24 Haziran 2009

"Trilogy: the Weeping Meadow" (2004)

Theo Angelopoulos ile olan ilişkimde sona geliyorum. Elimde bir tane filmi kaldı. O da 230 dakika olduğu için ne zaman izlerim hiç bir fikrim yok. Trilogy: The Weeping Meadow (Üçleme: Ağlayan Çayır, 2004) uzun soluklu bir hikaye anlatımı, yerel motiflerin kullanımı, olağanüstüötesi görüntüleri, etkileyici tema müziğiyle tipik bir Angelopoulos filmi. Film Angelopoulos'un en iyi filmi olmamasına rağmen, içerisinde sinema tarihine geçebilecek sahneler barındırıyor. Resimdeki sahne örneğin. Koyunların ağaca asılıdığı sahne de çok etkileyici. Son 20 dakikada uyukladım ve filmin sonuna doğru uyandım. Sahne o kadar etkileyiciydi ki o 20 dakikayı bir daha izledim. Üçlemenin ikinci ayağı 2008 yılında çıktı ve izlemek için sabırsızlanıyorum.

20 Haziran 2009

"The Chaser" (2008)

Her ne kadar uzakdoğu sinemasının handikaplarını sık sık gündeme getirsem de, bu sinemadan kopamıyorum. İşte yine kaliteli bir çalışma. The Chaser (Takipçi, Hong-jin Na, 2008) temposuyla, ilginç karakterleriyle, başarılı atmosfer yaratımıyla kendisini zevkle izlettiriyor. Anti-kahraman yaratımında oldukça başarılı. Polis eskisi bir beyaz kadın tacircisini (!!!???) kahramana dönüştürürken hiç de zorlanmıyor. Filmdeki şiddet sahneleri dozunda ve de başarılı. Filmin Amerika'da yeniden çekileceğini ve başrolünü Leonardo Di Caprio'nun oynayacağını duydum. Umarım daha önce Caprio'nun oynadığı uzakdoğu yeniden çevrimi kadar başarılı olur. The Departed'dan (Köstebek, Martin Scorsese, 2006) bahsediyorum. Filmi genel olarak beğendim; ancak burada bana yanlış gelen bir tutumu tartışmak istiyorum. Uzakdoğu filmleri vizyona çıkarken filme isim verme konusu çok tartışmalı. Bu filmlerin bir uluslararası isimleri (international title) oluyor; fakat nedense filme isim verirken, Amerikalılar filmin orjinal dilindeki ismini nasıl algılıyorlarsa öyle isim veriyorlar. The Chaser'in da ismi "Chugyeogja". The Host (Yaratık, Joon-ho Bong, 2006) adlı süper filmin ismi de aslında "Gwoemul". "Bin jip", "Hwal", "Ringu", "Ju-on", "Mou gaan dou" gibi örnekler çoğaltılabilir. Bu tutumu mantıksız buluyorum. Uluslararası isim kullanılmalı diye düşünüyorum. Uzakdoğu isimleri filme ayrı bir hava katıyor diye mi düşünülüyor acaba?

Yarıldım

16 Haziran 2009

Klasik sahne 3



Klasik sahne serisini başlatırken aklımda bana göre klasik olan sahneler vardı. Elbette bunlardan bazıları herkesçe klasik olarak kabul edilen sahneler olacaktı; ancak üstteki videoda izleyeceğiniz sahneyi sanırım yeryüzünde kimse klasik bir sinema sahnesi olarak değerlendirmez. Nazmi Özer adlı yönetmenin 1982 yılında çevirdiği Arkadaşım adlı bir film var. Televizyonlarda beş milyon kere gösterildi, mutlaka denk gelmişsinizdir. Bu filmdeki kavga sahnesinde çok gülerim. Amelelik literatüründe beş-on diye adlandırılan bir odun türü vardır. Kenarları beş ve on santim uzunluğunda olduğu için bu adı almıştır. Videonun 56.-59. saniyeleri arasında İbrahim Kurt (sarışın kavga figüranı) Fikret Hakan'a beş-onla öyle bir vuruyor ki gülmekten kırılıyorum. Bu darbeleri yiyen bir insanın tekrar ayağa kalkması da zor bir iş. İşte benim için klasik bir sinema sahnesi...

13 Haziran 2009

Nerede o eski terminatörler?

Hollywoodun devam filmlerine bakış açısı hiç değişmiyor. Nerede kar eden bir film varsa, işin suyunu çıkarana kadar üzerine gidiyorlar. Terminator Salvation (Terminatör Kurtuluş, McG, 2009) olmamış. Serinin ikinci filmi o kadar iyi bir filmdi ki birinci filmi bile gölgede bırakmıştı. Bu filmi sadece Matrix serisinin aşabildiğini düşünüyorum. Üçüncü filmi de zorlama bulmuştum ve öğrendim ki bu McG(?) denilen adam beşinci filmi de çekmeyi düşünüyormuş. Tadında bırakın demeleri lazım birilerinin bu adamlara.

02 Haziran 2009

Sekiz gün üçlemesi

Sinemamızdaki Zeki etkisi iyice hissedilmeye başlandı. İletişimsizlik sorunu olan ve suça bulaşan kaybeden karakterler sıkça görülmeye başlandı filmlerde. Sekiz gün üçlemesinde olduğu gibi belli bir kaliteyi tutturan filmlere itirazım yok tabi ki; ancak karikatürleşmeye başladığı anda itirazım başlayacak. Önceden Zeynep'in Sekiz Günü'nü (Cemal Şan, 2007) izlemiştim. Linki tıkladığınızda göreceğiniz gibi filme bambaşka bir açıdan yaklaşmıştım. Üçlemeyi nihayet tamamlayabildim.
Ali'nin Sekiz Günü'nden (Cemal Şan, 2009) başlayayım. Gerçi bu film üçlemenin son filmi; ancak bu filmleri izlemenin sırasının pek bir önemi yok. Filmi 5 dakka bile bir yerde duramayan bir arkadaşımla beraber izledik. O da sıkılmadan izleyebildiğine göre film başarılı olmalı. Değişik, tuhaf bir evreni olan bir film. Çok başarılı bulduğum tema müziğinin de bu oluşuma katkısı yadsınamaz. Sekiz gün üçlemesinin ana karakterlerinin ortak yönü olan, sıkıcı da olsa bir rutinleri varken plansız bir şekilde başlarına iş almaları Ali'yi fena kıstırıyor. Teras sahnesinde kızın monoloğu izlemeye değer. Tam tersi bir şekilde; bakkala gelen bilge adam diyebileceğimiz kişinin monoloğu da bir o kadar inandırıcılıktan uzak, yapay ve sıkıcı. Ufuk Bayraktar'ın oynadığı şerefsiz komşu rolü de filme renk katıyor. İddiasız ama özentili bir görüntü yönetimi var filmin.
Dilber'in Sekiz Günü (Cemal Şan, 2008) ise üçlemenin bence en zayıf halkası. Bu üçleme kent insanını işlemeliydi bence. Kırsal kesim insanını anlatan filmler yapmak biraz riskli bir iş. Doğallık çok kolay kaybolabiliyor. Dil ve şive olaylarını iyi yakalayamazsanız filmin anında klasmanı düşüyor. Dilber'in Sekiz Günü de bence bu noktada biraz eksik. Hiçbir özgün tarafı yok filmin. Yapaylık ve acemilik kokuyor. Diğer iki filmin hatırına ve bütünlüğü bozmamak adına yine de izleyin derim. Üçlemeden bağımsız bir film olsaydı izleyin demezdim.