25 Mayıs 2009

İki Filim Birden

Bir gün içinde iki film izlediğim çok olmuştur. Bugün de öyle oldu. İlk filmimiz İngiliz politik bağımsız filmlerinin duayeni Ken Loach'un It's a Free World...(İşte Özgür Dünya, 2007) adlı filmi. Ben İngiltere'deyken (!) bütün pis işleri göçmenlerin yaptığı dikkatimi çekmişti. Aynı gün içerisinde hem Chelsea hem de Highbury semtlerinde bulunmuştum, aradaki fark çok büyüktü. It's a Free World... de bu temayı işliyor. Her yönüyle bir kaybeden olan Anj günlük işler ayarlıyor göçmenlere. Önceleri yasal olarak bu işi yaparken sonra yasadışı da yapmaya başlıyor. Ve başı belaya giriyor kaçınılmaz olarak. Çok ahım şahım bir film olmasa da seyirlik bir film It's a Free World.... İnsanları sarsmayı amaçlamış belli; ancak bunu hakkıyla yaptığı söylenemez. Zaten şu politik sinema işi bende hep soru işaretleri uyandırmıştır. Galiba sanat sanat içindir diye düşünenlerdenim. Veya şöyle diyeyim: bu konuda taraf tutmamakla beraber, sanat toplum içindir düşüncesine daha uzağım.

İkinci filmimiz Clint babanın yönetmenlik yaptığı ilk film: Play Misty for Me (Ölümün Sesi, 1971). Baba yine döktürmüş. Zaten 70li yılların başarılı crime-thriller'ları (polisiye-gerilim) tadından yenmez. Zampik bir radyo DJyi ve onun saplantılı hayranı arasında geçen gerilim dolu öykü filmin anlattığı. Filmde gerilim hep belli bir seviyenin üstünde tutuluyor, bazı anlarda ise bayağı artıyor. Eastwood'un bugünkü dingin sineması o günlerde de kendini hissettiriyor. Bu tarz bir sinema için Eastwood'un ses tonunun ne kadar da uygun olduğunu farkettim bugün. Ne yazık ki artık oyunculuk yapmayacak. Babaya selam, yola devam...Mutlaka izleyiniz!

20 Mayıs 2009

"Gran Torino" (2008)

Eastwood günümüzün en iyi hikaye anlatıcılarından (storyteller) biridir. Yormayan bir stili vardır. Filmlerde olaylar aktıkça izleyicide kademeli olarak bir büyülenme hissi oluşur. Kahramanları genelde alt-orta sınıf Amerikalılardır. Gran Torino da tipik bir Eastwood filmi. Gran Torino, Ford markasının ürettiği bir araba modeli. Filmde Eastwood canlandırdığı Kovalski karakteri gibi eskiyi, nostaljiyi simgeliyor. Bu filmde, Tarantino'nun çok sevdiği Vanishing Point (1971, Richard Sarafian) adlı unutulmaz filmdeki anti-kahraman Kovalski'ye bir gönderme var. O da tıpkı Gran Torino'daki Kovalski gibi mutsuz bir karakterdi ve bir araba ile gönül bağı vardı. Irkçılık her zaman sinemada iş yapan bir tema olmuştur. Bu film de ırkçılık temalı olduğundan dolayı, Eastwood'un en çok iş yapan filmi oldu. Ayrıca Eastwood'un oyuncu olarak görüldüğü son film. Ne kadar yaşlansa da bu büyük karizmayı izlemekten mahrum kalacağız. Film bende Million Dollar Baby'nin (Milyonluk Bebek, Clint Eastwood, 2004) bıraktığı etki kadar etki bırakmadı. Kovalski karakterinin değişimini çok inandırıcı bulmadım. Yine de Eastwood Eastwood'dur. Yaşayan en iyi yönetmenlerden biri.

18 Mayıs 2009

Destansı sevimlilik

Guiseppe Tornatore'nin Nouvo Cinema Paradiso (Cennet Sineması, 1989) ve Malena (2000) filmlerini izlemiştim. Bir arkadaşın (!) tavsiyesiyle The Legend of 1900'ü (1900 Efsanesi, 1998) izledim. Bu üç filmi izledikten sonra Tornatore'nin stilini destansı sevimlilik koydum. Özellikle Nouvo Cinema Paradiso inanılmaz sevimli bir o kadar da etkileyici (destansı) bir filmdi. Bu filmden etkilenmeyecek bir insan düşünemiyorum. Malena ise biraz daha Fellini tarzına yakındı. 13-14 yaşında bir ergenin çekici bir kadına (Monica Belluci) olan imkansız aşkı, tutkusu üzerine bir filmdi. Fellini'nin Amarcord (1973) filmine benzetiyorum Malena'yı. The Legend of 1900 ise çok iyi piyano müzikleri barındırdığı için maça bir sıfır önde başladı. İlgi çeken hikayesi, özentili görüntü yönetimi, Tim Roth'un döktüren oyunculuğu filmin artılarından. Damakta hoş bir tat bırakan filmlerden biri The Legend of 1900. Yazının başında andığım iki filmin arasında bir yerde duruyor. Hangisi mi daha iyi? Nouvo Cinema Paradiso damakta hoş bir tat ve belleklerde unutulmaz etkiler bırakıyor.

16 Mayıs 2009

Florian Henckel von Donnersmarck

Adam olacak çocuk diye işte buna denir. 2006 yılının en iyi filmi Das Leben der Anderen'in (Başkalarının Hayatı) yönetmeni, Florian Henckel von Donnersmarck en çok umut vaad eden yönetmenlerin başında geliyor. Oxford Felsefe mezunu bu dev adam -2.05'lik boyuyla oskar alan en uzun boylu insan şu anda kendisi- München'de sinema okulu okumuş ve kısa filmleriyle ödül rekortmeni olmuş. Daha sonra ilk filmiyle oskar sahibi oldu. Henüz başka bir film çekmedi ama pırıl pırıl bir kariyer vaad ediyor kendisi. İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca ve Rusçayı akıcı konuşabiliyor. Böyle superlative bir yönetmenin çevireceği filmleri düşündükçe şimdiden heyecanlanıyorum. Sahi ne ilk filmdi o? İlki böyleyse olgunluk dönemi filmleri nasıl olur kimbilir!!! Heyecanla bekliyorum yeni filmlerini, Florian Henckel von Donnersmarck.

10 Mayıs 2009

Onibaba (1964)

The Exorcist'in (Şeytan, 1972) yönetmeni William Freidken'e göre (bana göre değil) çekilmiş en korkunç film olan Onibaba'yı (Kenato Shindu, 1964) izledim. Japonca yaşlı ve uğursuz kadın anlamına geliyormuş onibaba. Sinema dergisinde bazen adını duyuyordum; ayrıca filmin afişi de insanda tuhaf bir görme isteği uyandırıyor. Uzakdoğu filmleri içerisinde çok sevdiğim filmler olmasına rağmen, bu insanların dillerindeki melodinin tuhaflığı filmlerin içerisine girmemi zorlaştırıyor. O yüzden bir çok uzakdoğu filmi bende sıkıntı uyandırmıştır. Bunların içerisinde herkesin ayıldığı, bayıldığı filmler de mevcut. Hele Japonca bunlar içerisinde bana en komik gelen dildir. Dünya tarihindeki en büyük dramlardan birini yaşamış olan bu halkı rencide etmek istemem ama Japonca konuşan birisini duyunca gülesim geliyor. Onibaba da bu sebepten dolayı beni ilk başlarda biraz sıktı. Resimdeki maskeli adam ortaya çıktıktan sonra film dördüncü vitese takıyor ve gerilimi adım adım yükselen filmlerden biri oluveriyor. Cinsellik, din, erdem üzerine ilginç altmetinler barındırıyor film. Bu arada filmin cinsellik dozunun zamanının ilerisinde olduğunu da belirtmem lazım. Filmdeki kuyu motifinin de Halka serisine esin kaynağı olduğundan acayip süpheleniyorum. İlginç bir film, denk gelirseniz kaçırmayın derim.

04 Mayıs 2009

"Slumdog Millionaire" (2008)

Şu anda IMDB Top 250'de 54. sırada olan ve geçtiğimiz yılın en iyi film oskarı sahibi filmi izledim. Filmin, birçok sinemaseverin aklına hemen Cidade de Deus'u (Tanrıkent, Katia Lund, Fernando Meirelle, 2002) getirdiğine eminim. O film de slum'da (kenar mahalle) geçiyordu ve bir yükselme hikayesiydi. Slumdog Millionaire (Milyoner, Danny Boyle, 2008) Cidade De Deus'tan bir beden küçük olmasında rağmen; sıkmadan kendini izleten, sürükleyici, iyi bir ritm yakalayabilen, başarılı bir film. Top 250'de 54. sıraya yerleşecek ve en iyi film oskarını alacak kadar iyi bir film değil. Sonu neredeyse başından belli. Özgünlük adına çok tatmin edici bir film değil bence. Ama yine de izlemekte fayda var diyorum.