir benim için. Sizinle paylaşıyorum. Bu arada, Kill Bill'de Uma Thurman'ın giydiği sarı-siyah eşofman, bu filme yapılan bir göndermeden başka bir şey değildir.

29 Ağustos 2009

Danny Trejo

Şu herifteki tipe bakar mısınız? Kötü adam rolü için bu kadar uygun bir tip düşünemiyorum. Danny Trejo yönetmen Robert Rodriguez'in akrabası olup, onun bir çok filminde karşımıza çıkar. Desperado'daki (Robert Rodriguez, 1995) bıçakçı adam rolüyle hatırlanır en çok. Ayı gibi görünmesine rağmen sadece 1.70 boyundadır. 60lı yıllarını hapiste geçiren Danny Trejo, feleğin çemberinden geçmiş biri. Filmlerde oynadığı Meksikalı suçlu rolünü aktör olmadan önce bizzat prova etmiş. Sonra tövbe etmiş ve bugün aktör olarak çok verimli bir çağ yaşıyor. Tarantino ve Rodriguez'in 2007 yılındaki Grindhouse projesinde "Machete" adlı bir fragman vardı. Bu fragman 80li yıllardaki iki film birden, üç film birden türü filmlerin aralarında görülen fragmanlara saygı duruşu niteliğindeydi. Çok ilgi gören bu sahte fragmanı film olarak çekmeye karar verdi Rodriguez ve şu anda benim en merakla beklediğim filmlerden biri. 2010 yılında gösterime girecek.

Çok kötü

Kişisel film çekersin anlarım; fakat bu filmden eminim Teoman kendisi de bir şey anlamamıştır. Pervasız biri olduğu bilinen Teoman filmi için hangi kelimeleri kullanmıştır medyada acaba? Takip etmediğim için bilemeyeceğim; ancak ..oktan demişse hiç şaşırmayacağım. Kötü oyunculuklar serisinin bir üst modeli odun oyunculuklar serisini başlatırsam bir gün eğer, ilk ele alacağım performans Teoman'ın bu filmdeki Timur yorumu olacaktır. Arada sırada böyle kötü filmler izlemek de iyi olmuyor değil. Eli yüzü düzgün bir filmin değerini daha iyi anlıyorsun.

24 Ağustos 2009

Sinemayla ilgisi olmayan, hayattan kareler

Serge Djiehoua:
Hayat ne garip değil mi? Antalyaspor'un Fildişi Sahilli forvet oyuncusu Serge Djiehoua'nın bacaklarının kalınlığına ne demeli? Kendisi kemiklerinin iri olduğunu iddia etmiş. Ben böyle kalın bir bacak görmedim, bilmedim. Önünde durmamak lazım.

Sarbi:
Galatasaraylı muhteşem futbolcu Sabri'nin Villareal maçında formasına isminin yanlış yazılması çok konuşulmuştu. Ertesi gün gazeteler "Bir zamanlar tarih yazardı, şimdi adını bile yazamıyor" şeklinde başlık atmışlardı. Şanssızlık hep bu adamı mı buluyor? Diğer fotoğraftaysa göğsünde yanlışlıkla iki adet bayrak olan bir forma giymiş Sarbi. Bir gün orta yapmayı öğrenirse bu şanssızlıklardan kurtulacağını düşünüyorum.

İlk Mini Cooper:
İngilizlerin elyapımı ürettikleri kült otomobil Mini Cooper'ın, ilk defa Amerikadaki bir aileye teslimatını görüyorsunuz bu fotoğrafta. Dıştan bakıldığında küçücük görünen ama içi yayla gibi bir otomobil Mini Cooper. Dört kişilik bir aileye bile yetiyor. Oxford dolaylarında tek bir fabrikası var. En düşük modeli 46000 tl iken, en yüksek modeli 78000 tl. Kişilik sahibi otomobillerden biri. Sahipseniz gönül bağı kurmamanız imkansız gibi. Ben sahip değilim. Benim Skoda Fabiam var.

Hacı Murat Limuzini:
Eloğlu eliyle Mini Cooper yapar, biz de işte bunu yaparız. Yaratıcılığın doruğu. Bir de boya atarsan al sana limuzin.

Kim bu Hiddink?
Dünyanın en saygıdeğer, en başarılı teknik direktörlerinden biri. 1990-1991 sezonunu Fenerbahçe'de geçirmek gibi bir hata yaptı. İlk maçta Aydınspor'dan altı gol yiyince bir daha dikiş tutmadı. Başarısız olmuş olabilir; ancak benim dikkatinizi çekmek istediğim konu basında ve genel olarak toplumumuzda yer alan küçümseme eğilimi, linç etme merakı.

Angut kuşu gibi koca istiyorum.
Yıldız Tilbe, aslında çok asil bir hayvan olan; fakat Türkçede olumsuz bir çağrışımı olan angut kuşuna dikkat çekmek istemiş. Eşi ölünce ömür boyu yas tutan, hatta ona bakarak ölen bir kuş angut kuşu. Argoda ise bön, montofol gibi anlamları var. Keşke yanlış kullanımı düzeltilse ve insanlar birbirlerini öperken angut dese falan.


Alonso Fener'de gibi:
Aslında benim aradığım 2008 yılında yayınlanan bir asparagas haberin fotoğrafıydı ; ama bunu bulabildim. O haberde "Mourinho Fener'de, yanında da Drogba, Terry ve Lampard'ı getiriyor" yazıyordu. Fenerbahçe bor madenlerini satsa yine getiremez bu isimleri; ama bu adamlar bu başlığı atabiliyorlar. Çok tepki almış olacaklar ki Alonso'nun Fener'e gelmesi konusunda biraz daha temkinli davranmışlar.

Yorumsuz:

23 Ağustos 2009

"Blow Out" (1981) "Blowup"dan (1966) daha iyi!

Son zamanlarda esinlenme, araklama, uyarlama, yeniden çevrim vb. konularda çok yazı okuduğum için aklıma bu kıyaslama geldi. Günümüzde çok tartışılan konular bunlar. Özellikle Tarantino (ondan önce de sıkça De Palma) filmlerinde çekinmeden bunları uyguladığı için tartışılır oldu. Artık günümüzde eski filmlere gönderme yapmayan film zor bulunur oldu. Bunları yakalayınca torpidoda boncuk bulmuşcasına sevinen sinefiller de çok sıkıcı olmaya başladılar. Blow Out'un (Patlama, Brian De Palma, 1981) Blowup'dan (Cinayeti Gördüm, Michelangelo Antonioni, 1966) esinlenerek çevrildiği ayan beyan ortadadır. Kimse de buna itiraz etmez; çünkü Blow Out çok iyi bir filmdir.

En sevdiğim Antonioni filmidir Blowup. Diğer filmlerini çok sevdiğimi söyleyemem. Gelmiş geçmiş en büyük yönetmenlerden biri olarak kabul edilse de benim tercihim bu şekilde. Bir fotoğraf karesini büyütmek anlamına gelir blowup. Filmin Türkçe adı en ilginç bulduğum adlardan biridir. Cinayeti gördüm diyerek spoilerın (filmlerin sağlıklı bir şekilde izlenmesini etkileyen bilgi) kralını vermişler. Hemen anlıyorsunuz ki filmde bir cinayet var ve adam o cinayeti görecek, başına işler gelecek. Aynen öyle oluyor zaten. Imdb'de filmin türü için mystery yazıyor: yani gizemli, egzantirik, asortik, esrarcengiz... Girişimci Türk işletmecisinin elinde bu gizem kuşa dönmüş oluyor böylece. Filmin başrol oyuncusu, son filmi Romantik (Sinan Çetin, 2007) olan ama benim Dario Argento klasiği Profondo Rosso (Derin Kırmızı, 1975) ile hatırladığım David Hemmings. Kusursuz stilize edilmiş görüntü yönetimi ve dingin yapısı ile dikkatini çeken çok başarılı bir film Blowup. Aynı anda hem iyi bir sanat filmi hem de cahil halkın, Hıncal Uluç'un falan zevk alacağı iyi bir seyirlik. İzleyeceğim film illa yeni bir filmi olsun demeyenlerdensiniz bu filmi kaçırmayınız.

Tarantino'nun ilk üç favori filmi arasında yer alır Blow Out. Birincisi Il buono, il brutto, il cattivo (İyi Kötü Çirkin, Sergio Leone, 1966), ikincisi de Rio Bravo'dur (Kahramanlar Şehri, Howard Hawks, 1959). Bir adam, bir ses kayıt cihazıyla (Blowup'ta bu fotoğraf makinesiydi), bir cinayeti görür. Görünürde 80lerin sıradan bir polisiye gerilimidir Blow Out; ancak o kadar usta işi bir kurgusal yapıya sahiptir ki The Usual Suspects'le (Olağan Şüpheliler, Bryan Singer, 1995) veya The Hangover'la (Felekten Bir Gece, Todd Philips, 2009) aşık atabilir. Şu aşağıdaki fotoğraftaki adamların adını bilmediğim spor dalında buzların içinde kaydıkları gibi filmin içinde kayar gidersiniz. Asla bir sanat filmi değildir, ama yedinci sanatın en iyi filmlerinden birisidir. Esinlendiği filmden daha iyi bir film olarak hatırladığım ender yapımlardan birisidir Blow Out.

19 Ağustos 2009

Kötü oyunculuklar 2



Sıradaki kötü oyuncumuz Jim Kellyy(?). Film Enter the Dragon (Ejder Kalesi, Robert Clouse, 1973), Bruce Lee'nin en bilinen filmi. Bruce Lee'den ve ona ne kadar hayran olduğumdan bahsedeyim mi? Belki başka bir zaman. Onun sarı siyah eşofmanlı filmiyle Kill Bill'i tesadüf serisinde karşılaştırırım veya Karim Abdul Jebbar'la olan dövüş sahnesini klasik sahne serisinde veririm belki. Karate filmlerinde ve Kemal Sunal'ın 100 Numaralı Adam (Osman Seden, 1978) filminde Wuuhhoooooaaaa diye başlayan bir müzik vardır. O müzik eşliğinde başlıyor Enter the Dragon. Bu arada bu nasıl film ismi, eski dos komutu gibi. Jim Kelly, davet edildiği Hong Kong karate turnuvasına yol almak üzere uçaktan iniyor. Yönetmen şöyle demiştir: "yerel motifleri takdir etmeni ve iddialı olmanı ifade edecek bir hareket, bir oyunculuk şöleni gerçekleştir Jim'ciğim". O karşıdan karşıya geçerkenki hali ne öyle! Adam 1971 karate şampiyonu, oyunculukla alakası yok, o yüzden mazur görüyorum. 1 de o hareketin Türkiye'de ne anlama geldiğini bilmiyordur kesin..

18 Ağustos 2009

"The Big Lebowski"den bile daha iyi

Bazen Amerikan filmlerinde karakterler, beyzbol oyuncularının sayı aldığında yaptığı hareketi yaparak I knew it, I knew it (biliyordum) derler. Ben de The Hangover'ı (Felekten Bir Gece, Todd Phillips, 2009) izledikten sonra aynı hareketi yaptım. Sinema dergisinin verdiği küçük afişlerde görür görmez anlamıştım ne kadar iyi bir film olduğunu. Akşamdan kalmışlık halini ifade eden hangover kelimesi için filmin Türkçe adının Felekten Bir Gece olması yerinde bir seçim bence. Filmin dezavantajı, abazan ruhunun derinliklerine hitap ediyormuş gibi bir havası olması. Gerçekten de öyle; ancak filmin o kadar iyi bir temposu var ki bu kadar iyisini pek hatırlamıyorum. İlk dakikalardan, jeneriğe kadar sürekli coşkuyu veriyor. Beş dakika rahat bırakmıyor. Süprüz üstüne süprüz. Bakalım şimdi ne olacak diye bekliyorsunuz. Gerçekten bir gün The Big Lebowski'den (Büyük Lebowski, Joel Coen, 1998) daha iyi bir komedi filmi izleyebileceğimi düşünmüyordum. Yarım yarım yarıldım.

Filmlerde taksicilere para verilmemesi



Buna benzer bir konuyu daha yazmıştım. Filmlerde burunlara atılan çok sıkı yumruklara rağmen, burunlar nedense kırılmazlar. Başlıktan da okunduğu üzere, filmlerde taksicilere para verilmesi genelde es geçilir. İnşaat (2003, Ömer Vargı) adlı sevimli filmde dört adet taksiden inme sahnesi var. Birinci sahnede, adam bodoslamasına taksiden çıkıyor ve hayat devam ediyor. İkinci sahnede, biraz da karakterin caka satmasına bağlı olarak adam taksiciye para veriyor. Üçüncü sahnede, adam taksiciye soruyor: paranı aldın mı? Yani bu cümle senarist tarafından zahmet edilmiş ve senaryoya koyulmuş. Tamam artık, bundan sonra işler yolunda gidecek derken, dördüncü sahnede hiçbir şey olmamış gibi karakter taksiden yine bodoslamasına iniyor. What the heck?

17 Ağustos 2009

İki David Cronenberg filmi

Kanadalı yönetmen David Cronenberg'in sadece eXistenZ (Varoluş, 1999) adlı filmini izlemiştim. Bilimkurguya olan yatkınlığını biliyordum. Çok seçici olduğum bir tür olan bilimkurgudan film izlemek benim için her zaman bir risktir. Hıncal Uluç'un Milan Baros için "golcü değil" şeklinde saçmalaması gibi ben de bazı çok beğenilen bilimkurgu filmlerini beğenmemişimdir. David Cronenberg beni yarı yolda bırakmadı.

The Fly (Sinek, 1986) Star televizyonunda defalarca yayınlandı ve ben hep kaçırdım. Ayıp etmişim. Cronenberg'in yaratıcılığını gösterdiği bir film The Fly. Korku türüne de yakın olan bir bilimkurgu filmi. Efektlerin ne kadar başarılı olduğunu resimden anlayabilirsiniz. Alien serisinden aşağı kalır bir yanı yok bence. Mizah ögesi filmin başlarında fazlaca devreye giriyor ve makara bir film mi diye içinizden geçirmiyor değilsiniz; fakat giderek film öyle karanlık bir atmosfere bürünüyor ki ürperiyorsunuz. Mizah ve aşk-meşk işlerine bu kadar bulaşıp da yine de feci bir film olmayı başarabilmek önemli bence.

İşte kült film budur. Hideo Nakata'nın Halka serisinde kimden esinlendiğini artık daha iyi anlıyorum. Videodrome (1983) teknolojik bir aletten nasıl lanet gelebileceğini anlatan çok iyi bir film. Aynı The Fly'da olduğu gibi; efektler, hikaye örgüsü, oyunculuklar, ışık kullanımı, diyaloglar, atmosfer yaratımı, seyirciyi içine alma, tırsıtma, merak duygusu uyandırma, izleme isteği yaratma konusunda çok başarılı bir film. Zaten filmin kendisi izlemek üzerine inşa edilmiş, seyircide de benzer bir istek uyandırıyor film. Sürükleyici kelimesi burada eksik kalıyor. Videodrome görsel bir şey, kelime bulamıyorum. Bu arada filmin başrol oyuncusu James Woods gözlük taktığında İbrahim Altınsay'a çok benziyor.

11 Ağustos 2009

İki Steve Buscemi filmi

Steve Buscemi (basemi okunur) benim favori oyuncularımdan biridir. Çok yönlü ve yılda dört-beş filmde oynayacak kadar da verimli bir aktördür (sağolasın IMDB Trivia). Meğer Steve Buscemi'nin cvsinde yönetmenlik de yazıyormuş. İki adet filmini izledim Buscemi'nin (bazılarınızın hala Buskemi diye okuduğunu duyuyorum, yapmayın). Şimdi bakalım:

Trees Lounge'
ın (Bizim Kafe, 1996) Türkçe adının Bizim Kafe olduğunu şimdi öğrendim ve dalgamı geçtim. Kandemir Konduk'un mahalle temalı dizileri gibi bir isim vermişler filme. Lounge kafe değil bar demektir. Kafe sözcüğü filmin içeriği hakkında eksik bir çağrışım çağrıştırıyor; çünkü filmde içmek ve içki önemli bir yer tutuyor. Benim önerim "Bir Baba Hindi Barı" olabilirdi. Neyse, Trees Lounge harika bir film. Sıradan insanların, kısıtlı bir zaman diliminde başlarından geçen acı tatlı olayları anlattığı şeklinde kabaca özetlenebilecek olan bağımsız filmlerin en tipiklerinden, en güzellerinden. Senaryo da Buscemi'ye ait. Mükemmel bir iş çıkartmış Buscemi. Bağımsız film ölçütlerinden taşmamak koşuluyla mükemmel bir arıza karakter yaratmış Buscemi. Çizginin; bir öbür tarafına geçiyor, bir beri tarafına düşüyor. Bu adam yönetmenliği bırakmasın.

Interview'ın (Görüşme, 2007) Trees Lounge'la tek ortak noktası, Buscemi'nin yaşça küçük bir kızla aralarında bir şey geçmesi. Medya ve ikoncanlar üzerine bir eleştiri Interview. Müslümanlara hakaret içeren bir film çektiği için öldürülen Hollandalı yönetmen Theo Van Gogh'un beş filminin Amerika'da yeniden çekmek için başlatılan projenin ilk ayağı. Dolayısıyla fazlasıyla saygı duruşu, hatırlatma, gönderme var. Steve Buscemi'nin de kendinden çok şey katmadığı bir film. Steve Buscemi, varlığıyla yine farkındalık yaratıyor ama film o kadar da harika bir film değil. Tam bir diyalog filmi ve kaçınılmaz olarak fazlasıyla tiyatral. Yani bu filmi çok kolay bir şekilde tiyatroya uyarlayabilirsiniz (evet söylemiştim ben tiyatro sevmiyorum). Kötü mü? Değil.

07 Ağustos 2009

İştah açıcı sahneler 5



Türk sinemasının yüz akı filmlerinden birisidir Canım Kardeşim (1973, Ertem Eğilmez). Halkımızın kolektif bilinçaltında yer alan bir eserdir. Hani şu kanser olan kardeşi için televizyon çalan adamın filmi dediniz mi herkesin hatırlayacağı filmdir. Bu filmi izlememiş adamı döverler Türkiye'de. Kaç kere izledim hatırlamıyorum. İlk izlediğimden beri hep ilgimi çeken restoran sahnesini paylaşmak istedim sizlerle. Kahramanlarımız İstanbul Hilton'un restoranına gidiyorlar. Yiyorlar, içiyorlar. O makarnalar arz-ı endam edince iştahım acaip kabarır. Salçasız makarnayı sevmememe rağmen yine de midem zil çalmaya başlar. Bu arada sinemayla hiçbir alakası yok; ancak dün berberde sakal tıraşı olan bir adamın horul horul uyuduğuna tanık oldum. İnanılmaz bir sahneydi..

01 Ağustos 2009

"Frozen River" (2008)

Aktüel kamerada görünen, yaşam mücadelesi veren, boşanmış, tezgahtarlık yapan, sigara içen kadın: tam bir bağımsız film karakteri...Frozen River'da (Donmuş Nehir, Courtney Hunt, 2008) da böyle bir karakter var. Frozen River'ın ne yönetmenini ne de oyunucularını tanıyorum. Bir kaç ay önce festivalci bir arkadaşım için internetten indirip kendisine vermiştim. Tavsiye üzerine izledim. Tam bir bağımsız film gibi başlayıp, öyle devam ediyor ve bitiyor. Her tarz sinemayı sevdiğim gibi bu tarz sinemayı da seviyorum. Düşük bütçeli oldukları için bu tarz filmler; iyi hikayeler, iyi diyaloglar, iyi oyunculuklar sergilemek zorundadırlar. Frozen River da bunu iyi kotarıyor. Frozen River kaba olarak; donmuş bir nehir üzerinden Amerika'ya kaçak işçi sokan, bir beyaz biri kızıldereli iki kadının hikayesi. Bu filmlerin "mideye sıkı yumruk vuranları" Cannes'da ödül falan alır; ancak Frozen River bunu başaramasa da yine de başarılı bir bağımsız sinema örneği olarak kayıtlarıma geçti.