29 Nisan 2009

"The Wrestler" (2008)

Son zamanlarda hep 2008 yapımı filmler izliyorum. Bunların içerisinde Rıza (Tayfun Pirselioğlu, 2008) ile birlikte en iyisi The Wrestler'dı (Şampiyon, Darren Aronofsky, 2008). Yıllar önce ilk özel televizyon Star1 herkesçe izlenebilir olmaya başladığında dünyalar benim olmuştu. Çünkü Amerikan Güreşi denilen şovu izleyebilecektim. Orada olup bitinlerinse fake (sahte) olduğunu öğrendiğim andan itibaren ise beni pek cezbetmedi Amerikan Güreşi. The Wrestler da 80lerin efsanevi bir güreşçisinin 20 sene sonra yaşadıklarını anlatıyor. Randy the Ram katıksız bir kaybeden. Hayata karşı olan sorumluluklarını yerine getirmemiş. Evet, bir trailer-parkta (karavan tipi evler) yaşıyor ve kirasını ödemekte zorlanıyor. Bir vani (işlevsel minibüs) var. Bir kızı var ve kızı kendisine asshole diye hitap ediyor. İçki, uyuşturucu, casual realtionships de cabası. Yani tam bir Amerikan rüyası fakiri. Bu adamın başarabildiği tek şey kurmaca olan güreşler. O da elinden alınınca neler oluyor acaba? Müthiş bir film. 80li yılların en yakışıklı ikonlarından Mickey Rourke oyunculuğun kitabını yazıyor. Dövüş sahneleri barındıran bu tür filmler çok risklidir benim için. Dövüş sahneleri groteskse hemen sıkılıyorum filmlerden. The Wrestler'daki dövüş sahneleri ise çok gerçekçi. Hele bir tanesi var ki akıllara ziyan. Kaçırmayın derim.

26 Nisan 2009

"Gitmek My Marlon and Brando" (2008)

İşte bağımsız film ruhunu iliklerinize kadar hissedebileceğiniz bir film. Hüseyin Karabey'in ilk kurgusal uzun metrajlı film Gitmek My Marlon and Brando (2008) iyi bir bağımsız, yol, imkansız aşk filmi. Kuzey Iraklı Kürt erkekle, Türk kızının imkansız aşkının imkansızlığını film boyunca hissediyorsunuz. Kızın çaresizlik içindeki mücadelesini takdir ediyor, kavuşamayacaklarını bile bile kavuşmalarını istiyorsunuz. Fantastik-gerçekçi diye bir tür yok; ama ben bu filmin türü için bu kelimeyi icat ediyorum ve kullanıyorum. Gerçekten çok başarılı bir ilk film. Ajitasyon tuzağına düşmeden, imkansız aşkın imkansızlığını çok fantastik gerçekçi bir şekilde anlatıyor.

"Righteous Kill" (2008)

Bile bile lades diye buna denir. Hadi okuduğum olumsuz eleştirileri es geçelim, Pacino ile De Niro bir filmde işbirliği yapıyorlar ve yer yerinden oynamıyorsa o filmde iş yok demektir. Çünkü bu ikili daha önce The Godfather Part II (Baba II, Francis Ford Coppola, 1974) ve Heat (Büyük Hesaplaşma, Michael Mann, 1995) adlı filmlerde işbirliği yaptılar ve bırakın yer küreyi uzay bile sallandı. Her ne kadar yaşlanmış da olsalar hala yürüyen karizmalar. Gerçi Al Pacino kırkından sonra cazibesinden çok şey kaybetti ama Robert De Niro bana göre yaşayan en büyük oyuncu. Bir de bonus olarak Carla Gugino var. Film dandirik. İki büyük oyuncu olmasa hiç bir şansı yok. Ben filmi, bu iki büyük oyuncunun bir araya gelmesinin bir olay olduğunu düşündüğüm ve bu olaya tanıklık etmek istediğim için izledim. Sahi, The Godfather Part II ve Heat ne mühteşem filmlerdi değil mi?

23 Nisan 2009

"The Reader" (2008)

Nihayet benim de okumuş olduğum bir kitabın filmi yapıldı. Bernhard Schlink'in "Okuyucu" adlı romanını okumuştum. Ünlü bir romanın filme aktarılmasıyla ilgili eleştirmenlerden; "aslına sadık kalmış", "romanın hayranlarını hayal kırıklığına uğrattı", "romana yeni bir boyut getirdi", "romandan daha güzel" gibi beylik laflar duyarız. Ben böyle bir laf etmeyeceğim. Benim düşüncem, bir romandan yola çıkarak film çekerken illa da romana sadık kalmak gerekmez. Yönetmenin veya senaristin yaratıcılığı ölçüsünde yeni ufuklara yelken açmanın sakıncası olmadığını düşünüyorum. Yazın ve sinema çok farklı iki sanat dalı. Ve sinema yazının sahip olamayacağı sınırsız olanaklara sahip. Bunları değerlendirmek varken neden senarist kendisini sınırlasın. Bazı çok kötü uyarlamaları bunun dışında tutuyorum; ancak biliyoruz ki Stephen King, The Shining'i (Cinnet, Stanley Kubrick, 1980) gördüğünde Kubrick'i aslına sadık kalmadı diye acımasızca eleştirdi. Hatta mahkemeye de mi vermişti? Romanın filme aktarılacağını duyunca Oscarlık bir proje olduğunu düşünmüştüm; çünkü Nazilere giydiren ve 50 milyon doların üstünde bütçesi olan her film bir Oscar procesidir. Genelde alırlar da. The Reader (Okuyucu, Stephen Daldry, 2008) Oscarı alamadı ama Kate Winslet en iyi kadın oyuncu Oscarını bu filmdeki rolüyle nihayet alabildi. Gerçekten de Winslet'ın performansı çok iyi. Ralph Fieness'ınsa biraz yaşlandığı gözlerden kaçmıyor. Hikaye o kadar etkileyici ki bu hikayeyi yüze göze bulaştırmak gerçekten çok zor. The Reader'a ben eli yüzü düzgün bir film diyebilirim. Filmin başındaki yağmur sahnesi Se7en'daki (Yedi, David fincher, 1995) yağmur sahnesi kadar etkileyiciydi örneğin. Ve fakat filmin bence en büyük kusuru İngilizce çekilmiş olması. Bunun sebeplerini hepimiz biliyoruz; ancak Almanya'da Almanlar arasında geçen bir hikayenin İngilizce filme çekilmesi benim hoşuma gitmiyor. Fever'a "fiivaa" demek, Polizei yazılı arabalar veya VW, Mercedes arabalar göstermek de olayı daha absürd yapıyor. Filmin bir yerinde Hannah Michael'dan, Almanca dersinde okuduğu bir şeyi sesli okumasını istiyor, Michael da başlıyor İngilizce okumaya. Bu sahnede koptum.

18 Nisan 2009

"Im Juli"yi (2000) yeniden izlemek

Bazen de böyle olabiliyor işte. İlk izlediğimde aşık olduğum Im Juli'yi (Temmuzda, Fatih Akın, 2000) tekrar izlediğimde aynı etki gerçekleşmedi. Bu sonucun ortaya çıkmasında filmi çok bölük pörçük izlememin de büyük etkisi var. Bazı bölümlerini izlemedim bile. Okulda nöbet esnasında izlenen filmlerden pek bir şey anlamıyorum zaten. Yine de bu filmi ilk defa izleyecek olanların çok hoş duygular tadacağına olan inancım geçmedi. Filmdeki Hamburg- İstanbul tabelasının saçmalığını ilk izlediğimde fark etmemiştim. O zamanlar blog yoktu, belki de o yüzdendir. Tekrar izlemek istediğim filmler listemde yokmuş Im Juli; ancak iyi oldu diyebilirim. Çok hoş bir yol hikayesi Im Juli..

13 Nisan 2009

"The Suspended Step of the Stork" (1991)

Dayanamıyorum yine Angelopoulos filmleri izliyorum. Bu arada sizden habersiz, Days of 36 (36 Günleri,Thedoros Angelopoulos, 1972) adlı bir filmini de izledim. Dandikti. The Suspended Step of the Stork (Leyleğin Havada Kalan Adımı, Thedoros Angelopoulos, 1991) ise nefes kesici bir film. Bir insanın her şeyi bırakıp gitmesi gibi oldukça ilginç bir temaya sahip. Şimdi burada gitmek-kalmak üzerine büyük laflar etmek isterdim de benim tercihim işin ameleliğini yapmak. Filmleri tanıtmak, yermek, teknik özelliklerinden dikkat çekenleri tanıtmak, ilginç resim ve videolar yüklemek...Mesela, üç beş ay önce Türkiye'de "Issız Adam'ı (Çağan Irmak, 2008) izleyip ilişkiler üzerine büyük büyük laflar etme mahalle baskısı" vardı. Ben bunu yapmak istemedim. Yapamayacağımdan değil. Altı üstü kurgusal bir eser olan bir filmle hayatın anlamanın çözülemeyeceğini düşündüğüm için kaçındım böyle bir şeyden. O yüzden bu filmle ilgili büyük laflar, hele de şiirsel büyük laflar etmek istemiyorum. Halkın deyimiyle manyak bir film.

07 Nisan 2009

Belki de sadece tesadüftür 4



Tesadüf olması bana pek olası gelmiyor. Quentin Tarantino'yu dahi ilan edenler olduğu gibi, hırsız ilan edenler de var. Filmlerinde eski olan birçok şeye gönderme bulursunuz. Kendisi "When people ask me if I went to film school I tell them, 'no, I went to films.'" demiştir. Yani "insanlar bana film okuluna gidip gitmediğimi sorduklarında, onlara 'hayır, ben filmlere gittim' derim". Bu gittiği, izlediği filmleri asla unutmaz ve onlara bir şekilde kendi filmlerinde yer verir. Kill Bill Vol:1'da (Quentin Tarantino, 2003) ilginç bir replik vardır. "My name is Buck, and I am here to f**k"...Bu replik, Tobe Hooper'ın (evet, Teksas Katliamı'nın yönetmeni) 1977 tarihli Eaten Alive adlı korku filmine ait. Demek ki filmi unutamamış olmalı ki gönderme yapmış. Tuhaf bir film olarak değerlendirilebilecek bir film olan Eaten Alive, bence öyle unutulamayacak bir film değil. Ama bir önceki yazımda değindiğim The Unborn (Doğmamış, David S. Goyer, 2009) adlı sirk gösterisinden kat kat üstün bir film...

06 Nisan 2009

"The Unborn" (2009)

Bir kolaj çalışması ile karşı karşıyasınız. Hollywoodun yaratıcılık konusunda ne kadar büyük bir kısırdöngü içerisinde olduğunu kanıtlayan bir film The Unborn (Doğmamış, David S. Goyer, 2009). Neler yok ki filmde? Olmazsa olmaz Ring (Halka, Hideo Nakata, 1998), babalar babası The Exorcist (Şeytan, William Friedkin, 1973), çok orijinal bir proje olmayan The Grudge (Garez, Takashi Shimizu), orjininal bir proje olan The Eye (Göz, Oxide Pang Chun, Danny Pang, 2002), bütün bunların bir parodisi olan Scream (Çığlık, Wes Craven, 1996)...Yuh diyorum artık! Bir korku filminde; merdiven parmaklıklarından bakan bir çocuk, bir video kaydı, kemikleri takır tukur hareket ederek yaklaşan bir yaratık, cinsellikten bahsedip ölen bir genç kız görmek istemiyorum artık. Bu filmin yapımcısı kim? Tabi ki Michael Bay. Bu adama taktığımı zannedebilirsiniz. Doğrudur taktım. Kazandığı para ona ömür boyu yeter, bıraksın artık bu işleri..

04 Nisan 2009

Bu hayat hiç değişmeyecek

Bazı filmlerle izlemeden gönül bağı kurarsınız. Rıza (Tayfun Pirselimoğlu, 2008) da benim için öyle bir filmdi. Uzun zamandır izlemeyi istediğim filmi dün izleyebildim. Yine bir kaybedenler klübü filmiyle karşı karşıyayız. Rıza, ipotek altında olan arıza çıkarmış kamyonu için 10 milyar arayan tam bir loser (kaybeden); Aysel ise berbat bir işte çalışan, yatalak bir kocaya sahip, hüzünlü Türkiye yüzlerinden biri. Şu oturdukları kaaveye bir bakar mısınız? Şu çayın dem oranına, tabağın klasikliğine, kültablasının kitschliğine...Çok gerçekçi bir film Rıza. Filmdeki gömlekler, diyaloglar, minibüsler, kanepeler, duvar boyaları, umumi tuvalet gişeleri, oyunculuklar, görüntü yönetimi ve rendeler inanılmaz geçekçi. Mekan kullanımı da çok başarılı bu filmde. Trainspotting (Danny Boyle, 1996) filminin bir yerinde tuvaletin üstünde "the worst toilet in Scotland" (İskoçya'daki en kötü tuvalet) yazar. Bu filmdeki otel için de "the worst hotel in Istanbul" diyebiliriz. Filmin kasvetli havasına nasıl da katkıda bulunuyor. Diğer mekan kullanımları da çok başarılı. Minibüs sahneleri, işyeri sahneleri, büfe sahneleri..Hepsi dikkat çekici düzeyde başarılı. Rızayı bir anti-kahraman olarak değerlendirebiliriz. Yüz kızartıcı bir suç işlemesine ve geçmişinin olumsuz kayıtlarla dolu olmasına rağmen, mücadelesini takdir ediyorsunuz. Sempatik bir karakter Rıza. Bunu ilginç buluyorum. İnsanın karmaşıklığını çok iyi anlatıyor film. Çölde vaha gibi geldi bu film.

01 Nisan 2009

"Güz Sancısı" (2009)

Aynı yönetmenin benzer temalı Salkım Hanımın Taneleri (Tomris Giritlioğlu, 1999) filmini beğenmiş biri olarak umutla gittim sinemaya. Ancak hayal kırıklığına uğradım. Ben de yanımdaki arkadaş da oldukça sıkıldık filmden. Dandirik desem anlarsınız herhalde. Film, aslında dönem filmi olmaya çalışırken ne tam olarak bir aşk filmi olmayı ne de tam olarak bir dram olmayı başarabiliyor. Diyaloglar etkileyici değil. Kostümler, saç traşları tam olarak dönemi yansıtmıyor. Merakla beklediğiniz 6-7 Eylül olayları sahnesi hemencecik bitiveriyor. Bu anlamda Michael Bay filmlerine benziyor. Bir iki etkileyici sahne için 80 dakika zırvalar Michael Bay. Bu filmde o sahneler de etkileyici değil. Bir de artık şu dublaj işinden vazgeçin be kardeşim! Dublajlı bir filme rast geldiğim zaman kokteylimi alıyorum ve uzaklaşıyorum.