28 Kasım 2010

En iyi 10 şerefsiz performansı


Anti-kahramanlarla ilgili listeyi hazırlarken bir de kötü adam listesi hazırlama fikri bende oluştu. Bu şerefsiz kötü adamlar (assholes) her filmde olmasına rağmen bazıları seyircide infiale yol açacak denli unutulmaz olurlar. Neredeyse sokakta görseniz kafa göz dalacak gibi hissedebilirsiniz kendinizi. İşte benim listem:


10- Latso (Ned Beatty ses)

Film: “Toy Story 3\Oyuncak Hikayesi 3”, Lee Unkrich, 2010.

Bu listeyi uzun zamandan beri hazırlıyordum ve dokuz filmde tıkanmıştım. Bir türlü onuncu şerefsizi bulamıyordum. Geçenlerde “Toy Story 3”ü bir daha izlerken kendimi şerefsiz Latso, şerefsiz Latso diye tekrarlarken buldum. İnsanlıktan değil oyuncaklıktan nasibini almamış bu ayı, “Toy Story 3” gibi sevgi dolu bir filmde bile bu kadar itici olmayı başarabiliyorsa demek ki başarılı bir asshole performansıdır diye düşündüm.

9- T-1000 (Richard Patrick)

Film: “Terminator 2: Judgement Day\Terminatör 2”, James Cameron, 1991.

Dokuz numaradaki şerefsiz performansı bir insana değil bir robota ait. “Terminator 2”daki T-1000’in akıllara ziyan performansını ve kötülük işlemek için harekete geçmiş inanılmaz azmini nasıl unutabiliriz ki? Aslında gayet yakışıklı bir adam olan Richard Patrick’in o tedirgin edici bakışları ve donuk yüz ifadesi izleyicide nefret duygusu oluşmasında gayet etkili olmuştu. Robert Rodriguez’in “The Faculty\Fakülte” isimli filminde de benzer bir performansı vardı Patrick’in. Kendisini “New York’ta Beş Minare”deki karikatür zenofobik polis rolünde görünce nereden nereye demekten kendimi alamadım.

8- Kemal (Ufuk Bayraktar)

Film: “Ali’nin Sekiz Günü”, Cemal Şan, 2009.

İşte benim adamlarımdan biri. Ve benim gördüğüm biri. Bugünlerde “Ezel” (bütün yerli diziler kötüdür) adlı dizide rol almaya başlayarak benim gözümdeki efsane statüsünü yerle bir etmişse de, Ufuk Bayraktar ilginç fiziğinin ve toplumsal altyapısının avantajlarını perdeye yansıtmayı başarabilmiş bir oyuncudur. Cemal Şan’ın Sekiz Gün üçlemesinin son ayağında gerçekten iğrenç bir adamı canlandırır. Ağzı bozuk, kötü niyetli ve asalak bir tiptir Kemal. Toplumdaki çürümüşlüğün çok başarılı bir yansıması. Bu filmi izlettiğim bir arkadaşın kendisine şerefsiz diye hitap ettiğini duymuştum.

7- Özel Dedektif Loren Visser (M. Emmet Walsh)

Film: “Blood Simple\Kansız”, Joel Coen, 1984.

Coen kardeşlerin bu ilk filmi mükemmel bir kara film parodisidir. Kardeşlerin neredeyse tüm filmlerinde işlenecek olan suçu yüzüne gözüne bulaştırma (botching a crime) teması bu ilk filmde de işlenmektedir. Coen’lerin film gramerini oluşturan suça bulaşan aptal ve beceriksiz; yetersiz ama uyanık karakter çatışması bu filmde de mevcuttur. Bu aptal da inanılmaz kötü olan özel dedektif Visser’i kiralar. Tosbağa arabası ve Teksas’lı Cumhuriyetçilerin taktığı şapkayla ve kaçınılmaz olarak Güneyli aksanıyla inanılmaz sinir bozucudur Visser. Abazandır. Bir an önce geberip gitmesini ister seyirci. Fena halde bir daha izleyesim geldi şu anda.

6- Eugen Thiess (Peter Chatel)

Film: “Faustrecht der Freiheit\Fox ve Arkadaşları”, Rainer Werner Fassbinder, 1975.

Fassbinder evreninin en tipik eserlerinden olan “Faustrecht der Freiheit”da da inanılmaz kötü bir karakter var. Filmde Fassbinder tarafından canlandırılan Franz karakteri ayak takımına ait bir eşcinseldir. Fassbinder’in camp estetik anlayışı sonucu kendisine lotodan para çıkar ve sınıf atlamış olur. Burjuva bir aileden gelen ve ekonomik çıkmazda olan Eugen, Franz’la eşcinsel bir birlikteliğe başlar ve kendisini her anlamda sömürmeye başlar. Eugen’in sofistike dünyasının büyüsüne kapılmış olan Franz bir oyuncağa dönüşmüştür artık. Eugen’in sömürgen, şerefsiz, iki yüzlü adam performansı mutlaka görülmeli.

5- Dwight Hansen (Robert De Niro)

Film: “This Boy’s Life\Bu Çocuğun Hayatı”, Michael Caton-Jones, 1993.

Birçokları tarafından Leonardo DiCaprio’nun başarılı performansıyla hatırlansa da ben “This Boy’s Life”ı DeNiro’nun şerefsiz performansıyla hatırlarım. Bu listede üvey babanın olmaması imkansızdı; çünkü üvey babalar sanat eserlerinde çoğunlukla mutsuzluk kaynağı olarak resmedilirler. Buradaki DeNiro performansı da seyircide tiksinti uyandıracak kadar başarılı. Fiziksel şiddetin yanında dayanılmaz bir psikolojik şiddet uyguluyor Dwight. Neredeyse her sözcüğü bir psikolojik şiddet aracı. En mülayim adama bile bela okutturacak bir şerefsiz performansı DeNiro’dan.

4- Amon Goeth (Ralph Fienness)

Film: “Schindler’s List\Schindler’in Listesi”, Steven Speilberg, 1993.

Listede yukarılara tırmandıkça filmlerin dramatik boyutlarının da yükseldiğini görüyoruz. Tarihteki en şerefsiz insanlar Naziler olduğuna göre bu listede birkaç tane (?) Nazi görmemiz çok doğal. Spielberg’in epik dramında bir Nazi subayı var ki kötülükten yanına yaklaşılmaz. Onun o kampta spor olsun diye insanları dürbünlü tüfekle öldürme sahnesi izleyen herkeste inanılmaz boyutlarda nefret duygusuna sebep olmuştur eminim. Tip olarak da bu tip rollere gidebilen bir oyuncu olan Fiennes’in Amon Goeth performansı unutulmaz nitelikte.

3- Hemşire Ratched (Louise Fletcher)

Film: “One Flew Over the Cuckoo’s Nest\Guguk Kuşu”, Milos Forman, 1975.

Bir sinemasevere böyle bir liste hazırlıyorum sence kim vardır desem, ilk önce Hemşire Ratched’ın adını verirdi herhalde. Son zamanlarda çok yaygın bir kullanım olan 10 Numara bir film “Guguk Kuşu”. Melek yüzünün aksine faşizan duygulara sahip Hemşire Ratched, hastaları inim inim inletiyor. İnanılmaz psikolojik ve fiziksel işkence metotlarına sahip Ratched’ın adı acaba Amerikan filmlerinde hep kötü insana atfedilen rat\sıçan kelimesini mi çağrıştırıyor? Bence birebir kan emici düzeni çağrıştırıyor filmde. Tam bir klasik.

2- Doktor Rusu (Ion Sapdaru)

Film: “4 luni, 3 saptamani si 2 zile\4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün”, Cristian Mungiu, 2007.

Romen bir arkadaşıma bu filmden bahsettiğimde hemen konuyu kapatmaya çalıştığını gözlemlemiştim. Buradaki doktor Rusu karakterinin kötülüğü bir yana filmin kendisi insanı bayağı sarsıyor. Komünist rejimin çözülmeye başladığı 90lı yıllarda Romanya’da geçen filmde inanılmaz şeyler oluyor. Görünüşte sıradan birine benzeyen Rusu karakteri o kadar çirkinleşiyor ki insanlığınızdan utanıyorsunuz. Tekrar uyarıyorum filmin dram yükü çok çok ağır.

1- Albay Hans Landa (Christoph Waltz)

Film: “Inglorious Basterds\Soysuzlar Çetesi”, Quentin Tarantino, 2009.

Annnnd, Oscar goes to Waltz. Waltz gerçekten bu rolle Oscar aldı. Tabi ben onu bir numaraya Oscar aldığı için değil inanılmaz başarılı bulduğum için aldım. Tarantino’nun bu mizah yönü de bir hayli fazla olan filminde bu kadar nefret uyandırmak çok büyük iş diye düşünüyorum. Kendisinin de içinde olduğu bir hayli komik sahne olmasına rağmen, Waltz seyircide müthiş bir tedirginlikle karışık nefret duygusu uyandırıyor. Sinemadan çıkıp eve giderken ya bu adama yakalanırsam diye düşünmeden edemiyorsunuz. Filmin sonunda layığını bulması seyircide bir rahatlamaya sebep oluyor. Müthiş bir performans.

Bir hafta sonra gelen düzeltme: Gerardo Taracena'yı unutmuşum. Çok pişmanım. 

27 Kasım 2010

"Reincarnation" (2005)

Takashi Shimizu'nun "Reincarantion/Reankarnasyon"u Japon halk müziğinin sorunları üzerine değil elbette ki reankarnasyon üzerine bir film. Japon korku filmleri izleme isteğim depreşince yaptığım araştırmada karşıma çıktı ve izledim. Garez'lerin yönetmeni olarak bilinen Shimizu'nun başarılı bir Japon atmosfer korku filmi çekmiş olabileceğini düşünmüştüm, yanılmışım. Hiçbir anında insana diken üstünde oturuyormuş hissi vermiyor "Reincarnation". "Child's Play/Çocuk Oyunu"nundan aşırma bir bebek ögesi ve olmazsa olmaz kız çocuğu terörü filmi kurtarmaya yetmiyor. Ömrüm boyunca bir daha izlemeyeceğime eminim.

Herşeyim sensin

Bu resim bugünün ortalarında Kanaltürk adlı ulusal kanalın yayınladığı bir film esnasında çekildi. Resimde görülen kişi Türkiye'nin ilk Dracula'sı Atıf Kaptan. Fakat bunun yazımla bir ilgisi yok. Filmi de seyretmedim. Benim dikkat çekmek istediğim konu filmin adının yanlış yazılmış olması. Herşey değil her şey şeklinde yazılması gerekiyordu. Bir zamanlar da Berdan Mardini'nin bir klibi gözüme ilişmişti. Soru ekini bitişik yazmışlardı. Rahatsız mısın nesin böyle şeylere takıyorsun diye düşünmüş olabilirsiniz. Ben İngilizce öğretmeniyim ve sıfır milliyetçiyim. Yani bu örnekleri ucuz milliyetçilik yapmak için vermiyorum. Bunlar günümüzde sıkıntısını çektiğimiz sığlaşmanın, sıradanlaşmanın yansımaları. Eğitim sistemi enstrümanıyla tektip, sorgulamayan, merak etmeyen, araştırmayan bireyler yetiştiriliyor. Bu amaçta ilerlerken ezberci anlayış en büyük yardımcı. Bu tür çok basit kuralları ezberlettirmek yerine, insanlar okumaya özendirilseydi böyle hataları göremezdik herhalde. Üzülüyorum, yazık.   

26 Kasım 2010

"The Incredible Shrinking Man" (1957)

Estarabi blogda görünce, ben bu filmi TRT'den bir yerlerden hatırlıyorum diye düşündüm. Çocukluğumda da bazı sahnelerini izlemiş olabilirim. 50li yıllara ait nice b filminden başarılı olanlar kategorisine giriyor John Arnold'ın "The Incredible Shrinking Man/Kendi Kendine Küçülen Adam"ı. Biraz İngilizce öğretmenliği yapayım. Shrink burada küçülmek anlamında kullanılmış (youtube'da da bu anlamda kullanılıyor) ama aslında Amerikan filmlerinde çok geçer ve psikiyatr/psikolog anlamındadır. Özellikle Woody Allen sık sık shrink'e gitmek ve kendisine bir dolu para bayılmakla ilgili espiriler yapar. Bir radyoaktif bulutuna maruz kalan kahramanımız filmin adından da anlaşılacağı üzere boyut olarak küçülmeye başlar. Kaybeden filmlerinde sistemin kaybedeni terk etmesi gibi Scott da herkes tarafından bir şekilde terk edilir ve bir ayakta kalma mücadelesine girişir. Kısa ama ilgiyle izlenen bir film. O yıllarda girişilen iyi niyetli çabaları takdir etmemek elde değil. Özellikle devasa eşya maketleriyle gerçekleştirilen çekimler oldukça başarılı ve endişeyle karışık merak duygusunu çok iyi harekete geçiriyor. Ancak üst üst bindirme yöntemiyle çekilen sahneler, bazı Hitchock filmlerindeki gibi, günümüzden bakınca karikatür kalabiliyor. Ama yine de hoş.

23 Kasım 2010

Bir blaxploitation olarak "Coffy"

İlk blaxploitation filmimi izlemiş bulunmaktayım. Burada bir kelime oyunu var. Exploitation istismar demek, black de malum siyah anlamına geliyor. Bu filmlerde siyahi insanlar istismar edilir, aşağılanır gibi algılanmasın tam tersine bu filmlerde istismar eden taraf siyahlardır ve beyazlar sisteme ait çürümüşlüğü, yozlaşmayı sembolize ederler. Baş karakter suç dünyasına ait siyahlardır ve beyazlarla bir mücadele içerisindedir. Peki nereden çıktı 1973 tarihli "Coffy"yi izlemek? Bu filmi Tarantino'nun en sevdiği 10 film listesinde gördüm. 1997 yılında çektiği "Jackie Brown"un başrol oyuncusu Pam Grier'a olan ilgisinin sebebi de anlaşılmış oldu böylece. Muhtemelen izlediği yıllarda Tarantino'ya çok özel duygular hissettirmiş olmalı "Coffy"; ancak herhangi bir top 10 listesine giremeyecek kadar sıradan bir film. Belki en tipik 10 blaxploitation filmi listesine girebilir. Kız kardeşi uyuşturucu mafyası tarafından ölmekten beter edilen hemşire Coffy'nin intikam hikayesi. Erotizm dozu yüksek tutulmuş olan film, ucuz aksiyon ve öldürme sahneleri barındırmakta. Sadece Tarantino'nun favori bir filmini izlemek istiyorsanız izleyin aksi takdirde vakit kaybı.  


21 Kasım 2010

"Before"lar

Ya iki tane film vardı, böyle bir günde geçiyordu, çok romantikti falan neydi, neydi? Buna benzer cümleler sinema sohbetlerinde duyulur herhalde. O iki filmden benim de haberim vardı; ancak izlemem henüz gerçekleşti. Bir devam filminin bu kadar başarılı olabildiği seriler azdır. Benim uydurduğum bir tanım olan "Before"lar da  başarılı devam filmine örnek verilebilecek bir serinin parçaları. Yönetmen Richard Linklater (buna da eğileceğim) Amerikan bağımsız sinemasının önemli simalarından. Filmlerinin özelliği durmak bilmeyen diyaloglardan oluşması. 1994'te "Before Sunrise/Günbatımından Önce" adlı bir film çekiyor. Çok özgün bir hikayesi var filmin. Avrupa'da dolanmakta olan Jesse, Viyana'dan uçağa binip ülkesinin (Amerika'nın) yolunu tutacaktır. Trende Fransız bir kızla tanışır tesadüf eseri. Kız Paris'e gitmektedir. Viyana'ya gelen Jesse, Celine'le aralarında bir bağ kurulduğunu hisseder ve sabaha kadar Viyana'da dolaşmayı önerir Celine'e. Bu cüretkar teklife şaşıran Celine de aynı bağı hissettiği için kabul eder. Ve yolculuk başlar. Yürüyerek Viyana'nın altını üstüne getiren çift sürekli konuşur da konuşur. Bu yoğun diyalog bombardımanı esnasında çoğunlukla kadın erkek ilişkileri olmak üzere hayata dair çok özgün fikirler duyarız. Birçoğumuzun aslında bilip de reddeder gibi göründüğü fikirlerdir bunlar. Ve klasik anlamda bence hiç de romantik değildir. Bu filmleri romantik bulanlar diyalogları dinlemeyip sadece verilen fotoğraflarla ilgilenmiş olmalı diye düşünüyorum. İkinci film yani "Before Sunset/Gün Batmadan" (2004) bir on yıl sonra Paris'te geçer. Viyana'daki o günü unutamayan Jesse, o güne dair bir kitap yazar ve kitabın tanıtım turunda yolu Paris'e düşer. Bu geziden haberi olan Celine de mekana uğrar ve Jesse'yle karşılaşırlar. Uçağın kalkmasına iki, üç saat kadar vardır ve Jesse bu sefer de Paris'te dolaşmayı önerir Celine'e. Yine bir diyalog bombardımanı. Yine çok ilginç fikirler. Ve yine romantik olarak algılanacak fotoğraflar. Bu on senede hiçbir şey değişmemiş gibi görünse de aslında çook şey değişmiştir. Gerçekleşen ve gerçekleşmeyen olaylarla ilgili bir şeyler yazmak istemiyorum; çünkü izlememiş olanlar için filmlerin büyüsünü bozacaktır. İki adet pırıl pırıl film. İki çok iyi ve çok güzel oyuncu. Benim kişisel tercijim diyalogların biraz azaltılıp şehirlerin biraz daha ön plana çıkarılması olurdu. Çarpıcı bir örnek vereyim: Aki Kaurismaki'in "Take Care of Your Scarf Tatiana/Başörtünün Çaresine Bak, Tatiana" filminin altyazı dosyası MS Word'de 14 sayfa tutarken, "Before Sunrise"ın dosyası 112 sayfa tutmaktadır. Son uyarım: aşk filmleri olarak sunulan bu filmlerin tezi, "Sleepless in Seattle/Sevginin Bağladıkları" veya "You've Got Mail/Mesajınız Var"ın tam karşısında duruyor.  

20 Kasım 2010

Japon korku filmlerindeki kız çocuğu terörü veya [rahatsız bunlar]

Birkaç yıl içerisinde Uzakdoğu dillerinden birini öğrenerek yan kariyer yapma düşüncelerine girince nicedir bir Japon korku filmi izlemediğim aklıma geldi. Uzakdoğudan çıkan komedi ve aksiyonlara mesafeli olduğumu daha önceki yazılarımda belirtmiştim sanırım. Korku filmlerine ise bayılırım. İyi bir korku filmi izleyicisi olarak kanın gövdeyi götürdüğü filmler benim için korkutucu olmaktan uzak eğlencelik işlerdir fakat korktuğum tüm filmler bunu atmosfer yaratımıyla başarmışlardır. "Mulholland Dr./Mulholland Çıkmazı"nı veya "Lost Highway/Kayıp Otoban"ı izlerken bir an önce uyuyup o günü bitirip, yeni güzel bir güne başlamak istemiştim mesela. Japonlar İngilizcesi creepy olan tırsıtıcı atmosfer yaratımında çok başarılıdırlar. "Ring/Halka"dan sonra çocukları veya elektronik aletleri özne olarak kullanma eğilimi Japon korku sinemasında sıkça görülmektedir. Dün bizzat "Ringu"nun yönetmeni Hideo Nakata'nın, bir çocuğu korku öznesi olarak kullandığı, "Dark Water"ını izledim. Yani imdb'ye göre "Honoguri mizu no soko kara"yı. Aslında daha önce 2005 yılında Walter Salles'in yönettiği Amerikan yeniden çevrimini izlemiştim. Imdb'den 5,6 almış o filme 8 vermiştim, başarılı atmosfer yaratımın sayesinde. Eğer önce Japon orjinalini izlemiş olsaydım eminim o kadar yüksek bir not vermezdim Amerikan versiyonuna. Son yıllarda beni en çok korkutan filmlerden biri oldu diyebilirim. Elbette eğlendiğim iyi korku filmleri olmadı değil ama "Dark Water"ın başardığı gibi beni tırsıtan çok film olmadı. Mekanın (tüm bölümleriyle eski bir apartman) korkutuculuğu gerçekten başarılı olmuş. Filmde bir kez bile kan görünmüyor ama dediğim gibi tuhaf atmosfer ve mekan kullanımı filmin amacına ulaşmasında çok iyi rol oynuyorlar. Kasvetli, boğan, tedirgin eden bir film. Bir bıçağın keskin tarafını avucunuzun içinde tutmak gibi bir şey. Sonlarda gerçekleşen bazı mantıksal eksiklikler dışında bence aksayan hiçbir tarafı yok. Ki o bölümler de tırsıtıcı olmaktan uzak değiller. Bu arada dün bir otel lobisinde arkadaşlarla oturuken (!) birden o "One Missed Call/Cevapsız Arama"daki (2003) ölüm melodisi çalmasın mı? İşte dedim gidiyoruz ve aklıma "The Grudge/Garez"deki o kadın geldi beeeeeeeeeeeeeeeeeeeee!

19 Kasım 2010

"Pale Rider" (1985)

Babadan (Eastwood) bir film izlemeyeli bayağı olmuş. En son "High Plains Drifter/Kasabadaki Yabancı"yı izlemiştim. "Pale Rider/Namludaki Adalet" de birçok açıdan "High Plains Drifter"a benziyor. Eastwood yine isimsiz gezgin bir adalet dağıtıcı ve bir hikayesi var. Her iki film de Eastwood'un Cumhuriyetçi maskülen evreninde yoğrulmuş intikam öyküleri. Dini ögeler ve insanüstü özellikleri ima edilen baş karakterler de iki filmin diğer ortak noktaları. "High Plains Drifter"daki anti-kahraman Benim Adım Kerim (bu isimde Yılmaz Güney'in bir filmi var) edasıyla ortalıklarda dolaşırken ve her türlü pisliği yaparken, "Pale Rider"ın isimsizi bir din adamı ve erdemli. Gerek "Unforgiven/Affedilmez"le gerekse de içinde yönetmen veya oyuncu olarak bulunduğu birçok filmle westernin zirvelerini yapan Eastwood'dan çok da derinlikli olmayan bir western yorumu olarak bakıyorum "Pale Rider"a. Benden sağlam bir yedi alır ama fazla yeni bir şey vaadetmeyen bir western "Pale Rider". Benim gibi babanın hayranıysanız veya western türüne özel ilginiz varsa, film size özel anlar yaşatabilir. Aksi taktirde sizin için vakit kaybı olacaktır.


Pale Rider (Theatrical Trailer)
Yükleyen NakedBrotha2007. - Tüm sezonlar ve tüm bölümler

"Taxidi sta Kythira"yı izlediniz mi?

Veya afişteki film "Vozvrashcheniye"yi? Ya "Bin Jip", "Gwoemul", "Wo hu cang long", "Kill Bill"in esin kaynağı olan "Shurayukihime"...Latin alfabesinde olmayan dillerde çekilen filmlerin adlarının yazılışındaki mantıksızlığa değinmek istiyorum. Yukarıda verdiğim örnekler nasıl ortaya çıkıyor? Bir Koreli bin jip diyor, anadili İngilizce olan bir kişi o sesi nasıl duyuyorsa kendi alfabesine uyarlıyor ve bu şekilde filmin adı konmuş oluyor. Bu filmlerin aslında uluslararası bir adı da var (international title). Yukarıdaki filmlerin uluslararası adları sırasıyla "The Return", "3-Iron", "The Host", "Crouching Tiger, Hidden Dragon" ve "Lady Snowblood". Aslında bu yazıyı yazmamdaki amacım IMDB'nin bu yanlıştan döndüğünü düşündüğümden dolayıydı. Mesela önceden "The Host"u Gwoemul şeklinde yazarlardı artık yazmıyorlar. Fakat "Shurayukihime"de, "Mononike-hime"de, "Ta'm e guillas"da eski uygulama devam ediyor. Önceden bu filmleri bu ucube şekliyle yazarlardı, artık döndüler diye düşünüyordum fakat bu konuda anlayamadığım bir standartları olduğunu fark ettim. Biraz araştırınca filmin başında ekranda göründüğü şekilde yazdıklarını okudum. Fakat birkaç gün önce izlediğim "Baise-Moi/Düz Beni" filminde ekranda "Baise-Moi" yazarken, imdb'de "Rape Me" şeklinde film sunuluyor. Bu uygulamaya geçeli bir sene olmadı. Acaba sistem yavaş yavaş mı ilerliyor? O kadar filmin adını değiştirmek belli bir zaman alacaktır. Neyse, filmin adı ekranda anlattığım şekilde yazılsa da onu o varolmayan dilde ifade etmek bana çok mantıksız geliyor.

18 Kasım 2010

İki çok kötü film

Amcamın oğlu Haydar bir dönem Bitlis'te yaşadığı için "New York'ta Beş Minare"ye gitmek istiyordu. Kendisine bak gel movie-buff sözü dinle, bu çok kötü bir film dedimse de dinletemedim. Gittik. Gel de halk(a)tan kopuk olma! Bolu'da gördüğüm en kalabalık sinema kitlesi vardı salonda. Bu kitle içinde eli ayağı tutmayan yaşlı kadınlar bile vardı. Bu halkı F5 tuşuyla yenileyebilsek keşke. Siyaset televolelerini izleyen biri olarak Mahsun halk nazarında nelerin paraya çevrileceğini iyi etüd etmiş ve görünüşe göre istediğini de alıyor. Bu kadar b**an bir film izlediğimi hatırlamıyorum. Filmde doğru düzgün olan hiçbir şey yok. Mahsun'un oyunculuğunu övenler varmış duyduğuma göre. Böyle bir takım trip kesmeler, biraz daha eski deyimle polim yapmalar, akınmalar, sıkınmalar falan mı iyi oyunculuk? Her şeyi bırak güya adam İngilizce konuşuyor, halk tembel olduğundan altyazı okumaz diye adama Türkçe dublaj yaptırıyorsun, sonra Mahsun soruyor ne dedi ne dedi...Bir taraflarımla güldüm kızgınlıkla karışık. Adabı olmayan kötü bir film "New York'ta Beş Minare"...A travesty of Hollywood action films.


"Ms. 45/Bayan 45'lik"le ilgili yorumlarda karşıma çıkan bu filmle ilgili önceden de bazı yazılar okuduğum için izlemek istedim. Bildiğiniz konulu porno. Zaten başrol oynayan iki kadın da porno film oyuncusuymuş. "Baise-Moi/Düz Beni" hiçbir ilgi çekici tarafı olmayan sıkıcı bir film. Feminist duruş falan aramak gibi bir işe kalkışmak abesle iştigal. Bu filmin bana kattığı tek artı çok sevilen bir formül olan yol-suç-couple (ikili) filmleriyle ilgili ileride bir yazı yazmamın iyi olacağı düşüncesiydi.  

17 Kasım 2010

Resmen arındım

 Bu yazı spoiler (filmin sağlıklı izlenmesini etkileyen bilgi) içerebilir.

Aristoteles ünlü Ars Poeitaca adlı eserinde klasik Yunan trajedilerinin gramerini anlatmıştır. Bu eserde tarifini yaptığı catharsis yani "arınma" bir trajedyanın seyirci üzerinde gerçekleştirmesi beklenen şeydir. Seyirci karakterle özdeşleşecek ve eserin sonunda meydana gelenler seyircinin evreni anlama bakış açısıyla uyuşacak ve dolayısıyla seyircide bir arınma, bir rahatlama meydan gelecektir. Bu şekilde herkes mutlu mesut işine gücüne bakacaktır. Bir önceki yazımda bahsettiğim 2007 tarihli Sean Penn imzalı "Into the Wild/Özgülük Yolu"nda başıma gelenler de bir nevi catharsis'ti. Sanırım hayatımın filmini izleyeceğim diye yazmıştım. Eastwood şaheseri "Million Dollar Baby/Milyonluk Bebek"i izlemeden önce hissettiklerimi hissediyordum. O olmadı. Ama neler oldu? NTV futbol yorumcusu Rıdvan Dilmen Fenerbahçe'li Alex koşmuyor, onunla Edirne'den öteye gidemezsiniz eleştirilerine cevap verirken: Güntekin sana bir forvet oyuncusu alacağım, her sene 15-20 gol atacak bir o kadar da asist yapacak, arada sırada ortasahaya gelip bir ortasaha oyuncusu gibi de oynayacak desem almaz mısın Allah aşkına, der (sinema dışı branşa kayış: Alex günümüz futbolunda Zeki Demirkubuz'un çektiği bir müzikal gibi kalıyor veya Alfred Hitchcock'un çektiği bir Pixar animasyonu gibi). "Into the Wild"da da benim hissettiklerim buna benzer şeyler. Düz mantıkla; eğer bir film örneğin kafamı karıştırıyorsa, beni düşünmeye sevkediyorsa, çok iyi müziklere (akustik gitar müzikleri) sahipse, Amerikan kırsalından çok iyi görüntülere sahipse iyi bir filmdir. "Into the Wild" da iyi çok iyi bir film benim nazarımda. Gerçek bir hikayeden yola çıkıyor. Kaalıç'dan çok iyi bir dereceyle mezun olan iyi aile çocuğu Christopher Johnson McCandless, en başta ailesinin sonra da toplumun sahip olduğu iki yüzlülükten diskinmektedir. Şerefsiz babası evli ve bir çocuk sahibiyken, Chris'in annesiyle tanışıp evi terketmiştir. Dolayısıyla dünyaya geliş şeklini bile bir yanlışlık olarak görür Chris. Havevır, bu aile Amerikan rüyasını gerçekleştirmiş yani görüntü de süper başarılır, uyumlu ve zengin bir ailedir. Filmin başında yer alan Chris'in mezuniyet töreni sonrası ailece gittikleri kutlama yemeğindeki sahne çok iyi tasarlanmıştır. Bay Başarı Öyküsü Chris, Horward Hukuk Fakültesi'ne girmek için tüm notlara ve iyi aile cv'sine sahiptir. Ailesi sahip külüstür arabanın yerine kendisine bir Cadillac alacaklarını müjdelerler. Chris'in ailesi ve toplumdan ilk uzaklaşma anlarını bu sahnede görürüz. Kısaca hayat felsefesini özetler: hiçbir şey istemiyorum. Sonra yolculuk başlar. Geri dönüşlerle ilerleyen bu yolculuk dört sürece bölünmüştür. Filmde Chris'in ve ona en yakın insan olan kız kardeşinin dış seslerini duyuyoruz. Bu yolculuklar esnasında Chris bir çok ilginç insanla tanışır. Bu insanların hepsi kendisine yardım etmesine rağmen Chris onlarla bir bağ kurmayı hep reddeder. Kendisini Alexander Supertramp (!) adını verir. Gerçek Christopher Johnson McCandless'in ve sığındığı otobüsün fotoğrafı şu şekildedir:        


Alex'in hayali Alaska'ya gidip doğayla başbaşa kalmaktır. İnsani ve toplumsal her şeyi reddeder Alex. Benim gibi bu seçimin intihardan farksız olduğunu düşünenler bulunmaktadır. Robinson Crusoe veya "Cast Away/Yeni Hayat"taki Chuck'ı düşünelim. Onlar işlerine yarayabilecek her şeye evet derken, Alex pusula kullanmayı bile reddediyor. Aslında bu reddedişin de sahte olduğunu düşünüyorum ben. Pusulayı reddediyor ama av tüfeğini reddetmiyor. Veya filmin başlarında bir sahnede yerden bulduğu şapkayı büyük bir zevkle kafasına geçiriyor. Sonuçta o şapkayla Cadillac arasında bir fark olmaması lazım. İkisi de bir insan (toplum) ihtiyacına yönelik birer üretim. Fiyatı mı belirliyor bir nesnenin iki yüzlülüğü yansıtıp yansıtmadığı? Filmin en başında bir hayvanı avlayıp yiyor Alex. Sonra bir de moose (Woody Allen filmlerinde çok geçer bu hayvan) öldürüyor. Hayvanın etlerini muhafaza etmeyi başaramayınca bu olayı hayatının en trajik olayı olarak değerlendirir Alex. Neşet Ertaş'ın "Gova Gova İndirdiler Yazıya" türküsünü aklıma getirdi bu sahne. Arındım derken bu sahneleri kastettim. Alex'in tezi bana göre yanlıştı. Evet toplum iki yüzlü ama bunun alternatifi doğaya kendini atmak olmamalıydı. Doğadaki iki yüzlülük ve vahşilik ise kodlara işlenmiş, değiştirilemez. İnsanın kodları ise pekala değiştirilebilir. Zaten filmin sonunda "mutluluk paylaştıkça güzel" derken Alex yanılgısını kabul etmiş oluyordu. Bizi de bir güzel arındırıyordu. Türk forumlarındaki lavukların dediği gibi "ellerine sağlık dostum". Peki Chris'in yolculuğunun hiç mi takdir edilen tarafı yok? Bazı şeyler mutlaka bulabilirsiniz. Mesela herkesi bu işin dışında tutmasını, hiçbir insana yanlış yapmaması, hırsızlık yapmaması gibi şeyler. Ama benim bakış açıma göre yanlış temele oturtulmuş bir plandı ve sonunda bedelini ödedi. Öyle diyorum çünkü filmin sonunda kurtulmak istedi.      

Düzeltme: Bu yazıyı Dört Nisan 2011 tarihinde yazıyorum. Yorumumda şapkayla Caddilac'ı bir tutmuştum. Bu yaklaşım beni rahatsız ediyordu ve aylar sonra geri dönüp bu düzeltmeyi yapıyorum. Elbette ki basit bir şapkayla bir Cadillac aynı şeyi ifade etmemeli. Şapkaya Cadillac'tan daha fazla ihtiyacımız var insanlık olarak. Kahrolsun Cadillac'lar, Porsche'lar, Ferrari'ler! Yaşasın şapkalar, bereler, takkeler, eldivenler!

Into the Wild - Trailer
Yükleyen trailer123456. - Filmler ve diziler Dailymotion'da

16 Kasım 2010

Sanırım birazdan hayatımın filmini izleyeceğim

"Million Dollar Baby/Milyonluk Bebek"te hissettiklerimi hissediyorum "Into the Wild/Özgürlük Yolu" için. Ayrıca inşallah "Paris, Texas" gibi bir filmdir.

"Unstoppable" (2010)

Scott kardeşlerin küçüğü Tony Scott, abisi büyük sanatçı Ridley Scott'ın gölgesinde kalmakla birlikte, her zaman anaakım sinema içerisinde kendisine yer bulabilmiş bir zanaatkar tür sineması yönetmenidir. Tarantino'nun senaryosunu yazdığından olsa gerek, "True Romance/Çılgın Romantik"ten başka benim çok sevdiğim bir filmi yoktur. "Unstoppable" da tipik bir Amerikan şablon sineması örneği, yani Hıncal Uluç'un bayıldığı filmlerden. Son zamanlarda üzerine çok kelam ettiğim (bu cümleyi bir önceki yazımdan hatırlıyorum) anti-kahramanlığın zıddı var bu filmde. Amerikan halkı (ve ülkemiz insanı) kahramana tapınmaya bayılırlar. Onları osuruğundan şimşekler çıkaran kimseler olarak görürler, çok doğal olan insani hiçbir hataları veya eksiklikleri yoktur, dağlarda taşlarda suretlerini ararlar et cetera et cetera. "Unstoppable/Durdurlumaz" hakkını yemeyeyim çok iyi adrenalin ortaya çıkarmasına rağmen eksik bir film. Çünkü daha ilk dakikada, filmin sonunda o iki kahramanın dünyayı kurtaracağını ve sonra bir kadınla öpüşeceğini tahmin ediyorsunuz. Aynı John McClane gibi. Aynı 2012 gibi. Neyse tekrar belirteyim de ayıp olmasın: "Unstoppable"ın adrenalin seviyesi iyi ey ahali ama insan doğasının karmaşıklığı üzerine alt metinler yok yok yok.

Düzeltme (bir nevi tükürdüğünü yalamaca bööö): "The Hunger/Açlık" adlı beğendiğim bir filmi daha varmış. 


Unstoppable Trailer
Yükleyen teasertrailer. - Filmler ve diziler Dailymotion'da


15 Kasım 2010

Resmen istismar edildik

2004 yapımı birinci "Saw/Testere" bence türünün en iyilerinden biriydi. Parlak bir zekanın ürünü kurgusu, tekinsiz atmosfer yaratımı, hatta insanoğlunun erdemsizlikleri üzerine ürettiği özgün tezleriyle; seyirciye bir film izlenirken yaşanabilecek en görkemli deneyimlerden birini yaşatıyordu. Seriyi ikinci ve üçüncü filminden sonra takip etmeyi bırakmıştım. Sürprizi kalmamış, tek kozu hayal gücünü zorlayan tuzaklar öne sürmesi olan ve tamamen mezbahaneye dönmüş filmlerdi vazgeçtiklerim. Gözünü para hırsı bürümüş Hollywood esnafları bu altın yumurtlayan tavuğu kesmediler tabi. 12-18 yaş arası insanların en sevdiği filmler olmuştu bu filmler. Favori filmin ne diye sorduğumda, testere diyorlar. Ama birinci özgün filmi mi kasdediyor yoksa tüm seriyi mi anlamak zor oluyor. Dün amcamın oğlu Haydar'la bir filme gidelim dedik. "Unstoppable/Durdurulmaz" adlı filmin seansını kaçırınca, bir de benim uzun zamandır bir 3d deneme isteğim olunca; parayı verip istismar filmine attık kendimizi. Son zamanlarda istismar filmleri hakkında çok kelam etmiş olmam dolayısıyla, sonucu bile bile gidip para verip kendimi istismar ettirmem tuhaf görünüyor olabilir. Fakat benim yaptığım Türkiye'deki çoğunluğun yaptığı gibi bir şeydi. Yani sinemayı bir eğlence, bir sosyalleşme aracı olarak algılamak. Elbette benim eğlenmekle veya sosyalleşmeyle ilgili bir sorunum yok; ancak tek başıma asla gitmeyeceğim bir filmdi "Saw 3D". Mezbahane kaldığı yerden çalışmaya devam ediyor. Bazı internet yorumcuları bu filmin serinin en kanlı filmi olduğunu falan buyuruyorlar. Her neyse umarım bu seri dedikleri gibi son bulur. Sloganımız istismar etsin ama özgün olsun. Biraz da 3d hakkında bir şeyler söylemek istiyorum. Çok araştırma yapmadım ama bu 3d meselesi bana bir ticari tuzak gibi geliyor. Bazı nesneleri öne alıp bazılarını geri plana alınca filmde çok da büyülenecek bir şey bulamıyorum. Animasyonlarda iyi sonuç veriyor ama gerçek performansa dayalı filmlerde olmazsa olmaz bir şey değil gibi geliyor bana. Mesela Christopher Nolan yeni Batman filmini 3d çekmeyeceğini ama IMAX formatında çekeceğini beyan etti. IMAX formatı 3d'den şu anda daha önemli gözüküyor. Ayrıca benim gibi hijyene önem veren biri için de daha önce kimlerin kullandığı belli olmayan bir gözlüğü kullanması da zor oldu.

14 Kasım 2010

"Ms. 45" (1981)

Hiçbir filmi IMDB'de yedi almamış Abel Ferrera'yla yolculuğumuz başlamış bulunmaktadır. 80ler istismar sinemasında özel bir yere sahip "Ms. 45/Bayan Krıkbeşlik" kendisinin ikinci uzun metraj normal(?) filmi. İlk uzun metraj filmi "9 Lives of a Wet Pussy" (1976) normal bir film değil, bunu belirtelim. Bazı filmlerde karakter veya karakterler istemeden bir cinayet işlerler ve gerisi çorap söküğü gibi gelir ya işte öyle bir film "Ms. 45". Yine New York'ta terzilik yapan, Zoe Lund'un canlandırdığı dilsiz terzi kız Thana bir nobodydir (önemsiz kimse). Sıfır çekicidir. Fakat bu erkeklerin aşağılık dünyasında(!) sıfır çekici olmak aynı gün içerisinde iki kere tecavüze uğramaya engel değildir. İkinci tecavüz esnasında adamı "Unfaithful/Sadakatsiz"dekine benzer bir şekilde öldüren Thana artık bir ölüm meleğine dönüşmüştür. Artık erkek ve erkeklik adına ne varsa savaş açmış bir durumdadır ve öldürür, öldürür, öldürür. Bir köpeğin bile bir erkekten daha fazla değeri vardır. Hatta görme özürlü, kimseye zararı olamayacak bir erkek bile Bayan 45'liğin 45'liğinin tadına bakar. Radikal feministlerce en çok sahiplenilen filmlerden biridir "Ms. 45". Çünkü hiç çekinmeden verdiği mesaj erkekliğin ölümüdür. Fallik olan her şeyi kökünden söküp atmaktır filmin ve Thana'nın derdi. Bir B filmi için tuhaflık ve manyaklık dozunu tatmin edici bulduğumu söyleyebilirim. Derinlikli B filmi (!)...Filmin Roman Polanski klasiği "Repulsion/Tiksinti"yle (1965) benzerliği gözlerden kaçmıyor. Tabi ki "Repulsion" bir B filmi değil, sinema tarihinde çekilmiş en iyi üçlemelerden biri olan Apartman Üçlemesi'nin ilk ayağı. Bir B filmi olmasına rağmen izlenmeyi hak eden bir film "Ms. 45" ve farklı sembolik alt metinler barındırıyor. Filmle ilgili daha ayrıntılı bir yazı için tıklayınız.  

13 Kasım 2010

Yine işimiz var

Ne zaman yeni bir yönetmen keşfetsem; ona yoğunlaşıyorum, oturup bütün filmlerini izliyorum. Bunu yaparken kronolojik sırayı takip etmem gerekirken, ben en iyi filmlerini önce izliyorum. Sonra da kötü filmleri kalıyor ve o bölüm oldukça sıkıcı olabiliyor. Jarmusch'da, Haneke'de, Angelopoulos'da, ve en son Kaurismaki'de hep böyle oldu. "Bad Lieutenant/Kötü Polis"in (1992) yönetmeni Abel Ferrera'ya da önümüzdeki günlerde eğileceğim ve yine yoğun bir mesai beni bekliyor anlaşılan. Kendisi New York'un Little Italy'si Bronx'da doğmuş. Buradan çıkan Scorsese ve ekibi yıllarca maço filmler yaptı. Abel Ferrera'da o kafadan ama biraz daha provokatif olmayı tercih ediyor. Bağımsızlık ruhuna ihanet etmiyor.  Filmleri grafik şiddet ve erotizm dolu. İnsan doğasınından bir yere gitmeyen kötücüle odaklanmış durumda. New York'da geçen rahatsız edici suç öykülerine yoğunlaşıyor. Yani tam bana göre bir yönetmen. İlerleyen günlerde birçok filmiyle ilgili yazılarım olacak. "Bad Lieutenant" da uzun zamandır hakkında yazılar okuduğum bir filmdi. Alternatif anti-kahraman listemi yazarken, bu filmi izlemiş olsaydım bir şekilde bir yerlere iliştirirdim diye düşünüyorum. Filmde Harvey Keitel'in oynadığı ismi bile olmayan Teğmen (lieutenant) katıksız bir anti-kahraman. Uyuşturucu, alkol, şiddet eğilimi, kumar tutkusu, ağzı bozuk olma durumu, cinsel sapkınlıklar, inançsızlık, ilkesizlik gibi bir anti-kahramandan bekleyebileceğimiz bütün özelliklere sahip. Gerçekten filmin isminin hakkını verecek kadar kötü bir polis. (SPOILER) Günün birinde iki Hispanik Amerikalının bir rahibeye akıl almaz bir şekilde tecavüz etmesi, teğmenin hayatında çok büyük değişikliğe sebep oluyor. Daha mı iyi oluyor? Hayır. Sadece ne kadar kötü olduğunun farkına varıyor ve bu olay ne yaparsa yapsın asla iyi olamayacağını anlamasını sağlıyor. Artık iyiyle kötü kırması bir ucubeye (virtue freak) dönüşüyor. Tuhaf ve rahatsız edici bir film "Bad Lieutenant". Kült mertebesine ulaştığı için nefret edeni de çok. Kutsal değerler üzerinden provokasyon yapmasıyla birçok insanın tepkisini çekmiş. Bu provokatif Scorsese'le tanışmak için en uygun film "Bad Lieutenant".

11 Kasım 2010

"Reise der Hoffnung" (1990)

1991 yılında beri izlemek istediğim bir filmdi "Reise der Hoffnung/Umuda Yolculuk". O yıllarda yeni açılan Show TV jeneriklerinde çıktığını hatırlıyorum ama yayınlanmışsa nasıl oluyor da izlememişim hayret ediyorum; çünkü o yıllarda televizyonda on binlerce Türk filmi izlemişimdir (şaka zaten toplamda 6000 tane falan Türk filmi var). Çocuk oyuncu Emin Sivas'ın tren gelirken raylar üstünde uzanarak kaçmayışını ve o sahnenin verdiği adrenalin duygusunu, o yıllarda yaşayan çoğu insan anımsayacaktır. Sahi ne oldu Emin Sivas'a? "Reise der Hoffnung" gibi Oscar almış bir filmde ve "Piano Piano Bacaksız" gibi kalburüstü bir filmde oynadıktan sonra neden kariyeri gelişmedi acaba? O yıllarda sanırım benim gibi birçok insan da "Reise der Hoffnung"ın bir Türk filmi olduğuna dair yanılgıya düşmüştür. Oysa Xavier  Koller adlı İsviçre'li bir yönetmenin filmi ve İsviçre adına En İyi Yabancı Film Oscar'ı almış bir yapım. Filmin yüzde 90'ının Türkçe olduğunu belirteyim ama yine de klasik bir Türk filminden ziyade, batılı bir bakış açısıyla çekilmiş bir film olduğunu bize hissettiriyor. Maraş'ın bir Alevi köyünde Cem ayiniyle açılıyor film. Yedi çocuğu olan Ali Haydar dağların arkasındaki cennet diye tasvir ettiği İsviçre'ye gidip yırtmanın hayallerini kurmaktadır. Tabi ki kaçak yoldan. İşi yokuşa süren de karısıdır. Malı davarı satıp bu işi gerçekleştirebilecek kişilerle iletişime geçer Ali Haydar. Sonra İngilizcesi adventure olan bir yol filmine dönüşür "Reise der Hoffnung". Maraş'tan başlayıp, İstanbul, Milan ve nihayet İsviçre dağlarıyla filmin yolculuğu devam eder. Yol filmlerinin benim en favori film türlerinden biri olması dolayısıyla ilgiyle izleyebildim filmi. Fakat çok etkileyici bulmadığımı itiraf etmeliyim. Özellikle bazı oyuncular inandırıcılıktan uzak göründü bana. Mesela Nur Sürer. Maraş'ın köyünde doğup büyümüş, yedi çocuklu bir kadın gibi konuşmuyordu. Bir filmde bir karakter kendisinden beklendiği gibi konuşmazsa, o film benim gözümde bir seviye aşağıya iniyor. O yüzden "Sonbahar" (2008) bana göre çekilmiş en iyi Türk filmi değil de en iyilerden biri; çünkü Yusuf karakteri de Artvin'in bir dağ köyünde doğup büyüyen bir insan gibi konuşmuyordu. Çoğu oyuncu da tutuk diye tarif edebileceğimiz bir performansa sahipti. Bunun kaynağı da yabancı yönetmen ve ekiple aralarında vuku bulmuş iletişim kopukluğudur büyük ihtimalle. Bu yabancı ekibin önemli bir katkısı görüntü yönetimine olmuş gibi gözüküyor. O yıllarda çekilen Türk filmlerinin fersah fersah ötesinde bir kaliteye sahip görüntü yönetimi. İzleyici yorumlarında da filmin en büyük artısının dram yükünde olduğu belirtiliyor fakat bence o da çok şablon kalmış. Diyorum ya filmde her daim hissedilen bir tutukluk var, bir türlü istenilen vitese ulaşamıyor araba. Hemen akıllara gelen "Otobüs"ten (Tunç Okan, 1976) geride bir film "Reise der Hoffnung". Google Video'da mevcut film. Oradan izleyebilirsiniz. 

07 Kasım 2010

"I Hired A Contract Killer" (1990)

Sanırım "Korkusuz Korkak" filminde Kemal Sunal kendisini öldürmesi için bir kiralık katil tutuyordu ve olaylar gelişiyordu. Aki Kaurismaki'nin "I Hired A Contract Killer/Bir Kiralık Katil Tuttum"unda da böyle bir hikaye var. Neyse ki "Leningrad Cowboys Go America/Leningrad Kovboyları Amerika'ya Gidiyor" veya "Hamlet Goes Business/Hamlet İş Bitirmeye Gidiyor" gibi deneysel bir Kaurismaki filmi değil de biraz daha ilgiyle izledim "I Hired"ı. Çok mu tutucuyum ne? Alışıldık Kaurismaki filmleri gibi, film bir işten atılma olayıyla başlıyor. Uzunca zamandır hizmet ettiği iş yeri zamanın değişen koşullarına uymak için kahramanımızı gözünün yaşına bakmadan s**ir ediyor. "I Hired"ın farkı Londra'da geçmesi ve kahramanının bir Fransız olması. Bu da biraz deneysel kaçtı bu arada. Neyse bu işten atılma olayı kişinin çok canını sıkıyor ve adam kendini öldürmek istiyor. Bu keskin karar bana pek inandırıcı gelmedi açıkçası. İnsanın kendisini öldürme kararı alması bu kadar kolay olamazdı bana göre. Beceriksiz adam bu işi beceremeyince arka sokaklara dalıyor ve bir kiralık katil tutuyor. Sonra hayatının aşkıyla karşılaşmaz mı? Diğer Kaurismaki filmlerinde olduğu gibi kadınla erkek çok ayaküstü iki laftan sonra hayatlarının anlamını karşısındaki kişide bulmaya başlıyorlar. Onun filmlerindeki bu tanışma sahnelerini çok seviyorum. Bu işin aslında çok basit bir şey olduğunu, aynı sınıfdaşınızı bulduğunuz anda olayın bitmesi gerektiğini vurguluyor Kaurismaki. Sonra kovalamaca başlıyor ve mantık sınırları zorlanmaya başlıyor bu da filmin en büyük eksiği oluyor bana göre. Yine acemice çekilmiş harale gürele sahneleri ve tuhaf bir son. Google'a yazmaya başlıyınca bile aşağıda çıkmayan bir film "I Hired". Ama izlediğim için yine de memnunum. 

"Hamlet Goes Business" (1987)

Aki Kaurismaki'yle röportaj yapma işi yalan olmak üzere ama ben filmlerini izlemeye devam ediyorum. Tiyatronun beni baydığını belirtmek istiyorum. Tiyatrovari filmlerse beni öldürebilirler. O yüzden şu aralar en az ihtiyaç duyduğum şey bir Shakespeare uyarlaması olabilirdi herhalde (laf aramızda şu aralar en çok ihtiyaç duyduğum şey dört adet sağlam 14 inch jant ve 185 55 R14 ebatlarında lastik, yakınınızda varsa mesaj atın lütfen). Şaka bir yana, Kaurismaki Hamlet'i kendi evrenine uyarlamış ve de bence ortaya çok da ilginç olmayan bir film çıkmış. Benim alerjisi olduğum acemice çekilmiş kavga, ölme, öpüşme sahneleri filmde fazlasıyla mevcut. Bir filmde birisi birisine silahla ateş eder de, ateş edilen kişiden kan gelmezse veya saniyesinde o kişi ölürse o filmden koşarak uzaklaşmak istiyorum. Arşivindeki hangi filmi bir daha izlemeyi arzu etmezsin deseler, "Hamlet Goes Business/Hamlet İş Bitirmeye Gidiyor" üst sıralarda yer alırdı. İlginç bir şey yok, yazacak bir şey de yok. Umarım GS bugün TS karşısında galibiyet alır.

06 Kasım 2010

"Made In Europe" (2007)

Habertürk köşe yazarı Ece Temelkuran benim takip ettiğim, fikirlerine değer verdiğim bir insan. Erkek kardeşi İnan Temelkuran ise benim yazdığım Çeviri Hatası 4 yazısında anılmıştı. O yazıda bahsi geçen "Bornova Bornova" filminde kullanılan Yürütücü Yapımcı kullanımı yerine, Temelkuran'ın ilk filmi "Made In Europe"da Katılımcı Yapımcı diye bir tabir var. Ben bu konudan bahsetmiştim diye düşünürken, yönetmenin ikinci filmiyle ilgili olarak bu konuda yorum yaptığımı hatırlayamadım. Temelkuran'ın iki filmi var; ancak ben "Bornova Bornova"yı izledikten sonra bile kendisini her yapılan işi takip edilecek yönetmenler listeme almıştım. "Made In Europe" da tam beklediğim gibi her sahnesinde yönetmenlik becerisini seyirciye hissettirebilen, iyi bir yönetmeni müjdeleyen bağımsız bir film. Filmin çekim aşaması çok tanıdık bir hikaye. Eşin dostun yarımıyla kotarılmış bir ilk film. Üretim süreci açısından bana "Clerks./Tezgahtarlar"ı hatırlattı. Film olaraksa Fatih Akın'ın ilk filmi "Kurz und schmerzlos/Kısa ve Acısız", Scorsese'den "Mean Streets/Arka Sokaklar"i, Jarmusch'dan "Night On Earth/Yeryüzünde Bir Gece"yi ve bütün Tarantino filmlerini (diyalog filmi olması açısından) hatırlattı. Film tercihini, klasik anlamda bir karakter çözümlemesi, hikaye gelişimi, kurgusal hileler yerine birbirlerinden kopuk olan diyaloglar ve karakterlerin ruh halleri betimlemesinden yana kullanıyor. Fakat bu tercih öyle özentisizce yapılmış bir tercih değil, aksine her bir kelimenin bile düşünülüp de oraya koyulduğunu hissediyorsunuz. 11 Eylül saldırıları sonralarında bir zamanda Avrupa'nın üç başkentinde (Madrid, Paris, Berlin) yaşam savaşı veren Türkiye göçmenlerinin, kısa zaman dilimlerinde aralarında yaşadıklarına odaklanıyor film. Bu kaybeden insanların ruh halini çok başarılı bir şekilde yansıtıyor. Kompleksleri ve ayrımcılıklarıyla beraber resmediliyor bu tablo. Sanırım bu iki konu "Bornova Bornova"da da olmaları sebebiyle, Temelkuran'ın sinemasında sıkça göreceğimiz temalar olacak. Avrupa'da ayrımcılığa uğrayan bu insanlar, fırsatını buldukları ilk anda bu ayrımıcılığı başka bir insana yöneltiyorlar. Bu da insan doğasında var olan kötücüle olan nice yönetmen ilgisinden biri olmalı. Demirkubuz, Haneke, Kaurismaki, Lynch, Hitchcock örnekleri verilebilir kabaca. Sokaklarda geçen sahnelerin siyah-beyaz, karakterlerin başbaşa kaldığı bina içi sahnelerin renkli olması da anlamlı. Bir destek mesajı olarak okunabilir bu uygulama ama öyle kör gözüm parmağa bir dayatma yok. Ellerine sağlık İnan Temelkuran. İki adet röportaj linkini veriyorum.
Röportaj 1
Röportaj 2

02 Kasım 2010

"Leningrad Cowboys Go America" (1989)

Bugüne kadar izlediğim Aki Kaurismaki filmlerine hiç benzemeyen; fakat bugüne kadar izlediğim tüm Jim Jarmusch filmlerine çok benzeyen "Leningrad Cowboys Go America/Leningrad Kovboyları America Gidiyor" afişten de anlaşılacağı üzere absürd bir film. Filmde New York'lu araba satıcısı rolünde gözüken Jim Jarmusch sadece oyuncu olarak destek vermekle kalmamış, anlaşılan tarzını da Kaurismaki'ye iyice bir empoze etmiş gibi görünüyor. Filmde işten atılan bir kaybeden yok. Aksine sürekli hayatın anlamsızlığını anlatmaya çalışan diyaloglar ve görüntüler mevcut. Boş boş bakmalar, saçma replikler, absürd imgeler tam da bir Jim Jarmusch filminden çıkmışcasına. Zaten Jarmusch'un 1991 tarihli "Night On Earth/Yeryüzünde Bir Gece"de de Kaurismaki her türlü desteğini vermişti. Böyle bir paslaşma olayı mevcut yani iki favori yönetmenim arasında. Bu film için "This Is Spinal Tap/İşte Spinal Tap"in Fin versiyonu yorumları da mevcut. Tuhaf bir rock grubunu anlatmasıyla evet benziyorlar ama "This Is Spinal Tap"in mockumentary (sahte belgesel), "Leningrad"ın da tamamen kurgusal olması bence tam bir benzerlik kurulmasına engel oluyor. Filmdeki müziklerin dikkat çekici derecede iyi olduğunu belirtmeliyim. 1989 yılında Berlin Duvarının çökmesi, SSCB'de Gorbaçov reformları bu filmin oluşmasına çok katkıda bulunmuş diye düşünüyorum. Bildiğim kadarıyla sosyalist olan Kaurismaki SSCB'deki uygulamaları eleştiriyordu ve bazı filmlerindeki Rus karakterlerle bu eleştiriyi dile getiriyordu. Bu filmdeyse doğrudan bir eleştiri var. Grup üyeleri dikkat çekici bir düzeyde koyun sürüsü insanlar ve grubun lideri de dikkat çekici bir düzeyde kapitalist bir sömürücü. Bu eleştirinin direkt olarak Sovyetlere yöneltildiğini düşünüyorum. Bayağı alışmıştım bu aralar Aki'nin filmlerine, o anlamda değişik bir tat bıraktı beğeni dünyamda; öte yandan uzun zamandır da Jarmusch filmi izlemiyordum. İyi oldu.