29 Ocak 2010

Bundan sonra Eti Hoşbeşçiyim

Ben bir gofret insanıyımdır. Bu zamana kadar favorilerim tabi ki Ülker Dokuzkat ve ardından da Halk Küp Gofretti. Fındıklı Eti Hoşbeşle yeni tanışmamıza rağmen birbirimizi hemen benimsedik. Artık favorim bu. Şiddetle tavsiye ederim. Hadi sinemadan bahsetmeden geçmeyeyim. Kutsal Damacana 2: İtmen (Korhan Bozkurt, 2009) birinci filmin sevimliliğine rağmen çok kötü bir film.

Bundan sonra Jim Jarmuschçuyum

Hep adını duyardım da ilk filmini izlemek bugüne nasip oldu. Jim Jarmusch Amerikan bağımsız sinemasının en bilinen, en takdir edilen yönetmenlerin biri. Filmcilik konusunda dik bir duruşu var. Ticari kaygılardan tamamen uzak kalan, hayatın güzelliklerinin küçük ayrıntılarda yattığını düşünen birisi. Stranger Than Paradise (Cennetten de Garip, 1984) tipik bir Jim Jarmusch filmi. Macar asıllı Willi'nin teyzekızı Eva Budapeşte'den New York'a gelir ve 10 gün Willie'nin evinde kalır. Bir sene sonra Willie ve Eddie Cleveland'a Eva ve teyzesini ziyarete gider. Üçüncü bölümde ise Willie, Eddie ve Eva cennete yani Florida'ya gider. Film üç bölümden oluşuyor görüldüğü üzere. Her bir bölümde küçük ayrıntılar, olağanüstü güzel diyaloglar filme karakterini veriyor. Bağımsız, yol ve küçük ayrıntı filmi.. Daha ne isterim! Dört ana karakterden diğer küçük rollere kadar bu filmdeki oyunculuklar inanılmaz başarılı. Hepsi filmin ruh halini kavrayabilmiş ve ona göre oynuyorlar. Stranger Than Paradise aslında hiçbir şey olmuyormuş gibi görünen fakat çok şey anlatan filmlerden. Filmle ilgili bahsetmek istediğim diğer bir konu da modern zamanlarda siyah-beyaz çekilen filmlerle ilgili bir sorunum var. Eski siyah-beyaz filmleri çok sevmeme rağmen bu tavırı anlamakta zorlanıyorum. İnandırıcılıktan uzak buluyorum bu filmleri. Tabi yönetmenin asıl amacı inandırıcılıktan uzaklaşıp, yabancılaşma efekti yaratmaksa ona bir şey diyemem; ancak bu film renkli çekilseydi daha iyi olurdu kanısındayım. Özür: filmi çekmeye Wim Wenders'ın Der Stand der Dinge (Nesnelerin Durumu, 1982) filminden arta kalan parçalarla başlanılmış. O film de siyah-beyaz. En yakın zamanda bu filmi de izleyeceğim. Bu aralar Jim Jarmusch ve Rainer Werner Fassbinder filmlerine yoğunlaşacağım.

27 Ocak 2010

"Avatar" sinemada devrim yapıyor mu?

Söz konusu devrim görsellik alanında ise yüzlerce kez evet. Hikaye anlamındaysa devam eden tartışmaları takip ediyorsunuzdur. Hikaye anlamında devrim nasıl yapılır bunu da biraz düşünmem lazım gibi geliyor bana. Mesela Woody Allen Annie Hall (1977) filminde kameraya bakıp konuşunca, veya Michael Haneke Funny Games'te (Ölümcül Oyunlar, 1997) kasedi geri sarma hareketi yapınca, veya Lars Von Trier Dogville'de (2003) dekordan bağımsız bir film çekince hikaye anlatımında devrim yapmış kabul edildiler. Avatar (James Cameron, 2009) böyle bir devrim yapmıyor; ancak görsellik açısından çıtayı şu anda koyulabilecek en yüksek seviyeye koyuyor. Üstelki filmi bir di bir sinema salonunda izlememe rağmen böyle düşünüyorum. Böyle bir dünyayı hayal etmek ve bunu perdeye yansıtmak gerçekten zor iş. Tıri di'de bir daha izlerim fırsatını bulursam.

"Başka Dilde Aşk" (2009)

İlgi çekici bir film. İlksen Başarır'ın (kadın olduğunu düşünüyorum) bu ilk filminde kalburüstü bir iş çıkardığını söylemek mümkün. Duyma engelli bir erkekle, çağrı merkezinde çalışan bir kızın imkansız gibi görünen aşkı. Bence iletişim veya iletişimsizlik üzerine çok şey söylemeye müsait özgün bir hikayesi vardı filmin ama bu başarılamamış. Film sevimli sıfatını hak etse de çarpıcı, etkileyici, düşündürücü, sarsıcı olmayı başaramıyor. Duyma engelli çocuk rolündeki Mert Fırat'ın oyunculuk performansı filmin en büyük avantajı. Diğerleri orta karar eşlik ediyorlar. Sinemada filmi izlemeye gelen kısa boyalı saçlı, gözlüklü, geniş kalçalı ve ceepeye oy veren kadınlar aradıklarını buldular mı bilmiyorum ama ben fazla bulmadım.

26 Ocak 2010

"Alice Doesn't Live Here Anymore" (1974)

Benim 70ler Amerikan sinemasını ne kadar sevdiğimi takipçilerim bilirler. Sağ tarafta yer alan etiketler kısmında "70ler" bölümüne tıklarsanız, 70lerle ilgili önceki yazılarıma bakabilirsiniz. Bu döneme karakterini veren, onu etkileyen yönetmenlerden biri ve meşhur "neredeyse her hafta bir başyapıt izliyorduk" sözünün sahibi Martin Scorsese (Sıkorsaysi okunur) Taxi Driver (Taksi Şoförü, 1976) filmiyle bilinir en çok. Yönetmenin hayranları, Taxi Driver'dan önce Mean Streets (Arka Sokaklar, 1973) adlı çok güzel bir filminin de olduğunu bilirler. Bu filmdeki başarısı kendisine Alice Doesn't Live Here Anymore'u (Alice Artık Burada Oturmuyor, 1974) çekme şansını getirmiştir. Kariyeri boyunca maço erkek dünyasını anlatan Scoresese'nin kahramanı kadın olan tek filmidir Alice. Yönetmen seçimi aşamasında "Kadınlar hakkında ne biliyorsun?" sorusunu: "Hiçbir şey, fakat öğrenmek isterim" diye yanıtlamıştır Scorsese. Film, o dönemin genel ruh hali içerisinde yine bir kaybeden Amerikan rüyası kurbanını konu alıyor. Alice'i Ellen Burstyn canlandırıyor. Requiem for a Dream'deki (Bir Düş İçin ağıt, Darren Aronofsky, 2000) Sara rolüyle hatırlansa da çok, Alice rolüyle Oskar aldığı, ondan önce de The Exorcist'te (Şeytan, William Friedkin, 1973) Linda'nın annesini oynadığı çok bilinmez. İşte resimleri...


Evlenmeden önce şarkıcılık yapan, evlenince bu hayatı bırakan, 12 yaşında sorunlu bir evlat sahibi, aradığını bulamamış, erkeklerden yana şansız; ancak yine de onlarsız yapamayan bir kadındır Alice. Filmde Alice'in hayatına giren erkeklerden ilki tabi ki kocası. Resimde de görüldüğü üzere ayı karakterli bir adamdır kocası. Yatak odasında bile sigara içer ve şiddete meyillidir. Aralarında her türlü iletişim de sıkıntılı bir vaziyettedir. Filmin hemen başlarında adam bir trafik kazası sonucu ölür ve Alice eski kariyer yaptığı yere doğru oğluyla gitme işinde koyulur. Ağlasa, zırlasa da bu ölüme çok da üzülmez Alice; çünkü bir bakıma o eski güzel günler tekrar gelecektir.

Hedefe varmak için paraya ihtiyaç vardır. Yolda bir kasabada kendine bir şarkıcılık işi bulur Alice. Bir motele yerleşirler oğluyla. Amerikan filmlerinde, şu motellerin nasıl işlendiklerine dair de bir yazı yazmalıyım. Amacına ulaşma yolunda güçlü bir kadın portresi çizmek isteyen Alice, İki üç dakika direnç göstermesine rağmen, hayatına yine bir erkek sokar. Gencecik bir Harvey Keitel, Ben rolüyle harikalar yaratır filmde. Bu adam da hayırsız çıkınca, çok zor bulduğu şarkıcılık işini bırakıp kasabadan ayrılmak zorunda kalır Alice ve oğlu.

Yol üstündeki bir kasabada bir garsonluk işi bulur Alice. Bayan garsonlarla ilgili yazımı haklı çıkarır derecede bir hayat geçiren Alice, yine hayatına bir erkeği sokar. Çiftçi David onun için sakalını kesecek kadar ona değer veriyor gibi gözükse de sonuçta yine Alice'e kendi düşündüğü hayatı yaşatmaya heveslidir.

Çok sevdim bu filmi. İsmi zaten "ben iyi bir filmim" diye bağırıyor. Çok iyi bir karakter çözümlemesi. Olağanüstü başarılı diyaloglar barındırıyor. Oyunculuklar destansı bir yalınlıkta. Yaşasın Scorsese bakış açıcı, yaşasın Actor's Studio elemanları. Filmde hoş sürprizler de var. Mesela 12 yaşında bir Jodie Foster.

Kısacık rolüne rağmen, filmdeki en sempatik karakterlerden biri Audrey rolüyle Jodie Foster. Bir oğlan çocuğu gibi giyinmesi acaba ilerideki...

Şu arkadaki gözlüklü kızı tanıdınız mı?

Başta Blue Velvet (Mavi Kadife, 1986) olmak üzere bir çok David Lynch filminden tanıdığımız Laura Dern de bu filmde çok kısa gözükerek, filmi daha çok sevmeme sebep oldu.

21 Ocak 2010

Çeviri hatası 4

"Executive Producer" film jeneriklerinde sondan üçüncü veya dördüncü yazılan kişidir. En son yönetmenin, ondan önce yapımcının, ondan önce de bazen senaryo yazarının bazen de "executive producer"ın adı yazar. "Producer" veya "producers" olarak adlandırılan kişiler, filmin sahipleri anlamına gelir. Bu kişi veya kişiler filmin finansmanını karşılayarak, filmin mal sahibi oluverirler. Hepimizin bildiği üzere bu kişiler sıklıkla filme müdahele ederler. Örneğin bunlardan sıkılan yaratıcı yönetmenler, biraz paralanınca kendi yapım şirketlerini kurarlar ve tabiri caizse bir daha kimsenin ağız kokusunu çekmezler (Tarantino). "Executive producer" ise yapımcının para karşılığı görevlendirdiği kişidir. Bu kişi filmin eli kolu olup her türlü işle ilgilenir. Sette söz sahibi olan adamdır. Film ekibi ve yapımcı arasında bir köprü görevi görür, yani kısaca çok önemli bir kişidir. Bu kelimenin Türkçe karşılığı tartışma yaratmaktadır. Bana en doğrusu idari yapımcı gibi geliyor. O yüzden Bornova Bornova'da (İnan Temelkuran, 2009) kullanılan ve bire bir çeviri olan yürütücü yapımcı kelimesinin iğreti durduğunu düşünüyorum. Yanlış olduğunu söyleyemeyiz ama kulağa hoş gelmiyor. Bu arada film başarılı bir bağımsız kıvamında. Samimi, gerçekçi, ayrıntılar yakalamada başarılı, iddiasız ama ne dediğini bilen bir film. Takip edeceğimiz bir yönetmenimiz daha oldu. En kısa zamanda filmografisinin yarısını oluşturna Made in Europe'u (İnan Temelkuran, 2007) izlemek istiyorum.

17 Ocak 2010

"Silent Night, Deadly Night" (1984)

Yönetmenliğini Charles E. Sellier Jr.'in yaptığı Silent Night, Deadly Night'ın (1984) Türkçe adı ne olabilir acaba? "Sessiz Gece, Ölümcül Gece" tam çevirisi; ancak Bir Baltaya Sap Olmak, Dede ile Balta, Baltalı Noel Baba, Baltayı Vurdum Şahdamardan falan da olabilir. Amerika'da dindar çevrelerin nefretini kazanmış bu film, uzun süre yasaklanmıştı fakat ardından 4 devam filmi çekildi. Hepsi de berbat filmlerdir diye tahmin ediyorum; çünkü birinci film zaten çok kötü. Filmin tartışma yarattığı nokta, noel baba figürünün eli baltalı bir katil olarak lanse edilmesi. Bu durumun çocuklar üzerinde kötü etki bırakacağı varsayılmış. Bence de film yapma ayağına her şey perdeye yansıtılmamalı. İnsanların hassasiyetlerine özen gösterilmeli. Özellikle de çocukların olumsuz etkilenebileceği imgelerden kaçınılmalı. Yani sınırsız özgürlükten yana değilim. Film çok kötü gerçekten. Tipik bir 80ler B tipi korku filmi. Özentisizce yapılmış her şey. Gore (kan) oranı fazlasıyla tatmin edici; ancak zeka pırıltısından eser yok. Bu arada sinemayla alakalı değil ama Kuveyt liginde Kazma diye bir futbol takımı varmış.

16 Ocak 2010

"Angst essen Seele auf" (1974)

Bir yazımda, başlığında das, auf gibi kelimeler olan Alman filmlerini sevdiğimi söylemiştim ve bu filme değinmek gerektiğini söylemiştim. Angst essen Seele auf (Ali: Korku Ruhu Yer, Rainer Werner Fassbinder, 1974) Sinema dergisinin "Gömülü Hazineler" bölümü sayesinde haberdar olduğum bir filmdi. Filmin adında kasıtlı olarak bir dilbilgisi hatası yapıldığını öğreniyoruz. Bu kasıtlı hatanın amacı filmin kitschliğinin kabul edildiğini belirtmek. Gerçek hayatta Fassbinder'in sevgilisi olan El Hedi ben Salem'in canlandırdığı Ali adlı Faslı bir Arabın, Emmi adlı yaşlı bir Alman kadınıyla yaşadığı sıradışı ilişki ve evlilik üzerine bir film bu. Baştan aşağı kaybedenlerin filmi. Oldukça ağır ve rahatsız edici bir hüznü var filmin. İnsanı en naif, en savunmasız aynı zamanda en zalim yanından yakalıyor. Tayfun Pirselimoğlu'nun 2008 tarihli filmi Rıza'yla benzer olduğunu düşünüyorum.

Bu ne ya!

İşte yine karşımızda bir ekmek yeme projesi var. Futbol bloglarının gözde filmi Green Street Hooligans'ın devam filmi Green Street Hooligans 2'yi (Yeşil Cadde Holiganları 2, Jesse V. Johnson, 2009) izledim. Bloglar daha bu filmi izleyemediği için pek bahseden yok; ancak benden tavsiye izlemesinler. Kimse izlemesin. İlk filmdeki Dave'i hapse atıp oradaki Millwall'lı mahkumlarla çatıştırıyor film. İşlevsiz küfüre gülmeyen ben (Yahşi Batı), işlevsiz şiddet kullanımını da beğenmedim. Oyunculuklar, diyaloglar, hikaye, futbol sahneleri, hepsi berbat. Çok çok çok kötü bir film.

"Up" (2009)

Pixar'ın 10. filmi Up (Yukarı Bak, Pete Docter, Bob Peterson) üç boyutlu gösterilen ilk Pixar animasyonu oldu. Çok seveceğimi biliyordum filmi. Bende neredeyse, Pixar boş iş yapmaz gibi bir fikir oluşmaya başladı. Ne de olsa; Oyuncak Hikayeleri, İnanılmaz Aile, Ratatuy, Canavarlar, Vol-İ, Nemo gibi çok iyi filmler yaptılar. Pixar'ın sırrı şirinlikten geçiyor. Her filmden önce gösterilen meşhur fragmanındaki o lamba ne kadar şirin değil mi? Up'daki yaşlı adam ve küçük çocuk da şirinlikten nasiplerini fazlasıyla almışlar. Diğer önemli rollerden birini oynayan uçan ev de fazlasıyla şirin. Olağanüstü güzel görüntüler barındırıyor Up. Artık iyi bir animasyonda olmazsa olmaz olan, başarılı aksiyon sahneleri de var. Hikaye gidişatında az da olsa sorunlar olduğunu düşünüyorum ben. Filmin sonlarına doğru, yaşlı adam ve çocuğun gösterdiği performansın biraz inandırıcılıktan uzak olduğunu söyleyebilirim. Belki de filmin formülü budur. Saklı cenneti arayana kadar her şey rüya gibi, onu bulup da hayalkırıklığına uğrayınca filmin kimyası da bozuluyor. Acaba filmin yaratıcıları da mı kendilerini kaptırdı o sahte cennete? Up, 2009'un en iyi filmi olarak lanse edildi ve Cannes filmi festivalinin açılış filmi oldu. O kadar olmasa da çok iyi bir film var karşımızda.

10 Ocak 2010

"Yahşi Batı" (2009)

Bir şey itiraf edeyim mi? Ben hiç Cem Yılmaz stand-up'ı izlemedim sayılırım. Hiç gülmeyeceğim diye bir korku barındırdığımdan, yıllardır izlemekten uzak dururum. Televizyon programlarındaki espirileri de beni güldürmez, hatta gülmeye şartlanmış onca insanın onun dediği her şeye gülmesi bende garip duygular uyandırır. Elbette ki Her Şey Çok Güzel Olacak (Ömer Vargı, 1998) Türk sinemasında yapılmış en iyi kara komediydi, Hokkabaz (Cem Yılmaz, Ali Taner Baltacı, 2006) iyiydi, G.O.R.A (Ömer Faruk Sorak, 2004) fena değildi; ancak A.R.O.G (Ali Taner Baltacı, Cem Yılmaz, 2008) çok kötüydü, Yahşi Batı (Ömer Faruk Sorak, 2009) çok çok kötü. Cem Yılmaz'dan ümidimi kesmek üzereyim. Bütün büyük prodüksiyonlarda sınıfta kaldı bana göre. Çok şey yapayım derken hiçbir şey yapamıyor. İddiasız filmlerde ise başarılı oluyor. Bence kendisine bu yönde bir yol çizmeli ama işte o kadar kolay değil bu işler. Yani nasıl anlatsam ki? Eğri oturup doğru konuşalım, bir Cem Yılmaz filmini niçin izlersiniz? Gülmek için. Bir insanın gülmek için bir film izlemesini çok doğru bulurum ve eleştirmem; fakat bu Yahşi Batı'da bir kere bile evet bir kere bile gülemedim. Bir de benim bu bir şeyleri ti'ye alan filmlere karşı genelde bir alerjim vardır zaten. Ti'ye alacağına daha iyisini yap derim.
Eski filmciler "ama bizde o teknik imkanlar yoktu, o yüzden o ..oktan filmleri çektik" derler. Şimdiki sinemacıların bu özrü de kalmadı. O halde ben sorarım, o kadar imkan varken neden bu kadar ..oktan bir film çektiniz diye. Bir de sizin yapacağınız yabancılaştırma efektlerini yiyim.

08 Ocak 2010

Türkiye'de en çok izlenen filmler

Kaynak: Sinema dergisi
1- Recep İvedik 2 - 4.333.116
2- Recep İvedik 4.301.641
3- Kurtlar Vadisi: Irak 4.256.567
4- G.O.R.A 4.001.711
5- Babam ve Oğlum 3.837.885
6- A.R.O.G 3.707.086
7- Vizontele 3.308.120
8- Vizontele Tuuba 2.894.802
9- Titanic (Titanik) 2.844.022
10- Issız Adam 2.788.532

50li, 60lı, 70li yıllar gibi halkın en büyük eğlencesinin sinema olduğu yıllarda mutlaka bu rakamları geçen filmler olmuştur; ancak elimizde kayıtlı veriler olmadığı için bilemiyoruz. Verilerin kayıt altına alındığı dönemden başlayarak, Türkiye'de en çok izlenen filmler bunlar. Korsan ve internet paylaşım siteleri olmasaydı bu rakamların katlanarak artacağı da bir başka gerçek olarak karışımızda duruyor. Ben bu listede sadece üçüncü sıradaki filmi izlemedim; ikinci, yedinci, sekizinci, dokuzuncu ve 10. filmleri de sinemada seyrettim. Hepsini toplasanız bir Una Giornata Particolare (Özel Bir Gün, Ettore Scola, 1977) etmez benim gözümde; fakat sinema böyle bir şey işte. Acaba Kurtlar Vadisi: Irak'ı eklersek eder mi?

03 Ocak 2010

"Green Street Hooligans" (2005)

Yine bir meayit filmi. Futbol blog yazarları bu filme bayılır ve bir çoğu bu film hakkında yazı yazmıştır. İngiltere'de ve de Londra'da geçen filmlere karşı özel ilgim olduğundan ve bu kadar çok karşıma çıkmasından dolayı izlemek istedim. Filmin adı Hooligans olarak geçerken, afişte görüldüğü üzere ve açılışta yazdığı üzere Green Street Hooligans (Yeşil Cadde Holiganları, Lexi Alexander, 2005) filmin bilinen adı. Film; Londra takımlarından, West Ham United ve FC Milwall taraftar grupları arasındaki düşmanlık üzerine kurulu. Amerikadan gelen Harward'dan atılma gencin bu gruplar arasında kendisine yer bulması ve gelişen olaylar filmin iskeletini oluşturuyor. İlgiyle izlenen, yüksek temposu olan bir film. Şiddet sahneleri yer yer rahatsız edici olabiliyor. Amerikalının ilk gittiği maç 27 Mart 2004'te oynanıyor. Güya maç West Ham United ve Birmingham arasında. Diğer bir sahnede ise; taraftar lideri, Amerikalıya 10 yıldır Milwall'la maç yapmadıklarını söylüyor. mackolik.com sitesine bakarsanız, o tarihteki maçın West Ham ve Gillingham arasında olduğunu görürsünüz, ayrıca bir hafta önce de Milwall'dan dört yediklerini. Tabi bunlar önemli hatalar değil, sadece dikkat çekmek istedim.