25 Şubat 2009

"Taçsız Kral" (1965)

Çok merak ettiğim bir film olan Taçsız Kral'ın (Atıf Yılmaz, 1965) www.hasbitv.com sitesinde izlenebildiğini farkedince hemen izledim. Aslında uzun zaman önce televizyonda bir kere izlemiştim ama yine de çok arzu ediyordum tekrar izlemeyi. O dönemde Türkiye'de çekilen filmler ne kadar iyiyse Taçsız Kral da o kadar iyi; ancak benim gibi futbola ve stadyumlara meraklıysanız filmde ilginç bölümler bulacaksınız. Gönül Yazar ve Ajda Pekkan'ı femme fatale rolünde izlemek de enteresan. Metin Oktay'ın da çok aksamadığını belirtmeliyim.

22 Şubat 2009

"Eastern Promises" (2007)

Merak ettiğim onlarca film varken, vakit ayırıp da izlemeyeceğim bir film olan Eastern Promises'ı (Şark Vaatleri, David Cronenberg, 2007) "mejburen" izlemek zorunda kaldım. Yavan, güdük, dandirik gibi sıfatları hak eden filmin tek olumlu yanı oyuncularının ışıltısı. Hollywoodun en alımlı kadın oyuncularından biri olan Naomi Watts ki bu sıfatı bir kaç yıl içerisinde kaybedecek, yürüyen karizma Viggo Mortensen, yürümeyen ama yerinde duran karizma Armin Mueller-Stahl ve sırıtmayan Vincent Cassel kalburüstü bir iş çıkarıyorlar; ancak yine de filmde özgün hiçbir şey yok. Bazı filmlerin adları bana izlemeden fikir veriyor ve genelde de bu filmler hakkında yanılmıyorum. Eastern Promises için de hep, Hıncal Uluç'un "vallahi ben izlerken keyif aldım" diyeceği filmlerden biri olduğunu düşünmüştüm, yanılmamışım.

20 Şubat 2009

"The King of Comedy" (1982)

İşte size değeri yeterince anlaşılamamış, hakkı teslim edilmeyen filmlere örnek bir eser. The King of Comedy (Komediler Kralı, Martin Scorsese, 1982); Taxi Driver (Taksi Şoförü, 1976), Goodfellas (Sıkı Dostlar, 1990), Raging Bull (Kzıgın Boğa, 1980) gibi en iyi filmler listelerinde her daim en üstlerde yer bulan filmlerin yönetmeni Martin Scorsese'nin ikinci sınıf bir filmi olarak kabul görür. Bence de öyledir. Bu filmlerin klasında olmasa da The King of Comedy, çok iyi bir mizah potansiyeline sahiptir. Rupert Pupkin'in bir loser (kaybeden) olması kaçınılmazdır. İsmi ofsayttır en başta. Türkiye taşrasında çok sık görülen, nüfus memurunun ismi yanlış anlayıp kayıtlara yanlış geçirmesi mi söz konusu acaba? Etrafta binlerce Rubert varken neden adı Rupert, aynı şekilde soyadı neden pumpkin (balkabağı) değil de Pupkin? Hayatının özeti isminde gizli. Ömrü boyunca ciddiye alınmayacak, alay edilecek ve kaybedecek. Gerçekten öyle mi acaba? Bu garip saç tıraşlı, garip kıyafetli, garip isimli adamın da başaracağı bir şeyler yok mu? Mutlaka görün bence.

17 Şubat 2009

Klasik sahne 1



Klasik sahne adında yeni bir seri başlatmak niyetindeydim. Bu seriyi, Il Buono, il Brutto & il Cattivo'daki (İyi, Kötü, Çirkin, Sergio Leone, 1966) düello sahnesiyle başlatmayı düşünüyordum. Nereden estiyse uzun zaman sonra Yılmaz Güney'in Arkadaş (1974) filmini izlemek geldi içimden ve seriyi bu filmdeki klasik sahneyle başlatmaya karar verdim. Filmin son sahnesi unutulmazdır. Bu film, sinema seyircimizin belleklerinde yaşattıkları filmlere bir örnektir. Bunun sebebi de biçimsel olarak o dönemde çağdaşlarından oldukça farklı olması, Yılmaz Güney ile Melike Demirağ'ın perdedeki uyumlu elektriği ve Yılmaz Güney'in karizmasıyla, sempatikliğiyle diğer oyuncularla birlikte unutulmaz bir kompozisyon sergilemesidir. Close-up denilen yakın çekimlerle, zoom denemeleriyle, başarılı ışık yakalanmasıyla bu film biçimsel olarak o dönemki filmlerin bayağı bir ilerisinde. İnsanlığın kurtuluşu için yol gösterdiğini düşünen filmin eksileri; sürekli slogan atar gibi mesaj vermesi ve toplumsal sınıfları yanlış değerlendirmesi bana göre. Burjuva sınıfını tamamen düşkün, işçi köylü sınıfını da tamamen erdemli olarak gösteriyor. Ben hayatta böyle bir matematiğin olmadığını düşünüyorum, bu sebeple filmi eksik olarak nitelendiriyorum.

15 Şubat 2009

"Fellini Roma" (1972)

İki gün süren Roma seyahatim, pasaport ofisinde iki saat çocuk kaçakçısı şüphesiyle alıkonma şeklinde bir başlangıç yapmama rağmen ilginçti. Uzun zamandır aklımda olan Fellini Roma (Fellini'nin Roma'sı, Federico Fellini, 1972) filmini izlemeye karar verdim. Film ne tam olarak bir belgesel ne de tam olarak bir kurgusal eser. İkisi arasında gidip geliyor. Aslına uygun bir şekilde; filmde sürekli bir keşmekeşlik hali, bitmek bilmeyen yüksek sesli diyaloglar ve bir düzensizlik mevcut. Roma sokaklarında geçen sahnelerden daha fazla bekliyordum. 81/2'yi (Sekiz Buçuk, Federico Fellini, 1963) izlediğimden beri, umutla Fellini filmine başlayıp hayal kırıklığına uğramaktan yoruldum artık.

"Lady Snowblood" (1973) & "Lady Snowblood: Love Song of Vengeance" (1974)

Kimilerine göre Kill Bill (Quentin Tarantino, 2003-2004) 21. yüzyılın en önemli sanat eserlerinden biri, kimilerine göre ise bir ucube. Ben mi? Kill Bill beni sinemasever yapan filmlerden biridir. Bu arada ben filmi tek film olarak görüyorum, iki film hikayesi bence çok inandırıcı durmuyor. 70li yılların istismar sinemasına bir saygı duruşudur Kill Bill. Tarantino esinlendiğini hiçbir zaman gizlemiyor zaten. Kill Bill'in esin kaynağı da 1973 tarihli Lady Snowblood (Toshiya Fujita) adlı bir film. Kill Bill film müzikleri albümünü dinlerken, Meiko Kaji adlı bir Japon sanatçının "The Flower of Carnage" adlı bir şarkı söylediğini duydum, aynı sanatçının bir de "Urami Bushi" adlı bir şarkısı da var albümde. İkisi de youtubeda mevcut, dinleyebilirsiniz. İnanılmaz güzel şarkılar. Araştırdığımda, şarkıyı söyleyen kişinin Japonya'nın en meşhur aktristlerinden biri olduğunu ve Lady Snowblood'ın başrolünü oynadığını öğrendim. Hemen izledim filmi. Çok iyi bir film olduğunu söyleyebilirim. Şiddet sahneleri tatmin edici. Kill Bill'i sevenler mutlaka bayılacaklardır. Destancı bir havası var filmin. Sarsıcı bir hikayesi..Bir de devam filmi var. Lady Snowblood 2: Love Song of Vengeance (Toshiya Fujito, 1974). Boşuna vaktinizi ayırmayın derim. Beklentilerin hiçbirini karşılamıyor. Tıpkı Vol 2'nin Vol 1'den sonraki beklentileri karşılayamaması gibi. İnsan istismar filmi çeker de bir tane mi boğazdan fışkıran kan sahnesi koymaz? Seyirciye hiç mi saygınız yok? Bu arada bir tanıdığımın Kill Bill'i izlerken uyuya kaldığını söylemek isterim.

14 Şubat 2009

"Landscape in the Mist" (1988)

Thedoros Angelopoulos'un üçüncü filmini de izledim. Landscape in the Mist (Puslu Manzaralar, 1988) bazı yerlerde okuduğuma göre Angelopoulos'un en iyi filmi değil bana göre. Yine birileri, mükemmel görüntüler eşliğinde bir arayış içerisinde. Bu sefer arayış içerisinde olanlar iki çocuk. Almanya'daki kimliği meçhul babalarını arıyorlar. Bir cuma akşamı nöbetinde izlediğim için filmi, içine girmek çok mümkün olmadı. Angelopoulos filmleri mümküse sakin bir yerde, sakin bir kafayla izlenmeli. Bir de çocuklardan biri şiir okumaya başlayınca iyice koptum filmden. Evet gizlemiyorum, şiiri ve şiirsel lafazanlıkları sevmiyorum. Mesela benden şöyle bir yazı asla okuyamazsınız:
Ve hayatın çatık kaşlı yüzü bakıyordu sığınacak sıcacık bir liman arayan iki zavallı çocuğa...Puslu manzaralarda kaybediyorlardı umutlarını, hayallerini ve gelecek adına güzel olan ne varsa...Uzanmış bir eli geri itmek midir hayat yoksa...Dönmüş bir sırtı sıvazlayarak ve...Aslında bütün gülücükler sahte miydi?..Neden?..et cetera et cetera...

Romantik Komedi

Yarışmalara katılan veya arkadaşlarıyla sohbet ortamlarında bulunan bayanlardan çok sık duyarız: ben duygusal filmleri severim. Peki nedir bu duygusal filmler? İngilizce romance şeklinde tanımlanan bu filmlere Türkçede romantik komedi diyoruz. Woody Allen'ın Annie Hall'uyla (1977) romantik komedi hem altın çağına adım atmış oldu hem de başlı başına bir tür olarak anılmaya başlandı. Tabi ki sözü edilen film o dönemde gerçekleştirdiği yapı bozucu etkisiyle bir romantik komediden çok daha fazlasıydı; ancak türün klişelerini belirleme açısından da önemli bir görevi yerine getirdi. New York'lu yazar Nora Ephron da bu türün matematiğini belirleme açısından çok önemli işler yapmıştır. Meg Ryan, Sandra Bullock, Hugh Grant bu filmlerin favori oyuncularıdır. Hatta Meg Rayan'ın filmografisini genelde bu tür filmler oluşturur. Bu oyuncuların filmlerinde zırıl zırıl ağlamaları ve Ephron'un sabun köpüğü anlatımı diğer bazı filmlerde alaya da alınır. Örneğin, Scream 2'nin (Çığlık 2, Wes Craven, 1997) açılış sahnesinde kız bir Sandra Bullock filmine gitmek ister, erkek de o filmi Sandra Bullock shit (Sandra Bullock **ku) olarak adlandırır. Yanlış anlaşılmasın, iyi bir romantik komedi izlemeye her zaman varım; ancak bu filmlerin çoğu vasat seviyesine bile yaklaşamıyor. Yeşilçam da bu türe sınırsız prim tanımıştır. Sev Kardeşim, Mavi Boncuk, Ah Nerede Vah Nerede gibi Tarık Akan'ın "Ferit" adıyla, kadın oyuncunun da "Alev" adıyla boy gösterdiği filmler katıksız romantik komedilerdir. Asıl bahsetmek istediğim konu, bu tür filmlerin "bayanlara" daha çok hitap ettiğidir. Elbette bu bir sır değil biliyorum; ancak bazı belgelerle bunu size yansıtmak istedim. Akla gelebilecek en tipik romantik komedilerden biri olan Sleepless in Seattle (Sevginin Bağladıkları, Nora Ephron, 1993) IMDB'deki puanlamasına bir bakar mısınız? (female kadın, male erkek demek).


Bir diğer tipik romantik komedi de
When Harry Met Sally...'dir(Harry Sally İle Tanışınca, Rob Reiner, 1989). Bu filmin puanlama dağılımında da "bayanlar" hep önde.


Durum böyle. Bu yazıyı yazmamdaki maksadım kadın erkek ayrımı üzerine büyük laflar etmekten ziyade bazı somut bilgiler sunmaktı.

11 Şubat 2009

www.imdb.com


Eveet (konuşmalara böyle evet diye başlamak çok sıkıcıdır gençler, sakının) imdb dosyasının açıyorum. Internet Movie Data Base, sanal alemde en kapsamlı bilgiye sahip sinema sitesidir. Amerikan menşeili bu sitenin, her önemli hizmet veren kurum ve kuruluşta olduğu gibi, destekleyicileri ve taşlayıcıları bulunmaktadır. Lafı dolandırmadan söyleyeyim ben destekleyenler arasındayım.Neden? Çünkü aradığınız her türlü bilgiye ulaşabiliyorsunuz, gerçekçi bir şekilde size filmler hakkında fikir veriyor, ayrımcılık yapmıyor ve çok kullanışlı bir yapısı var. Verdikleri hizmetin yarısını bile veren bir sinema sitesi ben göremiyorum.

Desteklemeyenlerin en çok tartışmaya açtıkları konu puanlama sistemidir. Imdb puanlama sisteminin nasıl yapıldığını gizli tutuyor fakat şu biliniyor ki yaptığınız oylamanın değerlendirmeye katılması için regular voter (düzenli oy veren) olmanız gerekiyor. Yani önce emek vermeniz, kendinizi göstermeniz gerekiyor. Aksi takdirde bazı Türk sitelerinde ve forumlarında olduğu gibi ipini koparan oy verir ve bu da pek gerçekçi sonuçlar doğurmaz. Genç nesilde de her gördüğünü başyapıt ilan etme eğilimi vardır maalesef. Yaşlı nesilde de yeni yapılan işlere önyargıyla yaklaşma eğilimi var teziyle gelebilirsiniz, doğrudur böyleleri vardır ama yine de tecrübe ile cehalet arasında seçim yapmanız istenirse hangisini seçersiniz? Benim beğenilerimle imdb'nin puanları genelde birbirine yakındır. İstisnalar vardır elbette. İki adet liste hazırladım. Önce benim yüksek puan verdiğim fakat imdb puanları düşük olan filmler:


1- The Thin Red Line (İnce Kırmızı Hat, Terence Malick, 1998) 7,4 - 10.
2- The Cook, the Thief, His Wife & Her Lover (Aşçı, Hırsız, Karısı ve Aşığı, Peter Greenaway, 1989) 7,2 - 9.
3- Tess (Roman Polanski, 1979) 7.2 - 9.
4- Body Heat (Ateşli Vücutlar, Lawrance Kasdan, 1981) 7.2 - 9.
5- Yumurta (Semih Kaplanoğlu, 2008) 6,5 - 8.
6- Dust Devil (Richard Stanley, 1992) 6,4 - 8.
7- The Missouri Breaks (Arthur Penn, 1976) 6,3 - 8.
8- 8 MM (Joel Schumacher, 1999) 6,2 - 8.
9- Snake Eyes (Yılan Gözler, Brian De Palma, 1998 ) 5,8- 8.

Görüldüğü gibi liste için on adet film bulamadım. Bir de çok yüksek oy oranına sahip ama benim düşük oy verdiğim filmler var. Bu derecelendirmede film izlerken etki eden bir çok faktörün rol oynadığını düşünüyorum.

1- Shichinin no samurai (Yedi Samuray, Akira Kurosawa, 1954) 8,8 - 6.
2- Touch of Evil (Bitmeyen Balayı, Orson Welles, 1958) 8,4 - 5.
3- Dr. Strangelove (Stanley Kubrick, 1964) 8,7- 6.
4- Donnie Darko (Richard Kelly, 2001) 8,3 - 6.
5- Yojimbo (Akira Kurosawa, 1961) 8,3 - 5.
6- Blade Runner (Bıçak Sırtı, Ridley Scott, 1982) 8,3 - 6.
7- The Hunt for Red October (Kızıl Ekim, John McTiernan, 1990) 7,6 - 5.
8- L'avventura (Macera, Michalengelo Antonioni, 1960) 7,9 - 6.
9- South Park: Bigger Longer & Uncut (Trey Parker, 1999) 7,8 - 5.
10- The Maltese Falcon (Malta Şahini, John Huston, 1941) 8,4 - 6.

Bu listedeyse on adet filmi çok rahat belirledim; ayrıca listeye almadığım bir dolu film de mevcut. Ben imdb.com'un verdiği hizmetten fazlasıyla memnunum. Seyir zevkimi belirleme konusunda siteyi kullanıyorum. Ancak listelerden de görüleceği üzere bazen çelişkiler yaşıyoruz kendileriyle. Normaldir.

09 Şubat 2009

"Crna macka, beli macor" (1998)

Yeni Fellini olarak anılan Emir Kusturica; Goran Bregovic müzikleri eşliğinde, Balkanlardaki yerel motiflerin yoğun olarak kullanıldığı, sürekli bir cümbüş havası içinde geçen filmler çeker; fakat filmlerinde tuhaf bir kara mizah da vardır. Akılalmaz imgelerle seyirciyi şaşırtmayı sever ve beklenmedik anda sert bir kroşe indirebilir seyircinin suratına. En tipik filmi, Crna macka, beli macor'dır (Ak Kedi Kara Kedi, 1998). Kaotik bir ortamda geçen acayip bir aşk hikayesi anlatılır filmde. Bu filmin mizahı oluşturulurken sergilenen zekayı çok az filmde görebilirsiniz. Bu filmi izlemeye başlarsanız, zihninizi meşgul eden neler varsa hepsini geri dönüşüm kutusuna atarsınız. Nuri Bilge Ceylan'ın Uzak (2002) filmini izlerken sıkılanlar, tam size göre.

02 Şubat 2009

Ciao

Sevgili halkım, bir hafta sizlerden uzak kalmak zorunda kalacağım. Okulun proje toplantısına katılmak üzere yurtdışına çıkmak zorundayım. Umarım geri döndüğümde kaldığımız yerden devam ederiz..

"Filim Bitti" (1989)

Türk sineması için en verimsiz ve en başarısız dönem 80li yılların sonu ile 90lı yılların ortalarına kadar devam eden dönemdir. Kabaca bir hesapla bu dönem, bir Yavuz Turgul-Şener Şen işbirliği olan Muhsin Bey (1987) ile başlar yine bir Yavuz Turgul-Şener Şen işbirliği olan Eşkiya'yla (1996) sona erer. Elbette ki aralarda çok iyi filmler tek tük de olsa görülmüştür. Örnek mi dediniz? Yine bir Yavuz Turgul-Şener Şen işbirliği olan Gölge Oyunu (1992) mesela (smile). Benim izlediğim bütün Yavuz Özkan filmleri bu döneme denk geliyor maalesef. Filim Bitti'yi (1989) ben aslında Ömer Kavur'un filmi zannediyordum ve o niyetle izlemeye başladım. Filmleri yarım bırakmak gibi bir huyum da olmadığı için mecburen izledim Filim Bitti'yi. Aslında büyük bir felsefesi varmış havalarına giren bu filmde pek bir felsefe, melsefe falan yok. Dönemin genel eğiliminde olduğu gibi; anlamsız ve uzun diyaloglar (gibberish talk), anlaşılmaz kadın erkek ilişkileri (playing couples), acı çeken aydın görünümlü insanlar (suffering from meaninglessness of life) filmi doldurup taşırıyor. Güya o dönemin entel dantel filmlerini eleştiriyor gibi görünse de kendisi öyle bir film olmaktan kurtulamıyor. Bir daha Yavuz Özkan filmi izlememe kararı almaya doğru gidiyorum; ancak benim çok sevdiğim bir yer olan, Bolu, Gölcük'te geçen bir filmi var İki Kadın (1992) adında. Bir tek O'nu izleyeceğim.

01 Şubat 2009

"Zwartboek" (2006)

Bir arkadaşım sürekli "Elinde iyi İkinci Dünya Savaşı filmi var mı, Barancığım?" der durur. Var...Ama almak için hiçbir çaba sarfetmediği için henüz kendisine Zwartboek'i (Kara Kitap, Paul Verhoeven, 2006) izlemek nasip olmadı. Paul Verhoeven, Basic Instinct'den (Temel İçgüdü, 1992) sonra nihayet, o da ülkesinde, iyi bir film çekiyor. Yahudi bir genç kızla, bir Nazi subayının aşk hikayesi fonunda mükemmel bir savaş filmi Zwartboek. Tam olarak bir savaş filmi olmasa da, savaş Zwartbeok'de başrollerden birinde. Diğer başrollerde ise, kızı canlandıran Carice van Houten ve 2006'ın en iyi filmi Das Leben der Anderen'deki (Başkalarının Hayatı, Florian Henckel von Donnersmarck) oyun yazarı rolüyle de hatırlanan Sebastian Koch var. İkisi de mükemmel işi çıkarıyor. Sonuç: iyi savaş filmi arıyorsanız Zwartboek, iyi Doğu Almanya dönemi filmi arıyorsanız Das Leben der Anderen..

F5

Çok sık şehirlerarası otobüs yolculuğu yaptığımı ve bu yolculuklarda sık sık Taxi ve Transporter serisi filmlerin yayınlandığını gözlemlediğimi yazmıştım. Bir iki gün önce yine bir şehirlerarası otobüs yolculuğu yaparken inanılmaz bir olaya tanık oldum. Bu olay medyada yer almadığı için ilk olarak burada okuyosunuz. Önceden söyleyeyim kalp veya tansiyon hastası olanlar bu haberi okumasın. Kimsenin vebalini üstüme almak istemem. Diyarbakır'lı mahalli sanatçı Celal Güzelses'in lakabı olan şark bülbülü; Kemal Sunal'ın oynadığı, Kartal Tibet'in yönettiği, 1977 tarihli bir filmin de adı olmuştur. "Mazlum'u getirin bana" repliğiyle hatırlanan bu filmin kaç kez televizyonda verildiğinin kabaca bir hesabını yaptım. 1993 yılında özel televizyonların hızla kurulmaya başlanmasıyla beraber, 2000li yılların ortalarına doğru neredeyse haftada bir kez verildiğini hesaba katarsak, haydi abartmayalım en az üç yüz kere verildi desek yanlış olmaz. Ben bunların yüz tanesini izlemişimdir o dönemlerde. Bazen farklı iki kanalda, aynı Kemal Sunal filminin aynı anda yayınlandığına bile şahit olmuşuzdur. Peki ne yaptı özgün düşünceleriyle dünyayı kasıp kavuran Türk girişimicisi? 30 Ocak 2009'da otobüste bu filmi yayınladı. Düş mü görüyorum diye kendimi bir çok kez dürttüm (pokeledim). Evet düş değildi, Şark Bülbülü'nü yayınlıyorlardı. Kelimelerin tükendiği bir andı. Bu halkı F5'le yenilemek istiyorum.