30 Eylül 2011

Beklenen başyapıt geldi


Yaklaşık iki hafta önce Nuri Bilge Ceylan'ın filmlerinin yapımcısı olan Zeynep Özbatur'un bir söyleşisine katıldım. Söyleşiden sonra bir katılımcı kendisine "Bir Zamanlar Anadolu'da"dan (2011) iyi bir gişe bekleyip beklemediğini sordu; çünkü o kişiye göre NBC'nin bu filmi biraz daha popüler bir filmmiş! Özbatur da izleyip görelim dedi. O kişide bu algı yanılsamasına yol açan şeydi acaba neydi? Yılmaz Erdoğan gibi bir bir tv starını oynatması mı? Yoksa filmin adı ve afişinde hissedilen ticari kaygı mı? Gerçekten de Bir Zamanlar Anadolu'da ismi sanki filme olmadığı bir misyon yüklüyor gibi. Bu isim üzerine bir epik film izleneceği düşünülebilir. Sinema tarihinde Bir Zamanlar... diye başlayan filmler vardır ve bunlar iddialı filmlerdir. Ben bu isimden hoşlanmadım. Keşke NBC, hayran olduğu Yılmaz Güney'in zamanında yaptığı, kendisinin de filmografisinin önemli bir bölümünde yaptığı gibi tek kelimelik film adı seçme geleneğini bu filmde de sürdürseydi. Filmin afişinden de hoşlaşmadım. Başrol oyuncuların fotoşoplu resimlerinin olduğu afişlerden ziyade, filmle ilgili ipucu verebilecek enterasan bir karenin kullanıldığı afişleri seviyorum ben. Veya çok yaratıcı bambaşka bir afiş. Fakat bu iki konu dışında filme itirazım yok. NBC'nin "Uzak"tan sonraki filmlerini, çağdaşlarına göre fersah fersah ileride olmalarına rağmen, başyapıt olarak değerlendiremedim ben ama "Bir Zamanlar Anadolu'da" su katılmamış bir başyapıttır bana göre. Türkiye'nin nüfusu yaklaşık 74 milyon kişi ve ben bu filmden sıkılacak (!) 73 milyon kişi tanıyorum ama BZA çok üst düzey bir eser. En başta bir edebiyat eseri. Roman havasında. "Üç Maymun"da (2008) NBC'yi biraz Zeki Demirkubuz'laşmış olarak bulmuştuk. Bu filmdeyse biraz Alfred Hitchcock'laşmış biraz da Tarantino'laşmış buluyoruz. Suspense adı verilen ve seyircideki merak duygusunu sürekli faal tutmak anlamına gelen sinema olayını NBC de bu filmde uyguluyor. NBC, seyirciye filmin önemli bir bölümünde açığa çıkartılmayan bir suç sunuyor. Failleri açığa çıkartmadan bu suç etrafında filmi örüyor. Tarantino'laşmak derken de filmin diyaloglar açısından çok zengin olduğunu kastettim. Eski Nuri Bilge filmlerinde de çok başarılı diyaloglar olmasına rağmen, bu diyaloglar ve hikaye filmi domine etmezlerdi. Kusursuz görüntü yönetimi ve önemsiz gibi görünen detaylar filmi domine ederlerdi. Bu anlayıştan en azından iki filmdir vazgeçmiş gibi görünüyor yönetmen. Kusursuz görüntü yönetiminden vazgeçmiyor da diyalog fakirliğinden vazgeçiyor Ceylan. Filmin yarısından çoğunun gece geçtiğini belirtmek lazım. Fakat seyirci filmden bir an bile kopmuyor. Normalde gece çekimleri dikkat dağıtıcıdır ve sıkıcıdır. O yüzden filmlerde çok fazla kullanılmazlar. Aslen bir fotoğraf sanatçısı olan Nuri Bilge'nin bu konudaki yetkinliği bu filmde de kendisini gösteriyor ve bize de şapka çıkartmaktan başka bir şey kalmıyor. Tarantino'laşmak konusuna dönersek: bu filmdeki Manda yoğurdu diyalogları "Reservoir Dogs" filmini anımsatmıştır izleyenlere diye düşünüyorum. Bu filmin genel atmosferini duyarsızlaşan insanlar yaratıyor. Etrafınınıza baktığınızda onlardan fazlasıyla göreceksiniz. Yaptığı işe, çevresindeki insanlara yabancı; belli bir kısır döngü içerisinde dönüp dolaşan insanlar. Modern çağların zombileri. Filmdeki hemen hemen her karakter bir modern çağ zombisi. Filmin başarısı da bu zombilerin sıkıcı rutinlerini bize kabak gibi teşhir etmesi. Filmdeki en enteresan kişinin suçu işleyen kişi olması ironik. Bunu suça övgü olarak değil de rutine çakma olarak algılayabiliriz. 52 yaşında olan Nuri Bilge Ceylan acaba kaç tane daha film çeker dersiniz?

25 Eylül 2011

"In Bruges" (2008)


 Çıktığı günden beri “In Bruges”i izlemek niyetindeydim. İzledikten sonra bu kadar geç kaldığım için kendime hayıflandım. Londra’da yaşayan iki kiralık katilin zorunlu olarak Belçika’nın Bruges şehrine tatile çıkmaları şeklinde başlıyor film. Bazen bazı şehirler filmlerde birer karakter gibi rol oynarlar. Woddy Allen’ın “Manhattan”ında veya birçok filminde New York şehri önemli bir karakterdir. Nuri Bilge Ceylan’ın “Uzak”ında İstanbul şehri filme kişilik katar. Zeki Ökten’in “Düttürü Dünya”sını Ankara’sız düşünemeyiz. Soffia Coppola’nın “Lost in Translation”ında jenerikte Tokyo’yu görsek yargılamayız. Bu tür filmlere çok sempatiyle yaklaşmışımdır. “In Bruges” de de o kadar güzel Bruges (Brüj) görüntüleri var ki insanın kalkıp ilk otobüsle Bruges’e gidesi geliyor. Kusursuz bir görüntü yönetimi var filmin. Şehrin, hikayenin akışında da önemli bir rolü var. O güzel görüntülerin aksine Colin Farrel’in canlandırdığı intihara meyilli Ray karakterinin hissettiği klostrofobi biraz da Bruges şehrinden dolayı. İlk işini yaptığı için gergin ve bunalımlı olan Ray bu zorunlu tatilden hiç keyif alamıyor. Filmin türü konusunda çeşitli tartışmalar var. IMDB sırasıyla comedi, polisiye ve dram diye belirlemiş filmin türünü ama bence filmdeki dram yükü her şeyin üstünde. Komedi ve polisiye unsurları filmde önemli yer tutuyor. Çok parlak kara mizah öğeleri var ama dediğim gibi filmin dram boyutu dağlayan cinsten. Farrell’in olağanüstü başarılı oyunu sayesinde Ray karakterinin hissettiği trajedi yürekleri parçalıyor.  Telaşlı, tekinsiz ve her daim mutsuz olan Ray için hayatta hiçbir şeyin anlamı kalmamış gibi.  İlk filmini çeken Martin McDonagh’ı Hollywood transfer etmiş ve kendisi “Seven Psychopaths/Yedi Psikopat” adlı bir filmin ön hazırlıklarıyla meşgulmüş şu anda. Nice Avrupa’lı yönetmenin başına gelen çuvallama hadisesi kendisi için gerçekleşmez umarım. Takipçisiyiz.    

21 Eylül 2011

The Askewniverse


Farkında olmadan altı filmlik bir serinin aradaki filmlerini izlemeden ilk ve son filmlerini seyretmişim. Aslında izlediğim ilk Kevin Smith filmi “Zack and Miri Make a Porno/Garip Bir Aşk Öyküsü” (2008) ama o film bu altılının bünyesinde yer almadığı için konumuz değil. Richard Linklater’ın “Slacker/Aylaklar” (1991) adlı filmini izledikten sonra yönetmenlik yapabileceğine inanan Smith üç sene sonra kült “Clerks.” projesini hayata geçirir. Yaklaşık bir sene önce “Clerks./Tezgahtarlar” (1994) adlı yaratıcı filmi izlediğimde aklıma bu filmin devam filmini izlemek gelmişti. Geçen hafta “Clerks 2/Tezgahtarlar 2” (2006) adlı yine çok yaratıcı devam filmini izledikten sonra yaptığım araştırmada bu iki filmin bir altılının parçaları olduğunu öğrendim. Kevin Smith yapım şirketinin ismi olan “View Askew Productions”dan türeterek The Askewniverse  adlı hayali bir evren yaratmış. Her filminde görülen Star Wars hayranlığına atfen hayali de olsa bir evren kurmak istemiş Smith. Bu hayali evreni anlatan altı uzun metraj filme ilaveten çizgi romanlar, tv dizileri, kısa filmler ve video klipler de mevcut. Filmleri kısaca tanıtayım:

“Clerks./Tezgahtarlar” (1994)
Bütün filmlerde hayırla yad edilen Quick Stop adlı bakkal dükkanında geçen sıra dışı olaylara çok da yabancı olmasa gerek Smith. Kendisi orada çalışıyormuş ve liseden arkadaşlarının yardımıyla ve bin türlü zahmetle bu çok renkli siyah beyaz filmi kotarmayı başarmış. Yakın zamanda bitirdiğim Bağımsız Sinema adlı kitapta bağımsız sinemanın tanımının ne kadar problemli olduğu anlatılıyordu. “Clerks.” gerçek bir bağımsız sinema örneği. Bütçe yönetmene ait. 50.000 dolara mal olan film üç milyon dolar hasılat yapıyor ve şöhretin kapıları Smith’e ardına kadar açılıyor. Filmdeki Jay ve Silent Bob (resimde görülenler) karakterleri daha sonra tüm seriyi domine edeceklerdir.

“Mallrats/Aylak Fareler” (1995)
Kendisine kapılarını açan şöhreti fazla geciktirmeden kullanan Smith kült projesinden bir sene sonra “Mallrats” adlı bana göre vasat komedi filmini hayata geçirir. “Clerks.”deki zeka parıltısından eser olmayan bu film vasat bir Amerikan gençlik komedi filmi gibi duruyor. Eski filminde gelişen olaylara ve bu filmin karakterlerine yaptığı göndermelerle The Askewniverse evreninin doğuşu seziliyor. Yine Kevin Smith’in hayranı olduğu Star Wars’a, Jaws’a, çizgi romanlara ve (bana göre) porno filmlere bir sürü göndermeler var. Seriden bağımsız bir film olsaydı izlenmese de olurdu diyeceğim ama sonraki filmlerde ne olup bittiğini anlamak açısından izlenmeli.

“Chasing Amy/Amy’nin İzinde” (1997)
Seride Tezgahtarlar’dan sonra en yaratıcı film, her ne kadar homofobik öğeler barındırsa da, bu oldu. Bu arada bu hayali evrende eşcinsellere yer olmadığını da belirtmeliyim. Eşcinseller, çok komik de olsalar, bir sürü esprinin malzemesi oluyorlar. Aynı şekilde siyahlar da. Koyu bir Katolik olduğu bilinen Smith’den fazlası beklenmezdi zaten. Zekice kurgulanmış bir senaryo ve ilgiyle izlenen bir film akışı söz konusu. Diyaloglar inanılmaz başarılı. “The Kids Are All Right” filminde olduğu gibi bu filmde de kadın eşcinselliği ciddiye alınmıyor. Kadın eşcinselliği derken acaba biz de aynı hataya mı düşüyoruz? Sanırım düşüyoruz, lezbiyenlik diyelim o zaman.

“Dogma” (1999)
Seride en içine giremediğim film bu oldu. “Mallrats” bile ender de olsa komik olmayı başarırken bu filme nedense hiç gülemedim. Katolik okulundan mezun olan Smith bu filmde resmen takva şov yapmış. Müthiş fıkıh bilgisini konuşturmuş. İncil’i okumuş bir insan olsam da (Kuran’ı iki kere) Hristiyan jargonuna pek hakim olmadığım için filmden pek bir şey anlamadım. Cennete tekrar girmek isteyen iki melek, Azrail ve çetesi, bir mesaj getiren melek, Muse (ilham perisi), 12. havari, ve nihayet Tanrı’nın kendisi… Ve bizim salak Jay ve Silent Bob ikilisi. Bütün bunlar filmde çatışıyorlar ve sonunda hak yolunu buluyor ama bana göre çok gereksiz bir film. Adı üstünde.

“Jay and Silent Bob Strikes Back/Sessiz ve Derinden” (2001)
Filmlerin Türkçe adlarına zaman zaman takıyorum ama bundan daha absürdünü görmemiştim. Bütün filmlerde iyi kötü ortaya çıkan Jay ve Silent Bob karakterleri nihayet bir filmde olayların merkezinde yer alıyorlar. Kendilerinden esinlenilerek yaratılan “Bluntman ve Chronicles” adlı filmi engellemek için Hollywood’daki Miramax stüdyosunu basmaya gidiyorlar. Tabi ki anlayacağınız üzere yolda başlarına inanılmaz olaylar geliyor ve her zamanki salaklıklarıyla işin üstesinden gelmeye çalışıyorlar. Her filmde olduğu gibi sayısız gönderme var. Eski karakterler bir bir arz-ı endam ediyorlar. Sevimli bir film. Çok zekice olmasa da diyaloglar yer yer güldürüyor.

Clerks 2/Tezgahtarlar 2” (2006)
Aslında bu seriden daha fazla film çekmeme niyetinde olan yönetmen Smith, Jay rolünü oynayan arkadaşı Jason Mewes’a bir söz verir. Eğer Mewes uyuşturucuyu bırakırsa çok istediği son bir kez daha Jay karakterini oynama isteğini yerine getirecektir. Mewes uyuşturucuyu bırakır ve Smith bu devam filmini çeker. Çok beğendiğimi yazmıştım. Belki de diğer filmlerde çok az görünen ama aslında en sevdiğim karakter olan Randal’ın bu filmde de ilk filmdeki gibi birçok sahnesinin olması yüzünden sevmişimdir.

Sonuç olarak Kevin Smith’in dvd söyleşilerinden de anlaşılacağı üzere aslında para kazanma sevdasıyla yarattığı bu hayali evren kaliteli filmler üretti. Bir yönetmenin yarattığı eserlere sahip çıkması, onları unutmaması da pek rastlanan bir şey değil. Günümüzde Judd Apatow ve ekibine verilen kalburüstü Amerikan tuvalet edebiyatı örneği etiketi ilginizi çekiyorsa bir de The Askewniverse evrenine bakmanızı tavsiye ederim.      
    

20 Eylül 2011

Ölüm üçlemesi



2002 yılında ilk filmi “Hiçbiryerde”yi çeken Tayfun Pirselimoğlu beş yıl aradan sonra “Rıza”yı yönetti. Gişeye yönelik film yapmayan ve finansman bulmakta oldukça zorlanacağı sürpriz olmayan yönetmen, acaba “Rıza”yı çekerken kafasında bir Ölüm Üçlemesi çekme düşüncesi var mıydı? Ben olmadığını zannediyorum. “Rıza”nın gördüğü ilgi kendisine bu düşünceyi ve fırsatı vermiş olmalı. Neyse öyle ya da böyle bugün elimizde ilginç bir üçleme var. Bu üç filmi de yakın tarihte izledim. “Rıza”yı ikinci kere izlemiş oldum. İlk izlediğimde duyduğum hayranlıktan bir eksilme olmadı. Şehrin çirkin mekanlarında yaşamaya çalışan diğer hayatları çok iyi yansıtıyordu ve vicdan olgusu üzerine insanı düşünmeye sevk eden bir hikayesi vardı. Üçlemeye adını veren ölüm olgusunun filmin dokusuna bu kadar çok etki ettiğini daha iyi kavradım. İki karakterin ölümle olan yüzleşmesi birbirine benziyordu ve aslında bu yüzleşmenin arka planında yatan hissizleşme durumu da çok başarılı veriliyordu. Üçlemenin ikinci filmi “Pus” (2009). Kopya dvd üreten bir işyerinde çalışan Reşat üçlemenin karakterleri arasında gerçek hayattan en fazla kopmuş, en tuhaf karakter gibi geldi bana. Reşat’ın hissizleşmesi inanılmaz boyutlarda. İnsana hayatın devam ettiğini hissettiren bazı şeylere ilgi duyuyor. Motosiklet, kasiyer kız, güvercin gibi ama bunlara ilgi duyarken aslında hayattan kopmayla kopmama noktasının en kritik anında olduğunu seyirci hissedebiliyor. Yani uzatmaları oynuyor. Sonra da kopuyor zaten. İnsanlara anlamsız anlamsız bakan, doğru dürüst diyaloga giremeyen veya girmeyen Reşat’ta klasik anlamda bir vicdan beklemek de gerçekçi olmuyor dolayısıyla. Suç diye tarif edilebilecek eylemleri gözünü kırpmadan işleyebiliyor Reşat. Bu filmi de çok beğendim. Üçlemenin son ayağı olan “Saç” (2010) da çok ilginç bir film. Bu filmdeki Hamdi karakteri de üçlemedeki diğer karakterler gibi hayattan kopmuş bir karakter ama bu biraz da zorunluluktan olmuş. Kanser hastası Hamdi aslında yaşama tutunmak istiyor. Brezilya’ya gitme hayalleri kuruyor örneğin. En önemlisi bir kadına aşık oluyor. Üçlemedeki diğer filmlerin aksine bu filmde güzel olan, güzelliği temsil eden bir şey var. Bu kadına sahip olmak isteyen Hamdi’yi iletişimsizlik ve hayatın çirkinliği engelliyor. Sonuç olarak Hamdi de kopma noktasına geliyor. Bu filmler vesilesiyle okuduğum birçok yorumda sanat filmi diye tabir edilen filmlere insanlar vermiş veriştirmiş. Sanat filmi tanımı çok problemli bir tanım bence. Sanat filmi diye bir şey varsa sanat olmayan filmler de var demektir. O zaman da sorun sanat olmayan filmlerde olmalı; çünkü sinema bir sanat dalıdır. Aslında buradaki belirleyici unsur filmin içeriği. Klasik giriş, gelişme ve sonucu olan filmler yani dramatik bir çatışmadan doğan bir sorun üzerine örülen hikayeyle beslenen filmler izleyiciyi yormuyor ve zihinsel sorgulama talep etmiyorlar. “Neredesin Firuze” buna tipik bir örnek olabilir. Bir film insanı düşünmeye zorluyorsa, kafa patlatmaya zorluyorsa bunu yapma zahmetine girmeyenler veya bunu yapacak altyapısı olmayanlar filmi sanat filmi diye etiketleyip illa bir hikaye anlatıcısı tarafından koyun gibi güdülenmeleri gereken insanlar olduklarını açığa çıkarmış oluyorlar. Yedi dakika boyunca camdan bakıp sigara içen adam filmleri diye dalga geçiliyor bu filmler. “Uzak”ın son sahnesi kastedilmiş olmalı. O sahnede Muzaffer’in hissettiği duygu yoğunlaşmasını, iç muhasebeyi, ikili ilişkileri anlamlandırma çabasını hatta daha ileri gidelim kendisine uyguladığı vicdan otopsisini anlayamıyorlarsa diyeceğim ve aklıma bir istatistik gelecek. Japonya’da bir kişi yılda ortalama 25 kitap okuyor, Türkiye’de altı kişiye yılda bir kitap düşüyor. Ve nüfusun %95’i televizyon izliyor. Müthiş bir düşünce tembelliği var insanlarda. Bu tembellik yüzünden özgün fikirler üretemeyenler toplumsal iklime uygun söylemleri tekrarlamaktan başka bir şey yapamıyorlar. Hal böyleyken sanat filmlerini küçümseme durumu da kaçınılmaz oluyor.          

18 Eylül 2011

İki konser



Üst üste katıldığım iki konser sayesinde uzun süredir devam eden müzik açlığım kısmen de olsa doydu. İlk önce Kardeş Türküler’in konserine gittim. Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu’nun ilk albümlerinin adı “Kardeş Türküler”di. Sonra bu albüm adı topluluğun adı olarak kaldı. Müzik dünyasında yaşanan bir nevi jilet, selpak veya kola hikayesi. Kendilerini ikinci defa sahnede izlemiş oldum. İlk olarak 1998 senesinde kendilerini sahnede izlemiştim. 90lı yılların ikinci yarısında Ankara’da Müzikalite adlı bir süreli yayın vardı. Büyük bir merakla bu dergiyi takip ediyordum. Yerli yabancı kaliteli müzikler hakkında yazılar, röportajlar vardı. Ankara’nın Keçiören ilçesinde bir mahalle arasında Hüner Müzik adlı bir yer vardı. İnternetten kontrol ettiğim kadarıyla halen var. Şu anda soyadını hatırlayamayacağım Hüseyin adlı birisi buranın sahibiydi ve Müzikalite dergisini çıkartıyordu. Organizasyon da yapıyordu. Bu kişi kendi memleketi olan Ankara’nın Bala ilçesinin Kesikköprü beldesinde her yaz festivaller düzenliyordu. Şu anda yaşamayan bu festivale üç kere katıldım. İlk kez gittiğim 1998 senesinde sahnede; Kardeş Türküler, Arif Sağ ve Erkan Oğur-İsmail Hakkı Demircioğlu vardı. Katıldığım en güzel etkinliklerden biriydi ve Kardeş Türküler’i ilk defa orada canlı dinlemiştim. O zaman grubun sadece bir albümü bulunuyordu ve sahneye altı yedi kişiyle çıkıyorlardı. Yine de muhteşem bir müzik ziyafeti sunmuşlardı. İki gün önceki konserde sahnede yaklaşık 25 müzisyen vardı ve bazı şarkılar danslarla desteklenmişti. Müzikalite açısından kusursuza yakın bir performans sergilediler ancak repertuar seçimini zayıf bulduğumu itiraf etmeliyim. Onca hit şarkıları varken seçtikleri şarkılar zayıftı bence. Mesela Mahsuni Şerif’in “Yuh Yuh”u bence atmosfere çok uyardı. Neyse bunlar kişisel tercihler sonuçta. Önemli olan müziğin hakkını vermekti, BGST de bunu çok iyi başardı. Konuk sanatçı enflasyonu vardı. Okmeydanı Halkevi Çocuk Korosu vardı. Ama onlar çok öne çıkmadılar. En önemli konuk Ermeni müzisyen Ara Dinkjian idi. Kendisi çok çok önemli bir müzisyen. Diyarbakır’lı bir ailenin Amerika’da doğup büyüyen evladı. 1914 yılında bugünkü Türkiye sınırlarında kalan toprakların nüfusu kabaca 13 milyondu. Ve bunların yaklaşık üç milyonu gayrimüslimdi. Bu insanlar binlerce yıldır bu topraklarda yaşıyorlardı ve 1925’e gelindiğinde artık bu topraklarda yaşamıyorlardı, önemli bir bölümü de hiçbir toprakta yaşamıyordu. Hep düşünmüşümdür, bu insanlar burada kalabilmiş olsalardı Türkiye şimdi daha farklı bir yer olurdu. Daha yaşanabilir, farklılıklara karşı daha hoşgörülü ve daha ilerici bir ülke olurdu muhakkak. Tarih farklı bir şekilde yaşansaydı Ara Dinkjian da ülkemizde yaşıyor olurdu ve kendisini daha sık izleyebilirdik. Bizlere daha fazla güzel anlar yaşatabilirdi. Kendisi İngilizce düşünüyor ama müziğine baktığınızda hala buralı olduğunu hissedebiliyorsunuz. En az benim, sizin kadar buralı. Milliyetçileri şöyle bir teste tutmak isterdim: bir stadyuma gidilecek ve tribünün biri Türkiye’den insanlarla doldurulacak, bir tribün Ermenistan’dan bir tribün de Yunanistan’dan gelenlerle doldurulacak. Son tribünse Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan’dan gelenlerle doldurulacak. Kimse ses çıkarmayacak, kıyafetler de aynı olacak ve hangi tribününün Türkiye’den insanlar olduğu sorulacak. Diğer üç tribün birbirlerine yakın oranda oy alacaklardır ama bir kişi Orta Asya tribününü gösterirse İbrahim Tatlıses’le dudaktan öpüşmeye hazırım. Müzisyen Onno Tunç’un kardeşi Arto Tunçboyacıyan da diğer bir konuk sanatçıydı ve resmen konserin starıydı. O da müthiş bir müzisyen ve çok hiperaktif, seyirciyi avucunun içine almasını bilen birisi. Hümanizm dolu doğaçlama müziği herkesi çok etkiledi. O buralarda doğmuş ama kaçırmayı başarmışız. Askerde kendisine sürekli sen Arto değilsin Arif’sin dendiği için ve aylarca dayak yediği için o da yurtdışına yerleşmiş. Geçmiş olsun. Müzisyenliğin her türlüsünü yapıyor ama perküsyonda tam bir canavar. Sezen Aksu insanı da konuk sanatçıydı. Kendisini zamanında çok dinledim ama AKP destekçisi olduğundan beri hiç içimden onu dinlemek gelmiyor. İlk dönem eserlerine her şeye rağmen lafım yok ama son dönem eserleri çok kötü. Sahne performansı da çok zayıftı. Ama yine Ara Dinkjian bestesi olan “Sarışınım” parçasını programda gördüğüm zaman olacakları tahmin ettim. Kardeş Türküler’in müthiş ritim zenginliğiyle beraber muhteşem bir sound çıktı ortaya. Dinkjian’ın ud solosu da olağanüstüydü. Görüntüler Youtube’da mevcut fakat kamera kaydının kötülüğünden dolayı ritim zenginliğini hissedemiyorsunuz. Sonuç olarak konseri izleyen herkes çok iyi bir sinerji yarattı ve unutulmaz bir müzik ziyafeti oldu dinleyenler için.     


Bir gün sonra aynı mekanda Zülfü Livaneli konserine gittim. Kendisinin yorumculuğunun zayıf olduğu eleştirilerine katılıyorum ama bestecilik konusunda ülkemizin en iyilerinden biri. Aynı şekilde bu da benim izlediğim ikinci Livaneli konseri oldu. İlkine 15 yaşındayken (1994) gitmiştim. O zaman Ankara hipodrom meydanındaki kitlesel konserler meşhurdu. O günkü Livaneli konserinde mahşeri bir kalabalık vardı. Ahmet Koç’un cura çaldığı, Sevingül Bahadır’ın vokal yaptığı bir konserdi o. Eminim katılanlardan hiçbiri o konseri unutamamıştır. Livaneli’nin sahne performansının zayıf olacağını zannediyordum ama fena halde yanılmışım. Albümlerindekine çok yakın bir ses performansı oldu Livaneli’nin. Orada ne kadar detone oluyorsa sahnede de o kadar oldu. Repertuar seçimi çok iyiydi. Zaten Livaneli’nin o kadar çok hit şarkısı var ki ne seçerse seçsin repertuar çok etkili olacaktır. Livaneli’nin orkestrası bence daha iyi olabilirdi. Son yıllardaki konserlerinde mutlaka bir kanun sanatçısı oluyor. Ben kanunun onun şarkılarına yakışmadığını düşünüyorum. Onun yerine yan flüt olabilir. Aslında yan flüt orkestrada var ama klavye çalan kişi aynı zamanda yan flüt çaldığı için çok az duyabiliyoruz flütü. İki keman, bir viyola ve bir viyolonselden oluşan bir yaylılar grubu olsa orkestrasyon daha etkileyici olur bana göre. Bağlamacısı kim bilmiyorum ama o eşik altılı kısa sap bağlama çok iğreti duruyor. Onun yerine yıllar önce Ahmet Koç’un yaptığı gibi cura veya bas sesleri yoğun olan bir bağlama daha etkileyici olurdu kanısındayım. İflah olmaz bir BGST ve ZL hayranı olarak eğer bu insanlardan önce ölmezsem onlar ölmeden her konserlerine gitmek isterim. Eğer yakınlarınızda böyle bir etkinlik varsa sizlere de kaçırmayın derim.

12 Eylül 2011

"Clerks II" (2006)


Geçen sene bu zamanlar izlediğim "Clerks./Tezgahtarlar" (1994) filminin 12 yıl sonra gelen devam filmini izlemeyi bu kadar geciktirdiğime pişman oldum. En az ilk film kadar parlak bir devam filmi bu. Bazı istisnalar olmakla bilikte genelde devam filmleri ilk filmin düzeyine erişemezler. "Clerks 2" bu istisnalar örnek olabilir. Kevin Smith'in ilk filmde hissettirdiği mükemmel mizah duygusu ikinci filmde de hissediliyor. Geyik muhabbeti gibi duran ama keskin bir zekanın ürünü olduğu her halinden belli olan filmler "Tezgahtarlar". Sıradanda sıradışılığı bulmaya çalışıyor ve bunda başarılı oluyor. Her biri kült olabilecek diyaloglar barındırıyor film. Şimdi tüm filmlerinde eski filmlere göndermeler yapan ve aynı oyuncuları kullanan Kevin Smith'in izlemediğim bütün filmlerini araya hiçbir film almadan izlemem gerekiyor. Bunu da zevkle yapacağım.

11 Eylül 2011

Sinemayla ilgisi olmayan hayattan kareler 3

Benim blogda en fazla görüntülenen sayfa "Sinemayla ilgisi olmayan hayattan kareler 2" başlıklı sayfadır. Bu yazıdaki "Sarbi" kelimesi çok arandığı için böyle bir durum ortaya çıktı. İkinci en çok görüntülenen sayfa Demirkubuz vs. Haneke sayfasıdır. Bunun sebebiyse bu sayfadaki resime Ekşi Sözlük'ten link verilmesidir. Üçüncü sıradaysa "Sinemayla ilgisi olmayan hayattan kareler 1" başlıklı sayfa gelir. Yine aynı şekilde yazıda geçen Sarbi'den ve Antalyaspor'lu kalın bacaklı futbolcu Serge Djiehoua'dan dolayı bu sayfa çok görüntülenmiştir. Bu duruma üzülüyorum. Çok az insanın farkında olduğu filmleri izliyorum ve bunlar hakkında yazılar yazıyorum ama şu iki futbolcunun merak edildiği kadar edilmiyor. Neyse durmak yok, yola devam. Aynı şekilde hayattan karelere de devam.

Cepli Tişört



Babam kamyoncudur. Ben de tesadüfler eseri üniversite okumasaydım muhtemelen kamyoncu olurdum. Kamyoncuların hijyen ve estetik kaygıları yoktur. Kendimi bildim bileli babamın favori giysisi polo yaka cepli tişörttür. Babamın buradaki pragmatik kaygısı o cebin ona sağladığı saklama kapasitesi. O cebin ona sağladığı fayda onun için çok değerli. Bu haliyle çok sempatik gelir bana. Ta ki geçenlerde cep telefonu melodisinin apaçi marşı olduğunu öğrenene kadar. Babamın bu tişörtleri tercih etmesiyle bazı insanların bazı filmlere gitmesi arasında amaç açısından benzerlik var. Bir de buna benzer pragmatik giyinme tarzı için başka bir örnek arıyorsanız Ankara Ulus'a gitmenizi tavsiye ederim. Orada göreceğiniz +50 amcaların önemli bir bölümünde şu aşağıdaki yeleği göreceksiniz.


Gamze Okatar
Bu yazıyla ilgili resim yok. İki sene önceki lise son sınıf öğrencimin adı. O zamanlar bende Facebook varken, kendisinin çok zekice bir yazı yazdığını hatırlıyorum. Şöyle yazmıştı: "Beni arayıp sınav nasıl geçti diye soran akraba ve arkadaşlarıma buradan sesleniyorum, bok gibi geçti. Boşuna aramayın". Üniversite sınavına girmiş olup da başına bu olay gelmeyen var mı? Benim bok gibi geçememişti ama yine de arayanlardan gına geldiğini hatırlıyorum. O zamanlar Facebook da yoktu ki Gamze gibi zekice çözümler bulmak için kafa patlatsaydım...

Kara Ali


Şu böcekteki büyüklüğe bakar mısınız? Hayatımda gördüğüm en büyük böcekti. Böcek fobisi olanları kalpten götürecek kadar büyük. Bu resmi Bolu'da çektim. Akşamları bir arkadaşımla yürüyüş yapardık. Sonra yol üstünde küçük bir kaaveye gidip çay içerdik. Dört tane masası olan bu kaavede Bolu'nun en iyi çaylarını içerdik. O gün üç kişiydik. Masaya bu böcek geldi. Kaaveci "aha Kara Ali geldi, her akşam gelir buraya"  diye espri yaptı. Bunu alıp yolun karşısındaki tarlaya attı. Sonra Ali the Dark Strikes Back durumu yaşandı. Arkadaşlarımdan biri de iyi oldu okeye dördüncü aranıyor diye espri yaptı. Oysa ben okey sevmem ama takipçilerim şunu bilsinler: ben dünyanın en iyi tavla ve batak oynayan insanıyım. 

Demirören AVM


Geçenlerde bir kadın gece dörde kadar bana sistem eleştirisi yaptırıp sonra da peki kapitalizm nedir diye sordu. Ben de kendisine İstiklal Caddesi üzerinde bulunan Demirören AVM'den çektiğim bu fotoğrafı gösterdim. Normalde burayı sadece acil tuvalet ihtiyaçlarımda kullanıyorum, elimden gelse bu ucubeyi kazma kürekle yıkarım. İnsanları keriz yerine koymanın en ucube örneğidir Demirören AVM. Ve kapitalizm de budur işte. İşerken bile kafanı karıştıracak bir şeyler sunuyor sana. İçinde tenis topu kadar boşluk olan ekmekler yapıyor, kabakları aşılayıp karpuz diye sana yediriyor, bakanları görme engelliye sana taşeron şirkette asgari ücretten iş verdik daha ne istiyorsun nankör diye hakaretler savuruyor, 35 günde tavuk yetiştiriyor, Demet Akalın'ı piyasaya sunuyor falan. Baktım kafası karıştı, ben de "Scarface/Yaralı Yüz"deki repliği yani do you what capitalism is? getting fucked... ı söyleyeyim dedim. Yanlış anlar diye vazgeçtim. 

Tuncay Balcı sakalı


Önceleri Sabahat Akkiraz'ın sazcısı diye anılan Tuncay Balcı daha sonra kendi yolunda gitmeyi tercih etti. Albümler çıkarttı. Halen bağımsız müzisyen olarak çalışmalarını sürdürmektedir. Kendisini bir iki kere canlı dinledim. Gayet iyi bağlama çalıyor. Kuzeni de bir zamanlar öğrencimdi. Bir ara tanışacaktık ama maalesef gerçekleşmedi. Tuncay abide inanılmaz bir sakal var. Bisiklet fren teli kıvamında (bu espri ekşi'ye ait). Hayat onun için zor olmalı. Onun sakalının içine düşen ufak bir canlı yeryüzünde cehennemi yaşar. Bu yazıdan bir şekilde haberi olursa kendisini hürmetlerimi sunarım. 

Adam değilsin Xavi!


Resmi büyütmek için üzerine tıklayınız. İnternet yorumculuğunun ülkenin entellektüel gelişimine faydaları mı daha çok yoksa zararları mı daha çok bilemiyorum. Bu ekran görüntüsünü iki, üç sene evvel NTVSPOR'un internet sitesinden almıştım. Adam Xavi gibi gelmiş geçmiş en iyi orta sahalardan biri hakkında bu yorumu yapabiliyor. Xavi geçen sene altı faul yaptı ve altı sarı kart gördü. Neyse, bu adamlara bir şeyler anlatmak çok zor.

Baran peçeteleri
Bu yazıda da resim yok. Çok uzun zaman önce bir arkadaşım şaka niyetine bir lokantadan bir peçete ambalajı getirmişti. Markası Baran peçeteleri şeklindeydi. Üzerinde; yumuşak, emici, üstün kalite yazıyordu. İyi pazarlar.

İki harika İran filmi


"A Separtion/Bir Ayrılık"ı izledikten sonra yönetmen Asghar Farhadi'nin diğer filmlerini izleme isteği oluştu bende. Beş adet filmi var Farhadi'nin. Ben bunlardan ikisini izledim ama sanırım çok büyük bir sanatçıyla karşı karşıyayız. Sinemanın edebiyatla ilişkisini çok iyi kuruyor ve Rus klasikleri gibi filmler yapıyor. En azından son iki filmi öyle diyebilirim. "About Elly/Elly Hakkında" (2009) birçok açıdan "A Separation"la benzerlik içeriyor. Her iki film de İran orta sınıf refleksleriyle yakından ilgileniyor. Her iki film de suç ve ceza temasını sorguluyor. Her iki filmde de faillerinin bulunması gereken bir adli vaka var. Bu filmdeki adli vaka şu: İran orta sınıfa mensup üç çift, bunların çocukları, dul bir adam ve bekar bir kadın hafta sonu tatili için bir araya geliyorlar. Amaç biraz da dul adamla bekar kadının arasını yapmak. Bekar kadın yani Elly gizemli bir şekilde ortadan kayboluyor. Denizde boğulduğu sanılıyor. Şimdi bu adli vakanın sorumlularının bulunması lazım. Bu aşamadan sonra karakterler müthiş bir samimiyet testine maruz kalıyorlar. Film artık kadının boğulup boğulmadığıyla ilgilenmezken karakterlere odaklanıyor ve herkesin maddi manevi sorumluluktan kaçmak için ne kadar da iki yüzlü olabildiğini gözler önüne seriyor. Filmi izlerken insanların ne kadar da kolay yalan söyleyebildiğine hayret ediyorsunuz. Çok tanıdık, bildik bir ruh halini sanki ilk defa görüyormuş gibi şaşkınlıkla izliyorsunuz. Farhadi seyirciyi yönlendirmiyor. Evleri gezdiren bir emlakçı misali sürekli bir karakterden bir karaktere atlıyor ve yargılamayı seyirciye bırakıyor. Bu dünyada adalet mümkün mü, suç nedir, ceza nedir, vicdan var mıdır gibi soruları size sorduruyor. Yani sizi düşünmeye yönlendiriyor hem de çok önemli meseleler üzerinde. Bu yüzden çok büyük bir sanatçı (olacak umarım). En yakın zamanda yönetmenin diğer filmlerini de bulmalıyım. İnsan doğasını anlamaya çalışan ve suç ceza temaları üzerinde çok beyin jimnastiği yapan Zeki Demirkubuz'un bu filmleri görmesini ve yorumlamasını çok isterdim.  

"The Mirror/Ayna" (1997) da harika bir film. Farhadi bir demecinde İran'daki sansür uygulamalarının yaratıcılıklarını çalıştırdığını söylemişti. Hak vermemek elde değil. Yine kısıtlı imkanlarla zaman-mekan ötesi bir film var karşımızda. Bu filmin yönetmeninden "A Separation" filmiyle ilgili araştırmalar yaparken haberim oldu.
Şu aşağıdaki videoda Juliet Binoche bu filmin yönetmeni için gözyaşı döküyor.



Jafar Panahi Kiarostami filmlerinde asistanlık yapmış ve bugüne kadar beş uzun metraj yönetmiş bir isim. Neda Agha Soltan adlı bir kadın İran'da protesto eylemlerine katılıyor. Keskin nişancılar tarafından vuruluyor. Videosu Youtube'da mevcut. Kaldırabilenler baksınlar. Panahi bu kadının mezarını ziyaret ettikten sonra tutuklanıyor. Daha sonra Ahmedinejad rejiminin muhalifi olduğu gerekçesiyle altı yıl hapis ve 20 yıl film çekmeme cezasına çarptırılıyor. Düşünebiliyor musunuz? 20 yıl film çekmeme cezası. Bir sinemacı için bundan daha kötü bir ceza olabilir mi? Cannes'da jüri üyeliği yapması planlanan Panahi için ağlıyor Binoche. Bu durumu birçok sinemacı protesto etti. Ben de iki gündür bu inanılmaz cezanın etkisi altındayım. Yönetmenin filmlerini izlemek istedim. "The Mirror" ilgimi çekti. Çok özgün bir film. 90 dakikalık filmi yarısı Mina adlı bir kız çocuğunun hikayesi olarak geçiyor. Her zaman okul çıkışında onu almaya gelen annesi o gün gelmiyor ve Mina'nın eve ulaşma macerası başlıyor. Bir kolu da alçıda. Tıpkı Kiarostami'nin muhteşem "Where is the Friend's Home/Arkadaşımın Evi Nerede" filminde olduğu gibi bir çocuk kendisi için çok zor bir maceraya atılıyor. Bir türlü yetişkinlerin dünyasına girememek, ciddiye alınmamak her iki çocuğun da ortak noktası. Kıza ait çok sempatik durumlar meydana geliyor. Bu arada kız yetişkinlerin diyaloglarına fazlasıyla tanık oluyor. Bu diyaloglar İran toplumu ve de özellikle İran toplumunda kadının yeri hakkında alt metinler barındırıyor. Derken filmin ortasında kız kameraya bakıyor ve oyunculuk yapmaktan sıkıldığını artık oynamayacağını bildiriyor. İşte bu aşamada gerçekle kurgu birbirine giriyor. Bir türlü kızı ikna edemiyorlar ve gerçek olduğu var sayılan filmin ikinci bölümü başlıyor. Bu aşamada Panahi'nin nasıl bir sinema istediğini anlıyoruz. Filmin adının "Ayna" olması da anlamını kazanıyor. Sinema ve genel anlamda sanat gerçeklikten kopmamalı diye düşünüyor Panahi. Bu tartışmaya girmeye niyetim yok ama fikrini böyle yaratıcı bir yolla ifade ettiği için Panahi'yi tebrik etmemek olmaz diye düşünüyorum. Kiarostami'nin asistanlığı esnasında ondan çok etkilendiği bu filmde gayet açık. Ustasının birçok filmi de film çekmeyle ilgilidir. Gerçekle kurgu birbirine girmiş durumdadır. Bir yönetmen karakter görme olasılığımız oldukça fazladır. Bu harika filmi sinema anlayışı arayışları süren insanlar mutlaka görmeli diye düşünüyorum.

Aşağıdaki videoda kızın oynamayı reddetmesi sahnesini görüyorsunuz. Çok sempatik.

10 Eylül 2011

"Blue Valentine" (2010)



Şu dünyada aşk kadar kafa karıştırıcı az şey vardır. Geçmişte ben de yaptım ama insanın bir başka kişiye sınırsız kredi vermesini doğru bulmuyorum. Bu kişi anne, baba, eş, çocuk, sevgili olsa dahi bu tutum kişiyi kaçınılmaz olarak tutarsız davranışlara itiyor ve mutsuzluk geliyor kişiye yapışıyor. Aşkın rüya gibi olan bölümüne takılmış kalmış filmler beni sıkıyor. Aşk sancılı bir süreçtir ve de cinsellik çok sorunlu bir sahadır. Bunu yansıtan filmler de ilgimi çekiyor. Derek Cianfrance’ın “Blue Valentine/Aşk ve Küller” üzerinde düşünülmeye değer bir film. Elbette ki bir çiftimiz var. Bir doktor ile bir kargo taşıyıcısı. İnsanları aşka yönlendiren şey aslında cinsel çekimdir. Bir doktor ve kargocunun cinsel çekim yaşamaları çok normal. Ama evlenip de toplumun onlara yüklediği kimliklerle hareket etmeleri gerektiğinde bu maalesef mümkün olmuyor. Aşk mı yaşayacaksın başkalarını inandırmaya mı çalışacaksın? Ne kadar çetrefil bir durum. “Blue Valentine”de de olanlar bu. Geriye dönüşler sayesinde hem aşkın rüya gibi olan kısmını hem de Tazmanya canavarı gibi olan kısmını gösteriyor yönetmen. Bazı sahnelerde bunların en uç olanlarını iç içe göstererek etkiyi arttırıyor. Mutlaka izlenmeli diye düşünüyorum. Bir iki ay önce bu klişe romantik komedilerinden biri olan “The Notebook/Not Defteri”nde izlediğim Ryan Gosling’i bu sefer sahici bir aşk filminde görmek ilginç oldu benim için. Bu adamın kaderi testis oğlan olmakmış herhalde. Bu arada filme yönelttiğim övgüleri maalesef fragmanı için tekrarlayamayacağım. Çünkü fragmanda vurgu rüya gibi olan bölümlerde. Fragmanı izleyen bir çift patlamış mısırlarını alıp birbirlerine sarılarak filmi izlemeye başlayabilirler çok kolayca. Sonra olacaklardan ben sorumlu değilim. Adamların yaptığı tam bir pazarlama hilesi. Film fragmanda gösterilenden çok daha fazlası. Bak sinirlendim şimdi.     

Fragman yerine şu diyalogu izlemek filmle ilgili daha gerçekçi bir fikir sunacaktır:

"Blue Valentine" Clip (2010) from Omar H. on Vimeo.



09 Eylül 2011

İki Vedat Milor mekanı

Bir önceki yazımda Vedat Milor’le ilgili fikirlerimi yazdım. Kendisine hayranım. Herhangi bir konuda onun gibi yetkin biri olmak isterdim doğrusu. İstanbul’a geldiğimden beri onun kişisel internet sayfasındaki Top 10 listesinde yer alan veya program ve yazılarında övdüğü yerlere gitmek istedim. Şu ana kadar iki yere gittim ve izlenimlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Miss Pizza


Aradığım pizzacıyı sonunda buldum. Benim yaşadığım şehirde iyi bir kokoreççi, iyi bir pideci, iyi bir kelleci ve iyi bir pizzacı olmalı. Bir de ilerde bahsedip bahsetmeme konusunda kararsız kaldığım, iğrenç bir yiyecek var. Cinsel bir organ. Neyse, bekleyip görelim. Bu bahsettiğim bir yerde hiç yaşamadım ama arayışlarım sürüyor.Bunları İstanbul’da bulamazsak nerede bulacağız? Dönelim Miss Pizza’ya. Milor’ün Roma’da övdüğü ve dünyanın en iyi pizzacısı dediği yeri anlattığı programda ağzım düşmüştü. Üç sene önce bir toplantı için Roma’ya gitmiştim. Şimdiki kafa olsa ne yapar ne eder oraya giderdim. Bir daha Roma’ya gitmek nasip olur mu bilmiyorum. Ne de olsa Aşk Çeşmesi’ne bozuk para atmayı reddetmiştim. O programda ve yazılarında Türkiye’de pizza diye insanlara yutturulan şeylerin çok kötü ve pahalı şeyler olduğundan bahsediyor. Bir programında Miss Pizza’daki pizzaları İtalya’dakilere en yakın pizza olarak nitelendirmişti. Yeri Cihangir’de. Zeki’nin takıldığı kaaveden yukarı doğru gidersiniz, ikinci solda. Kapıda Danny Trejo’ya benzeyen bir köpek var. Bende de müthiş bir köpek korkusu olduğu için girmekte zorlandım ama başardım. Tabi benim o İtalyan pizzalarıyla bu pizzayı karşılaştırma şansım yok ama yurdumuzda yapılan o hamurlu peynirlerden kat be kat ileride olduğunu söyleyebilirim. Hele bir de kendi el yapımı pul biberleri var ki orgazm eden bir öttürgenlik seviyesi var. Garsonla ilginç bir diyalog geçti aramızda. Ben bir bira istedim. O da porselen kupayla getirdi birayı. Cam bardakta istediğimi söyleyince belediyeyle aralarında sorun olduğunu ama herkesin burada içki sunulduğunu bildiğini ve böylece ara yol bulduklarını söyledi. Tam bir türkish çözüm yolu. Fiyat da piyasayı düşündüğünüzde o kadar fahiş değil. Benim yediğim pizza 16 liraydı. Dominos denen fabrikasyon pizzalar bundan çok ucuz değil. Ama 10 liraya gelen o kupa bira biraz fazla geldi bana. Sonuç olarak gitmekten heyecan duyacağım bir mekan daha oldu.
 
Hacıbey



Burası da Milor’ün Top 10 listesinde yer alıyor. İstanbul’da yenebilecek en iyi iskender buradaymış. Teşvikiye caddesi üzerinde. Orta boy iskender 19 lira. Bilmiyorum belki de hayatımın hiçbir döneminde bir iskender insanı olmadığım için beni çok sarmadı. Ben döner insanıyımdır. Bu konuda da en favori mekanımı Ankara’daki Anadolu Lokantası olarak belirlemiştim. Gerçi 80li yıllardaki dönerler kesinlikle yok artık; çünkü etler değişti. Çok yavan etler. O yıllarda en sıradan dönercilerin bile dönerleri çok lezzetliydi. Hacıbey de bu bağlamda benim bir daha gitmek için herhangi bir dürtü hissetmeyeceğim bir mekan.          

"The Station Agent" (2003)


Sosyal hayattan dışlanmış oldukları için çok farkında değiliz ama engelliler Türkiye nüfusunun %12'sini teşkil ediyormuş. Her an biz de engelli olabiliriz. O yüzden duyarlı olmalıyız. Thomas McCarthy'nin "The Station Agent/Hayatın İçinden" adlı filmin merkezinde yer alan Fin de bir engelli. Kendisi bir cüce. Zorluklara alışmış ve akıp giden hayatla uyum içindeymiş gibi görünüyor ama dışı seni içi beni yakar misali hissettikleriyle gündelik hayatta kestiği rol birbiriyle çelişiyor. Birçok film karakterinde tanık olduğumuz üzere Fin de işine yoğunlaşarak hayatın üzerine gelmesi yükünü hafifletmeye çalışıyor. İşini kaybedince ve istemediği bir yerde yaşamak zorunda kalınca burada iki kişiyle karşılaşıyor. Bu kişilerin fiziksel engeli yok ama birisi psikolojik engelli diğeri de sosyolojik engelli. Oğlunu kaybetmenin acısını hafifletemeyen Olivia ağır bir dram yükü altında ezilirken, Küba göçmeni Joe da bir yandan hasta babasıyla uğraşıyor bir yandan da ince bir insan olmadığı için insanlarla iletişime geçmekte zorlanıyor. Bu üçlünün etkileyici dostluğunu izliyoruz "The Station Agent"da. Tipik bir sıradan insanların akıp giden hayatı filmi ama ilgiyle izleniyor. Çok üstün bir sanat eseri değil ama başarılı bir bağımsız yapım. Zaman zaman zorlasa da genel olarak insana kendisini iyi hissettirecek bir film.  Çok sempatik karakterler barınıdırıyor.

08 Eylül 2011

Kadın olsaydım evlenmek isteyeceğim on erkek

Hep en seksi kadınlardan bahsettim biraz da karizmatik bulduğum erkeklerden bahsetmek istiyorum. Aslında bu yazının fikir babası ben değilim. Kendisi isminin gizli tutulmasını istiyor. O yüzden bu sır, ben ve o iki kişiyle beraber mezara kadar gidecek. Merhaba dostlarım! Nasılsınız?

Elbette benim de bir yakışıklılık anlayışım var ama listedeki insanlar değerlendirildiğinde, bu insanların çok azı yakışıklı olarak anılan insanlar. Benim burada hayranlık ölçütüm işlerini iyi yapmaları ve yaşama katkıda bulunmaları. Alfabetik liste aşağıda.

1- Abbas Kiarostami.



Sinema yeteneğini edecek laf yok zaten de Kiarostami'de beni etkileyen şey müthiş bir hümanizm duygusuna sahip olması. O zor şartlarda o evrensel mesajlı filmleri çekebilmesi. Yaratıcılığına da hayran olmamak elde değil. Bir de İran'da rejim değişince kaçmak yerine ülkesinde kalmayı ve sinema mücadelesini büyük bir kararlılıkla sürdürmesi takdire şayan.

2- Al Pacino.



Listemdeki tek oyuncu Al Pacino. Birçok ankette tüm zamanların en iyi oyuncusu çıkmıştır. Bu ünvanı bazı anketlerde De Niro'ya kaptırdığı olmuştur. O konuda yorum yapmayacağım ama hangisinin daha karizmatik olduğu konusunda benim seçimim bu yönde. En karizmatik göründüğü film bence "Carlito's Way/Carlito'nun Yolu"dur.

3- Cem Karaca.


Çok büyük bir sanatçı. Yüce bir ses. 12 Eylül öncesinin etkileyici solcusu Cem Karaca 90lı yıllarda döneklikle suçlandı. Türkiye'ye dönebilmek için Turgut Özal'ın elini öptüğü söylenir."Döndümse Vatanıma Döndüm" adlı kitapta bu iddiayı reddeder ama eski kimliğiyle uyuşmayan insanlarla dostluklar kurmuştur. Ürettiği muhteşem müzik bu toprakların en iyilerindendir bana göre. Son zamanlardaki fetiş şarkım kendisine ait. 

4- Ernesto Che Guavara.


Şu gördüğünüz resimin dünyada en çok bilinen resim olmak gibi bir ünvanı var. Bu yüzden de Che imajı neredeyse bir pop ikonuna dönüşmüş durumda. Vicdan sahibi insanlar bu durumdan rahatsız, çünkü Arjantinli doktor Ernesto Che Guevara hayatını insanlığın kurtuluşuna adadı. O, poster veya dövme basitliğine indirgenecek bir hayat yaşamadı. Kendisine saygım ve sevgim sonsuz. Mart ayında Ankara'da katıldığımız Sağlıkta Dönüşüme Hayır mitinginde birileri onun posterini açmıştı. Sağlık bakanı da biz onun izinde değiliz demişti. Yakında marketlerde ilaçlar satılmaya başlandığında kimlerin izinde olduklarını çok iyi anlayacağız. Onu anlatan bir şarkı vardır. Bana göre en iyi Hasta Siempre yorumu Soledad Bravo'ya aittir.

5- Hasan Genç.


Gitar kurusuna yazıldım ama aslında yaklaşık 15 yıldır bir bağlama performansçısıyım. Çok iyi çalanlar gördüm ama Konya'lı müzisyen Hasan Genç kadar bu enstrümana hakim birisini görmedim. Bu seviyeye gelmek için harcadığı emeği tahmin bile edemezsiniz. Aslında İsmet Topçu da bağlamaya hakimiyet açısından inanılmazdır ama kendisinin bazı keyif verici maddeler kullandığı için deneyselliği abarttığı konuşulur. Çok mütevazi biri olduğunu da eminim. Yürüyen karizma budur işte. Benim normalde, şu aşağıdaki videoda dikkatimi ortadaki kel adama vermem lazım. Çünkü kendisi bize üniversitedeyken bağlama dersleri veriyordu ve o zamanlar benim idolümdü. Ama 1.37'de başlayan Hasan'ın solosu özellikle 2.20'lere doğru öyle bir hal alıyor ki beni büyülüyor ve eminim oradaki müzisyenler hadi kalkın gidelim demişlerdir.

 


6- Jimmy Page.


Led Zeppelin grubunun gitaristi Jimmy Page de uçan karizma olsa gerek. Bunu sadece sahnedeki etkileyici fotoğrafı için söylemiyorum. Müzisyenliği için de alkışı fazlasıyla hak ediyor. Bugün gelmiş geçmiş en iyi gitaristlerden biri kabul edilir ve gerek tavırlarıyla gerekse de müziğiyle etkilediği çok gitarist vardır. Şaka gibi. Bu arada son zamanlarda kulağımı tırmalıyan klişe kullanım da bu şaka gibi, şaka mısınız lan siz kullanımı. 

7- Kazım Koyuncu.


Hayatımda bir kere müzik markete dalıp da şu çalan adamın albümünü bana verin dedim. O kişi de Kazım Koyuncu'ydu. Öldüğüne hala çok üzülüyorum. Bu topluma vereceği, öğreteceği daha çook şey vardı. O da Hopa'lı teröristlerden biriydi.

8- Lionel Messi.


Bir iki yazıda beni ne kadar büyülediğini yazdım. Kendimi tekrar etmeyeyim en iyisi. Uzun saçın kendisine hiç yakışmadığını düşünüyorum. Orta karar uzunlukta bir saç ve kirli sakalla bayağı çekici bir erkek gibi duruyor Messi. Barcelona'nın maçları başladığında hayat duruyor resmen benim için. Bundan 15-20 sene sonra insanlar bu maçları ve Messi'yi Youtube'dan izleyecek, o yüzden bence şanslı bir nesiliz. 

9- Neşet Ertaş.


Aslında bir kere beni kazıkladı Neşet Ertaş. 2000 yılında Ankara'da "20 sene sonra ilk defa konser verecek ve bu onun son konseri olacak" reklamıyla bir konser verdi. Bilet fiyatı o zamanın parasıyla yedi buçuk milyondu ve bu benim için büyük bir paraydı. Gittim o konsere ama çok değil bir sene sonra ve ilerleyen tarihlerde birçok kez Ankara'ya konsere geldi Neşet Ertaş. Yine de helal olsun Neşet ustaya. Çok büyük bir sanatçı. Bence devrimci bir müziği var. Halk müziğinin yapısını bilenler bu özgünlüğü hemen fark ederler. Neşet Ertaş'a laf edene, "A Clockwork Orange/Otomatik Portakal"da Alex'e yaptıkları gibi zorla gözlerini açık tutarak klişe romantik komedi izletirim, ona göre.

10- Vedat Milor.


Bazı arkadaşlarım kendisine gıcık oluyor. Kırmızı pantolonu varmış, yemek yerken çok itici oluyormuş falan..
Ben de kendilerine: siz kıçınızın üzerinde oturup feyste video veya özlü söz paylaşırken; bu adam gitmiş kendisini geliştirmiş, 10.000 şişe şarp içmiş, parasını vererek sayısız restorana gitmiş, kitaplar yazmış, programlar yapmış dedim. Vedat Milor'ü sadece takdir edebilirsiniz başka bir şey yapamazsınız. Bir konuda yeteneklerinle beraber kendini geliştirerek dünyadaki en yetkin kişilerden biri olmak. Karizma başka nedir ki?

Mithat Alam Film Merkezi



Tıpkı Reis Çelik’in yaptığı gibi Mithat Alam da bana göre takdire şayan bir kültür hizmeti yapıyor. Mithat Bey, Boğaziçi Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren Mithat Alam Film Merkezi’ni Türkiye’nin kültür ortamına armağan eden adam. Kendisiyle tanıştım. Çok hoşsohbet, misafirperver ve engin bilgi birikimi olan bir insan. Üniversitede seçmeli sinema dersleri veriyormuş zamanında. Kısa bir oyunculuk kariyeri de var Alam’ın. Reha Erdem’in “Kosmos” filminde istasyon görevlisi rolünde oynamış.


Kendisi bu kültür hizmetini gerçekleştirmeye karar vermiş ve onun verdiği maddi manevi destekle Mithat Alam Film Merkezi doğmuş. Müthiş bir sinema ortamı… İnsanın keşke burada öğrenci olsaydım diyesi geliyor. Nasıl hizmetler sunuyor Mithat Alam Film Merkezi?
*8500 filmlik dev arşivini öğrencilerin kullanımına açıyor. Benim gibi dışarıdan gelenlerin filmleri ödünç almasına izin vermiyorlar ama randevu alarak bina içerisinde yer alan film izleme odasında filmleri izleme şansınız var. Örneğin ben, bu Salı günü iki yıldan beri en çok merak ettiğim filmlerden biri olan Tayfun Pirselimoğlu’nun Ölüm Üçlemesi’nin ikinci halkası “Pus” (2009) adlı filmi izleyeceğim. Aynı gün de yine başka çok merak edilen bir film için randevu alacağım.
*Bünyesinde iki süreli yayın çıkarıyor MAFM. Biri Sinefil adlı, yılda beş dönem çıkan ücretsiz bir broşür. Diğeri de çoğumuzun bildiği, takip ettiği Altyazı dergisi. Kendilerinin de belirttiği gibi popüler bir dergi olmayan Altyazı dergisi ancak kişisel özverilerle çıkabiliyor ve bu derginin desteklenmesi gerekiyor. Ben de bu anlamda kendilerine maddi, manevi her türlü desteği verebileceğimi ilettim. Beni beğenirlerse bakarsınız orada yazmaya başlarım.
*Sürekli film gösterilileri yapıyorlar tahmin ettiğiniz üzere.  
*Söyleşiler yapıyorlar. Geçmişte; Pelin Esmer, İnan Temelkuran, Özcan Alper, Gus Van Sant, Sean Connery, Atıf Yılmaz, Ece Temelkuran gibi benim katılmak için ölüp biteceğim söyleşiler gerçekleştirmişler. Neyse önümüzdeki maçlara bakacağız.     
*Kısa film yarışması düzenliyorlar.
*Film çekmek isteyen öğrencilere ekipman sağlıyorlar.
*İşin mutfak kısmına meraklı olanlar için atölye çalışmları düzenleniyor.
*Misafirlere bedava kahve ikram ediyorlar. Üsküdar’daki Şemsipaşa Çay Bahçesi’nin kendi müşterilerinden bile bir lira tuvalet parası istediğine tanık olunca, benim için bu ikram çok değerli oldu.
Bu mekanı tanıyın, tanıtın. İstanbul’da yaşıyorsanız mutlaka uğrayın. Üye olun. Destekleyin.

"A Separation" (2011)



Bugüne kadar tükettiğim en iyi sanat eserlerinden biri derken abartmıyordum. Bugüne kadar izlediğim bütün İran filmlerini muhteşem buldum. Abbas Kiarostami’nin “Shirin/Şirin” adlı eserini saymazsak. O film de deneysel bir filmdi. Bir şeyler anlatmak derdi vardı ama bazı deneysel filmlerinin kaderi olan sıkıcılık dezavantajına sahipti benim için. “A Separation/Bir Ayrılık”ı izlemek için iki ay önce Ankara’ya gitmek istemiştim; çünkü filmle ilgili inanılmaz iyi yorumlar okuyordum. Filmi izledikten sonra Ekşi Sözlük’teki bütün yorumları okudum. Tam da tahmin ettiğim gibi filmi beğenmeyen yoktu. Imdb’de de filme oy verenlerin yüzde doksan beşi dokuz veya on vermişti. Bu sonuç kaçınılmazdı. Bu filmin ilgisini çektiği bir insan sinemada alternatif işlerin peşine düşmüş bir kişidir büyük olasılıkla. Bu kişi düşünce dünyasında hareketlilik uyandıracak bir filme karşı duyarsız kalamaz. “A Separation” da bunu çok iyi başarıyor.

(SPOILER, filmi izlemediyseniz yazının bundan sonraki kısmını okumayınız)

Adalet ve vicdan üzerinde çok kafa patlattığım iki mesele. Bazen sınıf ortamında adalet dağıtmanın ne kadar zor olduğunu düşünürüm. Mutlak otoritenin ben de olmasına ve karşımdaki insanların da zihinsel gelişimini tamamlayamamış ve rehberliğe ihtiyaç duyan insanlar olmasına rağmen, adalet dağıtma işi bana zor geliyor. Filmdeki hakim gibi işin içinden çıkılmaz hissettiğim durumlar oluyor. “A Separation”ın amaçladığı şey de bu iki kavramı masaya yatırmak ve benzerlerine adalet saraylarında çok karşılaşılan bir olay üzerinden bu iki kavram üzerindeki puslu havayı dağıtma girişiminde bulunmak. Filmin adından da anlaşılacağı üzere bir boşanma girişimiyle başlıyor film. Bazı karakterlerin filmin ilerleyen dakikalarından iddia ettiği gibi bu boşanma girişimi her şeyin sebebi sanılabilir ama bence bu yanlış bir yargı olacaktır; çünkü hayatın her anında karşınıza adaletli ve vicdanlı olma gereksinimi çıkabiliyor. Bu tür çetrefilli işleri bazı tesadüflere bağlamak da hayatı yanlış okumak gibi geliyor bana. Çünkü başa gelen iyi kötü her türlü işin bir sosyolojik kökleri vardır herhalde. Size lotodan para çıkmışsa sizi loto oynamaya iten, zengin olma hayalleri kurduran bir dürtü olmalıdır mesela. Yolda gördüğünüz birisine aşık olduysanız demek ki algılarınız açıktır (aslında her zaman açıktır) veya bir gereksinim içerisindesinizdir. Bu filmde karakterlerin başların gelenlerle onların toplumsal rolleri arasında da direk bir bağlantı var. Orta sınıfa mensup bir aile boşanmak ister. Ergenliğe yeni adım atmış bir kız çocukları var. Erkeğin de Alzheimer hastası bir babası. Kadın ortamdan ürktüğü için İran’ı terk etmek istiyor ama erkek, babasını bırakamadığı için gitmek istemiyor. Kendi içerisinde çatışıyormuş gibi görünen bu orta sınıf aile asıl çatışmanın bir tarafını teşkil ediyor. Diğer tarafınıysa yaşlı adama bakıcılığa gelen kadının alt sınıfa ait olan ailesi. Bakıcı kadın bir gün hasta adamı evde yalnız bırakıp dışarıya çıkıyor. Bu esnada eve gelen hasta adamın oğlu, babasını ölmek üzereyken yakalıyor ve çılgına dönüyor. Bakıcı kadına öfkelenen adam kendisini dışarı itiyor ve bakıcı kadın çocuğunu düşürüyor. Filmde bizi adalet ve vicdan kavramlarını sorgulamaya iten “suç” bu. Ortada ölen bir canlı var. Birilerinin bunun bedelini ödemesi lazım. Filmin kurgusundaki büyük ustalık sayesinde seyirci bir taraf tutamıyor ve toplumsal eşitsizlik üzerine yoğunlaşıyor. Ve sonunda anlıyor ki sınıflı bir toplumda gerçek adaleti sağlamak imkânsızdır; çünkü o baştan beri yoktur. Bazıları hayata müthiş dezavantajlarla başlıyor ve bu dezavantajlardan dolayı diğerlerine göre hep iki kat daha dikkatli ve iki kat daha vicdanlı olmak zorunda kalıyor. Sonuçta ihale de hep bunlara kalıyor. Üst sınıflar ancak somut bir suç işledikleri zaman acı çekmek zorunda kalıyorlarken alt sınıflar ömür boyu acı çekiyor. Yani adalet mekanizması ancak kanunda tarif edilmiş bir suç işlendiğinde devreye giriyor, oysa alt sınıflar kanunda yazmayan bir cezayı yani berbat bir hayat yaşama cezasını ömürleri boyunca çekiyorlar. Filmin başarısı burada yatıyor bence. Alt sınıfta yer alan kişinin yalan söylediğini anladığınızda bile onu mahkûm edemiyorsunuz. Benim vicdan anlayışım da bu. Çaresizliğin insana her şeyi yaptırabileceğini biliyorum. Sıcacık yuvamda g**tümün üstünde otururken market yağmalayanlara değil de Kaz Dağını yağmalayanlara kızıyorum. Filmin diğer büyük başarısı da dinin ne kadar kafa karıştırıcı bir şey olduğunu bize hatırlatması. Eğer bir dine inanıyorsanız ve insansanız kafanızda onlarca çelişkiyle yaşamak durumundasınızdır. Kim yaşamıyorum diyorsa inanmıyorum o kişiye. Tabi Türkiye’deki insanların yüzde doksanının uyguladığı tırışkadan Müslümanlık değil kastım. Bu gibi durumlarda uzlaşma sağlayabilirsiniz. Çarşamba günü içki içersiniz de Perşembe günü içmezsiniz. Tanıdığım bir iki kişi gibi İddaa oynarsınız da Sayısal Loto oynamazsınız. Domuz eti yemezsiniz de işçinin hakkını alnının teri kurumadan verirsiniz falan! Günlük 20 lira yevmiyeyi verdiğiniz zaman sorumluluğu atmış oluyorsunuz yani. Oh, kebap! Diyeceksiniz ki burada sorun dinde değil insanlarda. Bazı ufak tefek olumlu davranışları önermesi asıl işlevini gizlemiyor bence. O da vurguyu bu dünyadan alıp başka metafizik alemlere vermek ve kaderci, tepkisiz, sorgulamayan dolayısıyla sistemle uyum içinde yaşayan insanlar üretmek. Filmdeki bakıcı kadın da gündelik hayat içinde sürekli çelişkilere düşüyor ve Alo Fetva hatlarını arıyor. Ama dediğim gibi bir insan olduğu için ve toplumsallığa mecbur olduğu için içine sinmeyen bir sürü şey yapıyor. Bu bağlamda dinin kadına ve erkeğe verdiği roller sorgulamaya açık hale geliyor. Bazen iyi senaryoların oyuncuları motive ettiğini ve onları iyi oynamaya ittiğini düşünüyorum. Bu filmi bu teze kanıt olarak sunabiliriz. Bazılarının amatör olduğu belli. Ama hiçbiri aksamıyor. Yani bu filme boynu dönmeyen Necati Şaşmaz’ı koy o bile iyi oynardı herhalde diye düşünüyorum. Çok büyük bir sanat eseri. Bu filmde hâkim sizsiniz. Çok katmanlı düşündüğünüz zaman yargılayacak nesneyi bulmanız işten bile değil.   

06 Eylül 2011

Haytavır öldü


Polis Akademisi serisinin unutulmaz oyuncusu Hightower'ı canlandıran Bubba Smith 3 Ağustos 2011 günü 66 yaşındayken ölmüş. Yeni haberim oldu. Çok üzüldüm. Benim kuşağımın kahramanlarından biriydi Hightower. Her daim cool havasıyla, züppelere hiç prim vermeyen tavırlarıyla ona hayran olmayan var mıydı? Evinde ölü olarak bulunmuş. Hikayesi Yadigar Ejder'e ne kadar da çok benziyor? Mekanı rahatça futbol oynayabileceği bir yer olsun. 

"subUrbia" (1996)



Google görsellerden suburbia kelimesini aratınca izlediğim filmin afişinden önce bu ve buna benzer resimler çıktı. Bu yerleşim yerleri birçok Amerikan filminde karşımıza çıkmıştır. “A Nightmare on Elm Street/Elm Sokağında Kabus”ta bu mekanlarda gerçekleşen korkutucu olaylara tanık oluruz. “Blue Velvet/Mavi Kadife”de korkutucudan da öte insanın kanını donduran olayları izleriz. “Edward Scissorhands/Edward Makaseller”de fantastik bir hikâye bizi karşılar. Bazı filmlerdeyse bu mekânlarda geçen tekdüze, standartlaştırıcı hayat tarzları eleştirilir. “American Beauty /Amerikan Güzeli” gibi. Ankara Batıkent’te yıllarca oturup daha sonra dayanamayıp oradan taşınan teyzem aklıma geldi. Acaba o da bu gizli standartlaşmadan rahatsız oldu mu da bu Amerikan banliyölerine benzeyen Batıkent’ten taşındı. Burada bir kavram kargaşası oluşabilir. İngilizce suburb veya town diye adlandırılan bu bölgeler için Türkçe taşra veya banliyö kelimesi kullanılıyor. Bizim Taşra’dan anladığımız çoğunlukla çiftçilikle veya hayvancılıkla uğraşan insanların yaşadığı yerler. Banliyö ise bizde çoğunlukla treni çağrıştırıyor. Mesela Ankara’da banliyö trenlerine Mamak, Kayaş gibi yerlerde oturanlar binerler. Bunlar da alt sınıftan gelen insanlardır. Oysa Amerika’da banliyölerde yaşayanlar orta sınıfa daha yakın insanlardır. Ve beyazdırlar. Amerikan bağımsız sinemasının en önemli temsilcilerinden Richard Linklater’in “subUrbia” adlı filmi de tam bu bahsettiğim banliyö yaşantısına eleştirel bir bakış açısı getiriyor. U harfini büyük yazarak acaba u-you-sen önemlisin, bireyselliğinin farkına varmalısın mı demek istiyor acaba? Yönetmenin “Slacker” adlı filmine benzeyen bir yapısı var. Her iki filmde de kısıtlı bir zaman diliminde sokakta aylaklık eden gençlerden karakterler görürüz. “Slacker”da incir çekirdeğini doldurmayan diyaloglar var gibi görünse de aslında orta-alt sınıf Amerikan gençliğinin ne kadar da tekdüze bir hayat tarzı olduğu seyirciye yansıtılıyordu. “subUrbia”daysa daha iddialı diyaloglar var. Aylaklık eden gençler hayat üzerine ilginç tezler sunuyorlar. Her şey eski mahalleli yeni pop star Pony’nin limuziniyle mahalleye gelmesiyle başlıyor. Bu kadar çok kaybedenin olduğu mekana görece olarak yırtmış birinin gelmesi ve sahip olduğu metaları onların gözüne gözüne sokması kaçınılmaz olarak çatışmayı doğuruyor. Bu çatışmalar esnasında alt-orta sınıf Amerikan düşünce yapısının ne kadar yüzeysel olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Hiçbiri hiçbir şey bilmiyor ve tek amaçları yırtmak. Pop star olmak, albüm kapağı hazırlamak, LA’ye veya NYC’ye kapağı atmak. Onun için hayali bir yer olan banliyönün adı Burnfield. Yani yaşayan ölüler mekanı. Göreceli olarak daha bilinçli olan Jeff ve Tim’in de itiraf ettikleri üzere diğerlerinden tek farkı hiçbir şey bilmediklerini biliyorlar olmaları. Bir ara filmde “Do the Right Thing/Doğru Şeyi Yap”ta olduğu gibi Pakistanlı bakkala karşı bir operasyon yapacak gibi olsa da korkulan olmuyor ama bu bakkalla diğerlerinin diyalogları da çok dersler çıkarılabilecek nitelikte. Bu filmin hayranları çok ve artık ben de onlardan biriyim. Ama iki gün ara vererek filmi bitirdiğim için sağlam kafayla oturup bir daha izlemek istiyorum. Bir sene sonra falan. 

04 Eylül 2011

Yeşilçam Sineması


Yavaş yavaş İstanbul'un nimetlerinden yararlanmaya başlıyorum. Bir iki hafta içerisinde netleştireceğim gitar ve İspanyolca kursuna ilaveten keşfettiğim olağanüstü Vedat Milör mekanları ve gezme-görme-etkinlik insanı olaraktan gerçekleştirmekte olduğum faaliyetler, zaten çocukluğumdan beri aşık olduğum bu şehire gelerek ne kadar da isabetli bir karar verdiğimi kanıtlıyor. İstanbul'a gitmek istiyorum diye yazdığımda bir kullanıcı çok pişman olacaksın, burada trafik var diye yorum yapmıştı. Kabe'm olarak ilan ettiğim Yeşilçam Sineması'na gitmek için saatlerce trafik çekebilirim ama aslında çekmeme gerek yok; çünkü 40 dakikada oraya toplu taşımayla ulaşabiliyorum. Benim gibi bir sinemasever için böyle bir yerin var olduğu bir şehirde yaşamak müthiş bir ayrıcalık olsa gerek. Daha iki üç gün önce bir arkadaşıma bir sinema kompleksi sahibi olma hayalimden bahsetmiştim. Burası kar amaçlı veya şerefsiz bir işletme olmayacaktı ve alternatif filmler gösterecekti. Benim bu uzak hayalimi Reis Çelik gerçekleştirmiş. Şu resimde belli belirsiz gözüken adam Reis Çelik..


Kendisi "Hoşçakal Yarın", "Işıklar Sönmesin" ve "İnat Hikayeleri" adlı üç filmin yönetmeni. Abdi İpekçi cinayeti üzerine bir film olan "Uzlaşma"da da oynadığını biliyorum. "Tabutta Rövaşata"da da kısa bir rolde oynadığını sanıyorum ama internette böyle bir bilgi yok. Ben annem ve babam da dahil olmak üzere kimsenin elini öpmem ama Reis Çelik'in yaptığı bu olağanüstü iyi kültür hizmetinden dolayı elini öpebilirim. Vizyon şansı bulamamış veya vizyonda çok kısa kalabilmiş nitelikli filmleri hem de çok ucuza oynatıyorlar. Bugün artık uzatmaları oynayan pasaj sinemalarını bitiren AVM sinemalarına bakarsanız anaakım Hollywood filmleri dışında filmlere pek rastlayamazsınız. Hele küçük şehir sinemalarına bakarsanız "Hür Adam" veya "Kurtlar Vadisi: Söz Konusu Jüpiterse Gerisi Teferruattır" gibi filmlerin haftalarca gösterimde kaldığını görürsünüz. Bu yüzden Çelik'in yaptığı bu hizmet müthiş dürüst bir insani duruşa denk geliyor. Yeşilçam Sineması; gösterimlerden para kazanmayan, kişisel imkanlarla ayakta durmaya çalışan bir mekan. Bu yüzden desteklenmesi gerekiyor. Örneğin ben, her hafta elimden geldiğince filmlere gitmeye çalışacağım. Filmlerle ilgili olumsuz eleştiri okumuş olsam bile gidip desteğimi vereceğim. Cam bardakta sundukları demleme çayı içeceğim. İnternette okuduğum yorumlara göre kişiler sinemanın teknik eksiklikliğinden şikayet ediyorlar. Doğru, eksiklikler var ama on AVM sineması biraraya gelse Yeşilçam'daki sinema atmosferini yakalayamaz diye düşünüyorum. Şu duvarlara, dekorasyona bir bakar mısınız?



Ve bugün orada izlediğim "A Separation/Bir Ayrılık" (2011) filmi...İki ay önce sırf bu filmi izlemek için Ankara'ya gitmek istemiştim ama yapamamıştım. Yeşilçam'da oynadığını görünce resmen atladım. Başka bir yazıya konu olacak bu filmi için şimdilik sadece şunu söyleyebilirim: hayatımda tükettiğim en iyi sanat eserlerinden biri. 

01 Eylül 2011

"The Shawshank Redemption"ı (1994) yeniden izlemek


2004 yılından beri düzenli olarak film izleyip arşiv tutuyorum. Arşivimde 24. sırada yer alıyormuş “The Shawshank Redemption/Esaretin Bedeli”. Geçen seneki öğrencilerimin sürekli bu filmden dem vurması ve yaklaşık dört senedir Imdb Top 250’ide birinci sırada olması dolayısıyla filmi izlemek için kuvvetli bir dürtü vardı bende. Filmle ilgili en iyi hatırladığım sahne Brooks’un trajedisiydi. Otel odasının tavanına Brooks was here/Brooks buradaydı yazmasıydı. Fazla da bir şey hatırlamıyordum. O zamanlar dokuz olarak puanlamışım filmi. EB’den sonra yaklaşık 1200 kadar film izledim. Bu filmler ve okuduklarım bana bir şeyler kattı ve beni değiştirdi. Tabii ki o zamanki sinema anlayışımla şimdiki arasında çok fark var oluştu. Artık böyle olağanüstü kahraman hikâyelerinden pek hoşlanmıyorum. Daha ilk dakikadan itibaren kahramanın filmin sonlarında olağanüstü bir şeyler başaracağı fikri seyircide oluşuyor. O ana kadar gerçekleştirdiği zekâ dolu eylemlerin ve ileride önemi anlaşılan gizemli cümlelerin de bir anlamı kalmıyor benim için. Afiş bile sorunlu. Andy’nin filmin sonunda hapisten kaçacağı afişte ilan ediliyor. Seyirci de bunu bildiği için Andy’nin başına gelen onca şeye rağmen, bütün bunların sorumlularının yaptıklarının yanlarına kalmayacağını ve Andy’nin hepsinden intikam alacağını biliyorsunuz. EB’ye kötü bir film diyemem. Şimdiki notum yedi. Benim yukarıda bahsettiğim kişisel tercihlerimi bir yana bırakırsam; ilgiyle izlenen, sürükleyici bir film. Benim çözmeye çalıştığım konu bu filmin neden Imdb Top 250’ide zirvede yer aldığı dolayısıyla azımsanmayacak sayıda insanın bu filmi sinema tarihinin en iyi filmi zannetmesi. Elbette zevkler tartışılmaz ama internetten araştırdığım kadarıyla EB’nin gelmiş geçmiş en iyi film olmadığını düşünen çok insan var. Bu sonuç acaba insanların efsane yaratmaya oldukça meraklı olmasıyla alakalı olabilir mi? EB en fazla kiralan video olma rekoruna sahip. Bu durum filmin kulaktan kulağa yayılıp bir efsane olmasını sağlamış olabilir. İnsan bir efsaneye inanarak hiç zahmet vermeden bir topluluk içerisinde yer buluyor, bir aidiyet hissedebiliyor. Buna konformizm diyoruz veya cahillik. Filmin çok zahmetsiz bir özdeşleşme sağlaması ve çok kolay taraf seçtirmesi filme yine çok kolay bir izlenilebilirlik veriyor. Vicdani rahatlama arayan seyirci için bulunmaz bir nimet bu. Bu da filmin çok beğenilmesinde etkili olmuş olabilir. Peki, biz yıllarca “Dünyayı Kurtaran Adam”la niye bu kadar dalga geçtik? Biri estetik biri değil ama şablon aynı şablon. Filmin puanı 7,6 olsaydı hiçbir sorun olmayacaktı benim için. Halkı anlamak için de bu kadar kafa patlatmayacaktım.