31 Mayıs 2011

"Messi rocks Ronaldo sucks" (2011)


Bu bloğu açtığım sıralarda arada sırada futboldan da bahsedeceğimi yazmıştım; çünkü o zamanlar bir futbol blog çılgınlığı vardı (hala var). Sonra bu kadar futbol bloğu içerisinde benim yazacaklarıma hiç de gerek yok diye düşünmüştüm. Sanırım bir tek Brezilyalı Ronaldo'yla ilgili kısa bir yazı yazdım. Gerisi de gelmedi zaten. Bu başlığı atmayı ve bu yazıyı yazmayı çok istedim; çünkü Messi tutkuyla takip ettiğim ve çok sevdiğim bir spor insanı. Aslında bu yazı biraz sinemayla da ilgili. Yönetmen olma hayallerimin bir parçası da ismi "He Rocks She Sucks" olan kadın-erkek çıkmazını anlatan filmdir. Bu başlığı Messi ve Ronaldo'ya uyarladım. Son yıllarda Ronaldo denen apaçiyle Messi adlı sanatçının karşılaştırılması medyada sıkça yer buluyor. Bir iki hafta önce apaçinin iddiasız takımlara karşı oynanan maçlarda üst üste goller bularak La Liga gol rekorunu kırması bazı ronaldoculara üste çıkma fırsatı verdi ama geçen Cumartesi Wembley'de olanlardan sonra sanırım onlar da 40 gole rağmen ağızlarını açamayacaklardır. Ronaldo 40 gol attı. İstatistiklerden mi konuşacağız? Oldu o zaman, başlıyorum. Kaynak olarak mackolik.com ve wikipedia.com'u kullandım. Messi bugüne kadar 269 maçta 180 gol atmıştır. Ortalama 0,66. Ronaldo'nun ise 412 maçta 209 golü var. Ortalama 0,50. Bu ortalamada meydana gelecek bir puanlık bir artışın bile ciddi emek istediğini belirtmek isterim. Ronaldo Messi'den bu kadar çok maç oynamasına rağmen 73'e 83'lük gibi çok az bir farkla Messi'den daha fazla asist yapmış. Bu da kendisinin ne kadar egoist, Messi'nin de ne kadar takım oyuncusu olduğu gerçeğini bize gösteriyor. Bir de önemli maçlar kriteri var. Öyle ya büyük futbolcu büyük maçlarda sahneye çıkmalı. Son 20 yılda şampiyonlar liginde yarı final veya final oynayan takımlara karşı atılan gol sayısında Messi'nin 38'e 29'luk gibi ezici bir üstünlüğü var. Bu arada Ronaldo'nun Messi'den iki yaş büyük olduğunu hatırlatmak isterim. Yapılan çapraz koşular, öldürücü paslar, kritik anlarda insiyatif almalar, top kazanmalar, fair-play ruhu gibi konulara da girersek bu karşılaştırmanın ne kadar absürd olduğunu daha iyi farkederiz. Bugün google'a veya wikipedia'ya "Ronaldo" yazarsanız Christiano Ronaldo'nun değil Brezilyalı Ronaldo'nun çıktığını görürsünüz. Bu bile çok şey anlatıyor aslında. Benim izlediğim en iyi futbolcu Zidane diyordum fakat Messi sırf şu üç senede yaptıklarıyla bırakın Zidane, Maradona, Pele'yle kıyaslanmayı; bir Alfred Hitchcock suspense'yle, bir Robert De Niro oyunculuğuyla, bir Rachmaninov piyano eseriyle, bir Angelopoulos görüntü yönetimiyle falan kıyaslanmalı. Ne mutlu bana ki tutkuyla bağlandığım bir performansçım var. Sinemayla ilgililenmek kadar ayrıcalıklı yapıyor insanı. Messi'de en çok neyi seviyorum biliyor musunuz? Futbol oynama tutkusunu. Dünyayı büyülediği Wembley finalinin dönüşünde bile uçakta futbol oynayacak kadar tutkuyla bağlı bu oyuna (kaynak: acetoblog.com).


Ve daha 24 çarpı 365 gün bile yaşamadı.  

24 Mayıs 2011

Bir öğrenci Top 10'u


Harika movie-buff öğrencilerim var. Bunlar 16-17 yaşlarında olmalarına rağmen mükemmel bir altyapıya sahipler. Serhan Köse de hocam 2011'in Bolu'sunda "Mulholland Dr./Mulhollan Çıkmazı"nı konuşacağım kimse bulamıyorum deyince kendisinden bir Top 10 istedim. "Mulholland Dr."ı konuşmak isteyen bir öğrenciye sahip olmak gerçekten bir ayrıcalık olmalı diye düşünüyorum. Zira %70'i hayatında bir tek kitap bile okumamış bir toplumda yaşıyoruz. İşte liste:

1) Pulp Fiction
2) Fight Club
3) Dark Knight
4) The Big Lebowski
5) No Country For Old Men
6) LOTR
7) Seven
8) Inception
9) Mulholland Dr.
10) Life Is Beautiful


Ben de bu filmlerin hepsinin mükemmel filmler olduğunu düşünüyorum. Dokuzdan aşağı puan verdiğim bir film yok. Yanlış anlaşılmasın ben otoritenin sesiyim triplerinde değilim. Sadece zevkimiz uyuşuyor demek istiyorum. Listenin beş tanesi 90lardan gerisi milenyumdan. Kendisine nacizane biraz daha eskilere de eğilmesi gerektiğini tavsiye edeceğim. Oralarda da mükemmel işler bulacaktır. Fincher, Coenler ve Nolan'dan ikişer film var. Demek ki öğrencimiz sinemayı var edenin büyük oranda yönetmen olduğunu kavramış. Bir de benim üç sene önce vediğim Top 10 listeme bir göz atalım:

1-Rear Window (Arka Pencere), Alfred Hitchcock, 1954.
2-Taxi Driver (Taksi Şoförü), Martin Scorsese, 1976.
3-Psycho (Sapık), Alfred Hitchcock, 1960.
4-Il Buono, il Brutto, il Cattivo (İyi, Kötü, Çirkin), Sergio Leone, 1966.
5-Se7en (Yedi), David Fincher, 1995.
6-Kill Bill Vol:1, Quentin Tarantino, 2003.
7-The Big Lebowski (Büyük Lebowski), Joel Coen, 1998.
8-The Texas Chainsaw Massacre (Teksas Katliamı), Tobe Hooper, 1974.
9-Rope (Ölüm Kararı), Alfred Hitchcock, 1948.
10-Dressed to Kill (Öldürmeye Hazır), Brian de Palma, 1980.

İki tane tutturmuşuz. Bu arada bu listeyi güncellemem lazım diye düşünüyorum. Üç sene önceki düşüncelerimle, bilgi birikimimle, sinema zevkimle şimdikiler aynı olmadığı için değişiklikler olacaktır eminim. Tarantino gibi orada burada birbirini tutmayan Top 10'lar mı yayınlasam acaba? 

Indie açılımı


Bu açılım; geçen sene AKP'nin yapmaya çalıştığı ve yüzüne gözüne bulaştırdığı, samimiyetsizliği baştan belli açılımlar gibi değil. Bir hesap yaptım. İnsan ömrünün yaklaşık 70 sene olduğunu varsayarsak ve bu hızla film izlemeye devam edersem, ölene kadar 6000-7000 tane falan film izlemiş olacağım. Bu yüzden bundan sonra benim kişisel gelişimime hiçbir şey katmayacak, klişeleşmiş f**king popüler filmleri izlemeyeceğim. Karayip Korsanları'nın son bülümünü izlemeyeceğim örneğin. Bunun yerine hikayesi ve bir şeyler söyleme derdi olan, özgün, nitelikli filmleri izlemeye çalışacağım. Bu yüzden artık iyi indieleri araştırıp bulmak gibi bir misyonum var. Şu resimde gördüğünüz poster artık var olmayan Empire adlı bir sinema dergisinin verdiği bir poster. 90lardan itibaren verildiği tarih olan 2006'ya kadarki dönemde dikkat çekmiş indieleri listeliyor. Sundance film festivaline katılmış ve dikkat çekmiş filmler. Buradaki filmlerin yaklaşık yarısını izlemiş olduğumu gördüm ve ilk sıradaki filmle başlayayım dedim: "Sex, Lies & Videotape/Seks Yalanları" (1989). Indieler çağını başlattığını düşünenler var. Yönetmeni "Erin Brochkovic/Tatlı Bela", "Traffic" ve "Ocean" serisiyle tanınan Steven Soderbergh.




Sonuç mükemmel. Filmin adı birçok kişiyi yanıttı ve yanıltabilir. Imdb'den öğrendiğimize göre; Berlin Duvarı yıkıldığında Batı Berlin'de sinemalarda oynayan filmi porno film zannedip, gidip izleyen Doğu Almanların yaşadığı hayalkırıklığı var örneğin. Yine ekşi sözlükten birisi, Türkçe ismi "Seks Yalanları" olan filmi bir tabur acemi erle birlikte izlediğini yazmış. Ben de 18 yaş sınırı olan filmde bir tek bile grafik cinsellik sahnesi olmadığını belirteyim. Ne var filmde? İkiyüzlü kadın erkek ilişkilerine cepheden dalış var. Tıpkı "Happiness/Mutluluk", "American Beauty/Amerikan Güzeli", "500 Days of Summer/Aşkın 500 Günü" veya "Zeynep'in Sekiz Günü" gibi. Aklıma ilk gelen bunlar. Son yıllarda klişe romantik komedilerin yanında "Sex, Lies..." gibi farklı tezleri olan ormantik komedi de izlemeyi kar sayıyorum. Film adından da anlaşılacağı üzere tuhaf bir ilişkiler yumağı olarak nitelendirilebilir. Yine adından da anlaşılacağı üzere ilişkilerde dürüstlük veya yalan söyleme olgularını sergilemeye çalışıyor. Filmdeki en yalancı kişinin bir avukat olması da metaforik değerlendirilmeli zira filmin kendisi bu niyetini gizlemiyor zaten. Avukat ve cinsel hayatları sorunlu olan eşi, filmdeki tek çift gibi görünüyor. Geri kalanlarınsa ne olduğu belli değil. Şu anda aklıma geldi: "Sex, Lies.." tipik bir biri gelir bir yeri değiştirir filmi. O filmlerde kasabaya (veya nereyse işte) gelen yabancının (stranger) işleri allak bullak edeceğini daha ilk sahneden sezersiniz. Örneğin "Kosmos". Avukatın okuldan arkadaşı Graham da mahalleye geliyor ve çiftin hayatını bir de kadının kızkardeşi ve adamın metresi olan kızın hayatını allak bullak ediyor. Tehlikeli bir hobisi var. Anlattıklarıyla, ritmiyle, hikayesiyle, özellikle de karakterleriyle 10 numara bir film (nefret ettiğim bir klişe daha on numara x, on numara y... Tuncay Şanlı kardeşim çok kullanıyor). Tabi indie açılımı sonucu izleyeceğim bütün filmleri beni bu kadar memnun bırakmayacak biliyorum ama harika bir başlangıç oldu.

16 Mayıs 2011

Yeşil cadde holiganları buluşacak

9 Aralıkta Yeşil cadde holiganları buluşuyor başlıklı bir yazı yazmıştım ve bir öngörüde bulunmuştum. Ne yazık ki öngörümün daha olumsuz olanı gerçekleşti. "Green Street Hooligans/Yeşil Cadde Holiganları" adlı iyi filme konu olan West Ham United ve Millwall FC rekabeti seneye kanlı canlı yaşanacak. Ama ikinci lig diye tabir ettiğimiz Championship ligde. West Ham bir ara düşme potasından uzaklaşmasına rağmen inanılmaz kötü bir seri tutturdu ve son sekiz maçta sadece iki puan alabildi. Bay bay! Millwall da bir cacık olamadı ve play-off'lara kalamadı. Dolayısıyla seneye aynı ligdeler ve o lig Türkiye'de yayınlanmıyor. Bazı kanallar uyanıklık yapıp sadece o maçları yayınlarlar mı acaba? Böyle bir filmden ve böyle bir rekabetten kaçımızın haberi var ki?

15 Mayıs 2011

Dokuz buçuktan on


Ne oluyoruz? "Scarecrow/Korkuluk"tan iki buçuk sene sonra bir filme on vermeyi düşündüm. Gaza gelmeyeyim diye bekletiyorum, biraz sakinleşince notumu vereceğim. Bir önceki yazıda anılan Serdar Turgut yazısında geçtiği için merak uyandı içimde ve "All That Jazz/Bütün O Caz" hayal kırıklığından sonra işte gerçek bir 70ler Amerikan filmi. Mükemmel bir açılış sahnesine sahip. Texas'ta toz toprak içinde kalmış, estetikten yoksun bir Amerikan taşra kasabası. Çalışmayan bir araba, kötü country müzikleri çalan sıkıcı bir radyo kanalı ve zevksiz bir kafe. Sırp asıllı Amerikalı yönetmen Peter Bogdanovich'ten hayatın bogdanlığı üzerine mükemmmel ötesi bir film. 1971'te çekilen ve 15-20 yıl öncesini anlatan bir filme dönem filmi diyebilirsek bir dönem filmi "The Last Picture Show/Son Gösteri". Adından başlayalım. Filmin genel teması olan elimizden akıp yiten güzel şeylerden biri olan kasabadaki film gösterimlerinin sonuncusuna vurgu yapıyor "The Last Picture Show". Artık televizyonlar olduğu için kimse sinemaya gitmek istemiyor ve bir zamanlar kasabanın tek eğlencesi olan sinema salonu kapanıyor. İkinci Dünya Savaşı ve Kore muharebeleri arasında geçen durgun dönemde Amerikan halkının psikolojik dünyası filmde en çok tahlil edilen tema. Soğuk savaş yavaş yavaş başlıyor ve dünya kutuplara ayrılıyor. 70lerde Vietnam ve Kore savaşının getirdiği psikolojik yıkıma, Watergate skandalı ve Kennedy suikastıyla artan güvensizlik ortamına nasıl gelindiğinin çok başarılı bir tahlili olarak değerlendirebiliriz filmi. Filmin çok sağlam bu toplumsal yanının yanında bir de kadın erkek ilişkileri üzerine ilginç tezler sürmesi de başka bir artısı. Her iki cinsten veya her yaş grubu insandan kaynaklanabilen cinsel sömürü ve ikiyüzlülük çok başarılı bir şekilde teşhir ediliyor. Her biri çok başarılı olan oyunculardan bahsetmek istiyorum:
Jeff Bridges (Duane): Daha önce başıma geldiği üzere, Bridges'ı 20 yaşındayken bile izlesem bana Dude'ı hatırlatıyor. Bu filmde de saf ve biraz kaba delikanlı rolünde döktürüyor Bridges.
Cybill Shepherd (Jacy): "Taxi Driver"ın donuk Betsy'si rolünden tanıdığım Shepherd, bu filmde terbiyemi bozmadan bir sıfat bulamayacağım bir genç kızı canlandırıyor. Imdb'den araştırmalar yapınca ve bazı ettiği sözleri öğrenince sıradan bir hayatı olmadığını öğreniyoruz. Bir şey ima etmek istemedim.
Ellen Burstyn (Lois): "Alice Doesn't Live Here Anymore/Alice Artık Burada Oturmuyor" filmiyle bahsettiğim Burstyn kısa rolüne rağmen muhteşem bir komposizyon çiziyor. O kasabada yaşayan ve herkes kadar namuslu olan evli bir kadını canlandırıyor.
Timothy Bottoms (Sonny): Daha önce bir filmde izlemişim kendisini ama dikkatimi çekmemişti. Bazı seyirciler filmdeki en dürüst karakter diyebilirler ama ben katılamayacağım. Herkes kadar o da sıradan ve dürüst. Çok başarılı.
Bunlar dışında Aslan Sam, dilsiz Billy ve bayan garson Genevieve gibi kısa ama çok başarılı canlandırılmış karakterler de var filmde. Katıksız bir başyapıt diyebilirim "The Last Picture Show" için ve her şeyine sonuna kadar kefilim. En kısa zamanda "Texasville" adlı devam filmini izlemek istiyorum. Imdb notu beş küsür olan bir filmi bu kadar çok izlemek isteyeceğim aklıma gelmezdi.

14 Mayıs 2011

"All That Jazz" (1979)

Serdar Turgut'un daha önce link verdiğim yazısında geçtiği için izlemek istedim Bob Fosse'nin "All That Jazz/Bütün O Caz"ını. Turgut, yazısında, 70ler Amerikan sinemasının aydınlanmacı tarafına dikkat çekiyor ve ezber bozan filmlerin çokluğundan bahsediyordu. Coppola, Scorsese, Speilberg, Lucas gibi yönetmenleri anıyor ve bazı filmlerin adlarını veriyordu. "All That Jazz"i de o ezber bozan filmlerden biri zannettim ama yanılmışım. Bu blogda bir kaç kez bana en uzak olan film türünün müzikaller olduğunu yazmıştım. Hikayeye duygu katmak için bir yerlerden gelen müzikler eşliğinde aktörlerin şarkı söylemesi bana saçma geliyor. "All That Jazz"de olduğu gibi hikayenin parçası olarak şarkılar söylenmesineyse itirazım yok. Kadın ve keyif veren maddeler düşkünü bir Broadway yönetmeninin ölümle flörtü fantastik bir şekilde perdeye yansıtılmış. Öffff! Şimdi yazarken bile sıkıldım. Kadın erkek ilişkisi üzerine birkaç ilginç kelam eyledi ve birkaç ilginç sekans barındırdığı için altı verdiğim filmin asıl hakkı beş veya dört. Aynı yazıda geçen siyah beyaz "The Last Picture Show" beni biraz daha heyecanlandırıyor. Daha bir film gibi duruyor. Göreceğiz.  

13 Mayıs 2011

"Lord of the Flies" (1963)

William Golding'in aynı adlı romanından uyarlanan "Lord of the Flies/Sineklerin Tanrısı" bazılarına göre en iyi edebiyat uyarlamalarından birisiymiş. İlk çıktığında pek önemsenmeyen kitap sonraları bir fenomene dönüşmüş ve bugün yüzyılın en etkili romanlarından biri kabul ediliyor.Kitabı okumadım ama filmle ilgili yorumlar, kitabın ruhunun çok iyi resmedildiği yönünde. Film de kült mertebesine ulaşmış durumda. Filmde neler oluyor? 90 dakikalık bir filmde insanlığın toplumsal gelişiminden ne kadar bahsedebilirsiniz? Hem insan doğası üzerine hem de bugünkü toplumsal ilişkiler, bu ilişkilerin ortaya çıkışı üzerine ne kadar tez sunabilirsiniz? Ve de çocuk oyuncularla. "Lord of the Flies" bu saydıklarımın hepsini bir güzel yapıyor işte. İnsan doğasında default olarak var olan ve ilk zorda kaldığında arzı endam eden şeytani taraf bir güzel teşhir ediliyor. Bir uçak kazası sonucu ıssız bir adaya çıkan 15-20 kadar çocuk, yaşama savaşı verirken tarihin, sosyolojinin, psikolojinin karnelerini ellerine veriyor. Bu çocukların her biri oldukça sembolik ve her biri bir insani mizacı temsil ediyor. Güçlü, zayıf, duygusal, sömürücü, kurban, çıkarcı, dürüst, bilgili, lider ruhlu, demokrat, ayrımcı; her biri var. O yıllar için devrim sayılabilecek bir film olarak değerlendiriyorum "Lord of the Flies"ı. Zamanının çok ötesinde, defalarca kez izlenmeyi hak eden ve izledikçe de yeni şeyler keşfedilebilecek  bir film. Yönetmen Peter Brook. Bir gün sinemada fetiş objeler diye bir yazı yazarsam Piggy'nin specs'lerini (spectacles=gözlük ama küçümseme anlamı var) mutlaka listeye koyacağım.    

10 Mayıs 2011

"A Christmas Carol" (2009)


Geçenlerde çekici bulduğum bir kadınla oturmuş sohbet ederken, Türkiye'deki yoksulluğun sebebi olarak Doğudaki nüfus artışını gördüğünü söyledi. Kendisine, Türkiye'nin kendi kendine yetebilecek dünyadaki ender ülkelerden biri olduğu ve milli gelirin yarısını üstten yüzde yirmilik bir kesimin paylaştığı bilgisini verdim. Nato kafa nato mermer. Artık bir inek ne kadar çekici geliyorsa bana, o da o kadar çekici geliyor. Robert Zemeckis'in filmi "AChristams Carol/Bir Noel Şarkısı"ndaki Ebenezer Scrooge karakteri de aynı o inek gibi 18. yüzyıl Londra'sındaki yoksulluğun sebebi olarak fazla nüfusu görüyor. Onlara hapishaneleri, yetimhaneleri, tımarhaneleri layık görüyor. Alabildiğine cimri ve Volkan Konak'ın şarkısında olduğu gibi uykusuz, aksi, lanet bir tip. Yılbaşlarına inanmıyor ve yapması gereken hiçbir şeyi yapmıyor. Yılbaşı gecesi kendisine musallat olan hayaletleri, aklının başına gelmesini ve Türk filmlerini kıskandıracak düzeyde bir değişimle iyi bir insan olması hikayesini izliyoruz "A Christmas Carol"da. Charles Dickens'ın bu hikayesini üniversitede roman dersinde okumuştuk. Kitapla iligili hiçbir şey hatırlamadığım için iyi miydi kötü müydü yorumu yapamayacağım ama film iyi değil. Öğrencilerime Zemeckis'in performans yakalama yöntemiyle çektiği diğer animasyon "Polar Express/Kutup Ekspresi"ni izlettiğimde ne kadar sürükleyici olduğunu bir kez daha fark ettim ve belki bu da o kadar başarılıdır diye düşünerek izlemek istedim "A Christmas Carol"ı. Herkesin ezbere bildiği, çok klasik bir hikayeyi filme alıyorsan görsel bir şölen sunmadıktan sonra başarısız olman kaçınılmazdır. "ACC"de olan tam olarak bu. Bir de Pixar animasyonlarının aksine alabildiğine çocuksu kaldı "ACC". Yetişkinlere hitap eden bir öge barındırmıyor bünyesinde. Zaman kaybı...

07 Mayıs 2011

"The Devil's Rejects" (2005)

Korku filmlerini severim. Özellikle zeka ürünü olan, seyirciyi her daim filmin içine çekip istim üstünde tutan örneklerine hayır diyemem; ancak bu "The Devil's Rejects/Vahşet Çetesi" gibi porno-korku filmlerden nefret ediyorum. Bir önceki cümlede bahsettiğim zekadan gram eser yok "The Devil's Rejects"de. O kadar kötü bir filmsiniz ki sizi şeytan bile izlemeyi reddeder. Benim gibi araştırmadan etmeden; internetten indirir, on dakika bakar sonra da ctrl+del ile sonsuza kadar siler. Luis Bunuel: en kötü filmde bile bir beş dakikalık iyi bölüm vardır demiştir ama ben bu filmde o beş dakikaya rastlamadım.

04 Mayıs 2011

Lezzet duraklarım 2

Aylardır bilgisayarımda bekleyen lezzet durakları resimlerini tek tek kullanmaya başlasam iyi olur diye düşündüm. Ankara Kumrular Sokakta yer alan Anadolu Lokantası sıradaki lezzet durağım. Döneri çok severim. Ankara'da, ve diğer şehirlerde de tabi ki, adamakıllı dönerci bulmak gerçekten zor. Ne zaman Ankara'ya gitsem mutlaka uğradığım yerlerden biridir Anadolu Lokantası. Sıkış sıkış, gösterişsiz, alaturka bir yer Anadolu Lokantası. Ama odun ateşinde pişirdikleri dönerler gerçekten bir harika. Dönerle birlikte verdikleri pideyi de ekmek arası bile yapıp yiyebilirim, o kadar güzel yani. Yanında da enfes Niğde gazozu...Normalde ayran içerim, o gün öylesine denk geldi diye içmiştim. Zayıf halka olarak şu özelliksiz bulgur pilavını ve market turşularını verebiliriz. Türkiye'nin en büyük sorunu olan salata sorunu Anadolu Lokantası için de geçerli. Bu tür alt sınıf lokanta olup da salataya önem veren yerler ben daha görmedim zaten. Güney, Güneydoğu ve Doğu Anadoluda verdiklerini duydum ama oralarda yemek yemek henüz yazarınızın başına gelmedi. Aslında bu haftasonu Antep'li bir arkadaşımla Antep'e yemek turizmine gidecektik ama her zamanki gibi satışfaction olayı... Mutlaka deneyiniz: Anadolu Lokantası, Ankara Kumrular Sokak.

Aa, Beşiktaşlı Kovacevic gelmiş

Tarih: 1 Mayıs 2011. Yer: Taksim Meydanı.
İlyas Salman benim diyaloga girdiğim ikinci sinema oyuncusu oldu. Birincisi Tuncel Kurtiz'di. İstaiklal caddesinde bir keresinde de Sami Hazinses'i görmüştüm. Şimdi yaşasaydı ve görseydim kendisine yapışır ve bu blog için mutlaka bir röportaj yapardım. İlyas Salman fiziğinin avantajını çok iyi kullanmış bir oyuncudur. İnanılmaz yeteneğine de kimsenin laf edebileceğini sanmıyorum. O yılların popüler atmosferi içerisinde çok nitelikli filmlerde oynamasa da (Sarı Mersedes hariç) her zaman oynadığı filme kişilik katmayı başarmıştır. İlyas Salman'ı o yaşlı haliyle görünce kendisinin defalarca kez izlediğim filmlerini hatırladım. Şu aralar büyük kanallarda yayınlanmasa da 90lı yıllarda bu filmler her gün yayınlanıyorlardı ve benim hayatımın önemli bir bölümünü işgal ediyorlardı. Özellikle de "Ya Ya Ya Şa Şa Şa" (1985) adlı filmi hatırladım. Başlıktaki diyalog o filmde geçiyordu ve beni inanılmaz güldürüyordu. O sahneyi ararken filmdeki İlyas gerçeği öğreniyor adlı sahneye rastladım. Ve paylaşmak istedim.

03 Mayıs 2011

Belki de sadece tesadüftür 6

İngilizce'de couch potato diye bir kelime grubu var. Yani kanepe patatesi. Şu hepinizin evinde bir tane olan cinslerden. Elde kumanda; televizyon karşısına geçip tüketir, tüketir, tüketirler. Tarantino'nun senaryosunu yazdığı "True Romance/Çılgın Romantik" adlı film, Brad Pitt'in ilk dikkat çektiği filmlerden birisidir (1993). Bu filmde Floyd adlı bir kanepe patatesini canlandrıran Brat Pitt kısacık rolüyle bile sahne çalmayı başarmıştır ve sonrasında "Fight Club"lar "Se7en"lar gelmiştir. Bütün gününü kanepe üzerinde tv izleyerek ve abur cubur tüketerek geçirir. "Kaybedenler Klübü"nü izlerken, Murat karakterinin Floyd'a feci şekilde benzediğini farkettim. O da tüm gününü şu tek kişilik koltukta geçiriyor ve hiçkimseye bir faydası yok. Kumandalı bir resmini bulamadım ama sıklıkla televizyon izliyor. Aslanların cinsel hayatını anlatan belgeseller izliyor. Bu sahne de sanırım "Requiem for a Dream/Bir Düş İçin Ağıt"ta geçiyordu. Neyse ben yine geleneğimi bozmuyorum ve belki de sadece tesadüftür demek istiyorum. "Kaybedenler Klübü" mü dediniz? Popüler kültürün dışındaymış ayaklarına yatıp da çaktırmadan içinde olmayı başarıyor. Son iki üç yılda barda elindeki şişeden bira içen ne kadar çok karakter gördüm öyle!   

02 Mayıs 2011

Cennetten de garip


Cennetten de garip bir ülkede yaşıyorum. Şu resim benim sık kullandıklarımı gösteriyor. Artık bloglar açılmaz diyerek listemden kendi bloğumu silmişim. Cennetten de garip ülkede işler değişti ve bloglar açıldı. İnsan elindekini kaybedince değerini anlar ya bu süre içerisinde sanki filmleri boş yere izliyormuşum gibi  hissettim kendimi. Meğer buraya yazı yazmak benim için ne kadar da önemli bir ayrıcalıkmış. O 20-30 kişi ve Google'a acayip acayip şeyler yazıp buraya gelen kişiler (örneğin: serge dijehua, sinema 70, adana geyler pornosu, anasini satan adam, bence kış mevsimi çok gereksiz diyen birini ikna etmek, burujlinin karate filmi, en kaliteli şerefsiz, yemek yerken yellenmek günahmı, vatanı için ölmüş insan mesut gibi...): sizleri çok özledim. Gerçekten de nefes alınabilen alanlardan biriymiş bloglar. İyi ki sosyal medya var. Konuşan, tartışan Türkiye buralarda kendisini gösteriyor. Fakat bu garip ülkeye güvenmediğim için, ayrı kaldığımızı süre içerisinde kendi alan adımı satın alıp site üzerinden blog mantığıyla yazma kararı aldım. Boş bir zamanımda, yazın mesela, bu kararımı uygulamaya geçirmek istiyorum. Site adıyla ilgili çok düşündüm. Sevdiğim filmlerin birinin Türkçe adını almak istedim. Bunun için kontrol ettiğim ilk isim arkapencere.com (Rear Window) oldu. Ne yazık ki alanadını almışlardı. Yine çok sevdiğim bir film olan Lost Highway'a atfen kayipotoban.com'u kontrol ettim. Alanadı boştu fakat sonra bu adla açılmış bir sitede sanki hep underground (yeraltı) sineması örneklerinin işlenmesi gerek diye düşününerek vazgeçtim. sunsetbulvari.com, incekirmizihat.com, derinkirmizi.com, puslumanzaralar.com, cinayetigordum.com hep aklıma gelen ve boş olan alan adlarıydı. Bu arada önerilere açık olduğumu belirtmek isterim; ancak son dakikalara kadar ilham gelmezse sitenin ismi cennettendegarip.com olacak. Jim Jarmusch'un harika filmi tam da benim izlemeyi ve yazmayı sevdiğim tarz sinemayı anlattığı için tuttum bu ismi. Bu isimi yazmak ve akılda tutmak zor diye düşünülebilir. Beni okuyacak adamın biraz emek vermesini istiyorum ve artık eskisi kadar popüler olmak da istemiyorum. Hatta şu Türkiye'de çok okunuyorsam bende bir sorun olmalı diye düşünürüm. Yaklaşık iki ay uzak kaldık ve ben bu sürede yaklaşık 30 film izledim. Bu filmler içerisinden bir Top 11 yaptım. Buyrun listem:

11- The Damned United/Lanet Takım, Tom Hooper, 2009.
İngiltere'nin ve dünyanın gelmiş geçmiş en önemli futbol adamı Brian Clough'ın (Klaf) Leeds United'da geçirdiği 45 günü anlatan biyografik film. İzlediğim iyi futbol filmlerinden oldu.

10- Çakal, Erhan Kozan, 2010.
Delikanlılık kültüne parlat-cilala yapıyor gibi görünse de bir derinliği olduğuna inandığım; alternatif, şaşırtmayı başarabilen bir film.

9- Dazed and Confused, Richard Linklater, 1993.
Adını Led Zeppelin'in muhteşem şarkısından alan artık iyice favori yönetmenlerimden biri olmuş Richard Linklater filmi. 1978 yılında Amerikan lise gençliğinin gündemini iddiasız ama başarılı bir şekilde perdeye yansıtıyor.

8- The Blackout/ Bayılma, Abel Ferrera, 1997.
Abel Ferrera'dan izlediğim en iyi film olan "The Blackout" bir suç hikayesini stilist bir tarzda anlatıyor. Rahatsız edici görüntüler akıl almaz hikayeyi bir üst sınıfa atlatıyor.

7- Election/Seçim, Alexander Payne, 1999.
Bu listenin bir numarasında yer alan filmin yönetmeninin filmografisinde bir gezinti yapmak için izledim "Election"ı. İyi de yapmışım. Birçok ankette en iyi lise filmlerinden seçilen "Election" harika bir bağımsız film. Melek gibi görünüp de yılan karakterli olanlardan birisini işliyor ve kaliteli filmlerde sergilenince tadından yenmeyen aptallık teması mevcut filmde.

6- Otac na sluzbenom putu/Babam İş Gezisinde, Emir Kusturica, 1985.
Kusturica'nın ilk dönem filmlerinden "Otac na sluzbenom putu" yine yerel motiflerle dolu bir kara mizah örneği. Ben bu tarzı çok seviyorum ve siz de Kusturica hayranıysanız veya tipik bir filmini izlemek istiyorsanız sizi bekliyor.

5- Interiors/İçeridekiler, Woody Allen, 1978.
Woody Allen'ın drama dalında şimdilik ilk ve tek filmi. Bergman filmlerine bir saygı duruşu olarak kabul ediliyor "Interiors". Bir orta-üst sınıf ailenin yaşadığı çelişkileri, buhranları gerçekten de Bergman tarzında anlatıyor. Baskıcı, dönüştürmeci, control-freak anne karakteri filmin lokomotifi. Bazı sahnelerde Woody'nin içindeki fırlatmaya sahip olmakta çok zorlandığını tespit ettim.  Yavaş ol Woody, Bergman'a saygı duruşu filmi çekiyorsun oğlum diye kendi kendine konuşmuştur eminim.

4- Autumn Sonata/Sonbahar Sonatı, Ingmar Bergman, 1978.
Çok ilginç. İki filmi de izleyen ve aynı baskıcı, dönüştürmeci, control-freak anne karakterinin her iki filmde de yer aldığını gören bir kişi, Woody Allen'in Bergman'ın filmini izleyip hemen oturup ayaküstü saygı duruşu filmi çektiğini düşünecektir. Ama "Interiors"un Amerika gösterim tarihi 2 Ağustos 1978, "Autumn Sonata"nın de İsveç gösterim tarihi 2 Ekim 1978. Bergman ulan şu Amerikalı hergele bana saygı duruşunda bulunmuş, suna bi geri dönim demeyeceğini göre sinema tarihinin en ilginç tesadüflerinden biri meydan gelmiş bana göre. Hayran ve büyük sanatçı aynı filmi birbirlerinden habersiz aynı sene içerisinde çekmişler ve de hayran daha önce çekmiş. Bu arada sinema tarihinin en güzel kadınlarından biri olan Ingrid Bergman'ın da son filmiymiş.

3- Ten/On, Abbas Kiarostami, 2002.
Artık hiç şüphesiz en favori yönetmenlerimden olan İranlı sanatçı Abbas Kiarostami'nin İran gibi bir ülkede "Ten"le yaptıklarını görünce, Atıf Yılmaz'a 80lerde yaptığı karikatür kadın filmleri dolayısıyla kadın filmlerinin yönetmeni demek içimden gelmiyor. Twitter mesajı gibi yorum oldu.

2- Birdy, Alan Parker, 1984.
İleri bir tarihte yazacağım en iyi savaş karşıtı filmler yazımda kesinlikle yer alacak bir başyapıt. Türkiye'de hala "Mignight Express/Geceyarısı Ekspresi"yle anılan Alan Parker cidden iyi bir yönetmen. Michael Mann'den az biraz daha yaramaz ve provokatif birisi. Filmografisini beğeniyorum.

1- Sideways, Alexander Payne, 2004.
Bu filmin bir Türkçe adı olsaydı kesinlikle benim yeni sitenin adı olurdu. Sen nasıl bir sinema seviyorsun sorusunun cevabı "Sideways" gibi filmler. Aslında bu benim filmi ikinci izleyişim oldu. İlk izlediğimde Türkçe dublajlı izlediğim için bu kadar sevememiştim filmi. Dibine kadar bağımsız ruha sahip bir film.Benim adamlarımdan Paul Giamatti'nin canlandırdığı kaybeden karakteri Pazar günü izlediğim "Kaybedenler Klubü"ndeki yan sanayi kaybedenler için etüd çalışması olabilecek kadar başarılı. Büyüleyici anlarla, diyaloglarla dolu bir film. Mükemmel bir hikaye. Hayatın ta kendisi. Şarap içesim geldi.