26 Kasım 2011

"Yazgı"yı tekrar izlemek


 Bu yazı, filmi sağlıklı izlemenizi engelleyebilecek bilgiler içerebilir.
"Yazgı" (2001) bir yıllık bir zaman diliminde arkadaşım İnal Dayı'yla izlediğimiz dördüncü Zeki filmi oldu. Zeki filmlerini izleyip üzerinde felsefe patlatmak bizim için bir Pazartesi rutini gibi bir şey oldu. Zeki filmleri de bitmek üzere, sonrasındaysa Fassbinder filmlerine skip etmeyi önereceğim. Bu filmi tekrar izlemeden önce  Albert Camus'un Yabancı adlı romanını okudum. Çünkü film o kitaptan uyarlamaydı. Zeki'yi, 12 Eylül döneminde hapiste geçirdiği zamanlarda tanıştığı Camus, Dostoyevski gibi yazarlar ve Sartre'ın kurucusu olduğu Varoluşçu felsefe çok etkilemiştir. Bu kitap da bu felsefeyi en iyi ifade eden eserlerden biri olarak görülür. Varoluşun özden önce geldiğini savunan bu akıma göre insan, anlamsız ve absürd bir nesneler topluluğu olan dünyaya bırakılmıştır ve başına gelenlerden sorumludur. Yaptığı seçimlerin insanı bu sonuçlara ulaştırdığını savunur. Dünya savaşlarından sonra ortaya çıkan bu akımda insanoğlunun yaşadığı trajedi ve umutsuzluğun etkili olduğunu düşünüyorum. Anlamsız ve absürd nesneler bütünü olan bir dünyada yaşandığı için yerleşik değerlere kafa tutması açısından saygı duyduğum ama genel anlamda katılmadığım bir felsefe bu. Bazı kelime oyunları var. Elbette insan yaptığı seçimlerden sorumludur ama bu seçimleri yaparken ne derece özgürdür? Örneğin siz deprem sonucunda evinizi kaybetmişseniz, soğukta aç ve biçareyseniz elbette gelen kamyonu yağmalarsınız. Bu insanlara yapıştırılan etiket elbette biliçli yaptıkları bir eylemden dolayıdır ama bu kararı alırken ne kadar özgürdürler? Kitaptaki Meursault ve filmdeki Musa sıradan düzen insanını çileden çıkartacak kadar tepkisiz, hissis karakterler. Zeki Demirkubuz, romanı Türkiye şartlarına uyarlarken çok önemli değişiklikler yapmış ama genel olarak bu bahsettiğim tepkisis, duyarsız, topluma yabancı insan tipi korunuyor. En önemli değişiklik Meursault'un birisini öldürmesi Musa'nınsa öldürmemesi. Kitaptaki Meursault, tam da Varoluşçu felsefeyi anlatmak istercesine çok önemli bir karar olan bir insan öldürmenin ne kadar da sıradan, tesadüfi bir şey olabileceğini ve dolayısıyla hayatta yapılan eylemlere bu kadar da büyük anlamlar yüklememek gerektiğini anlatmak ister gibi. Dışarıda bir gün yaşayabilen bir insanın hapishanede bin yıl yaşayabileceğini iddia eden Meursault'a göre aslında değer verilecek hiçbir şey yoktur. Fakat kendisi hapiste zor zamanlar geçirmeye başlayınca bütün tükürdüklerini yalayacaktır ve birçok metaya değer vermeye, onları özlemeye başlayacaktır. O insanda hayranlık uyandıran tepkisizliği de giderek kaybolacaktır. Musa ise romanın aksine bu istikrarı filmin sonuna kadar koruyacaktır. Filmde, Musa cinayet işlememiştir ama kendisine yapılan suçlamaları inkar etmeyerek tepkisizlik anlamında Meursault'u bir sıfır mağlup edecektir. Peki hangisi gerçekçi? Bana göre elbette Meursault. Hangisi Varoluşçu felsefeyi temsil ediyor? Bunun cevabını Sartre'dan bir kitap okuduktan sonra daha iyi verebileceğim. Bu arada Zeki'nin sinemada müzik, kamera hareketi, ışık oyunları kullanmama ilkesine, bu filmde ve yine İnal Dayı'yla beraber izlediğimiz "İtiraf" (2003) filminde sadık kalmadığını belirtmek istiyorum. Annesi öldüğünde cenaze marşı gibi bir melodi arka planda duyuluyor ve filmin başında hikayenin İstanbul'da geçtiği vurgulanmak için kamera bayağı bir geziniyor. Romanda ve filmde en çok hayran olduğum şey, bunların statükoyu (bu kelimeyi AKP'lilerin kullandığı anlamda kullanmıyorum) temsil eden avukat, savcı, yargıç, din adamı, adalet, emniyet gibi kişi ve kurumları eşşeğin şeyine sokup sokup çıkarması oldu. Mutlaka izlenmesi ve okunması gereken eserler bunlar. Üzerinde bir araba dolusu felsefe yapmaya olanak sağlıyorlar.

25 Kasım 2011

"Barney's Version" (2010)



Miriam: Senden sadece bir şey istiyorum.
Barney: Ne istersen.
Miriam: "Ne istersen" deme bana. Çünkü hiç gerçekçi değil. Hayatsa gerçek. Küçük şeylerden ibaret. Dakikalar, saatler, uyku, işler, rutin düzen. Bunlara yetinebilmeli insan. 
 
 
Bu yazı, filmi sağlıklı izlemenizi engelleyecek bilgiler içerebilir.
Seçimlerden önce çok etkili muhalefet yapan, seçimlerden sonraysa yalakalanma eğilimlerine girmesine rağmen tasfiye edilmekten paçasını sıyıramayan ve beğendiğim bir köşe yazarı olan Oray Eğin’in bir yazısı sayesinde haberim oldu “Barney’s Version/Benim Hikayem”den. Güzel, etkili, akıcı bir film olarak anılıyordu ve çok sevdiğim bir oyuncu olan Paul Giamatti’nin varlığı da filmi benim için çekici kılıyordu. İstisnaları olmakla birlikte çok uzun zaman dilimini anlatan filmlere mesafeliyimdir. Kısa bir zaman diliminde geçen filmler iyiyse tadından yenmiyor ama bu tür yıllara yayılan filmler bende çok kolay soğuma hissi yaratabiliyor. Bir de oyunculara dönemlerin (70ler, 80ler) saç ve kıyafetlerini iliştirip inandırıcılıktan iyice kopan filmlerden iyice uzak durmak niyetindeyim. Zaten genel anlamda dönem filmleriyle başım dertte. Bu filmde de Barney’in 70ler, 80ler ve günümüzde geçen hayat deneyimleri anlatılıyor. Benimle yaşanan bu temel çelişkiye rağmen ilginç şeyler söyleyen bir film BV. Başından üç evlilik geçmiş Barney’in ve hepsinde de duvara tosluyor. İntihar eğilimli ilk eşiyle yaşadıkları toy bir delikanlının yaptığı hatalar olarak sunuluyor.  İkinci karısı da alabildiğine gıcık birisi. Balayında Roma’daki İspanyol Kaldırımı’nın oralarda yürürken şöyle bir diyalog geçiyor aralarında. 

Barney: Şunu (haritayı) kaldırır mısın lütfen? Şu an balayındayız, turda değil.
Eş:  Seni utandırıyor muyum?
Barney: Evet.
Eş: Taharet musluğunda da mı öyle oldu?
Barney: Danışmaya sormana gerek yoktu. Bana sorsaydın neye yaradığını söylerdim.
Eş: Yüksek lisans yaptın mı?
Barney:  Hayır.
Eş: Peki ben senden utanıyor muyum? Kendine gel. Roma'ya eğlenelim diye geldik! İlk eşinin ölümü için yas tutmaya değil.

Buradan da anlaşılacağı üzere eşi hayatı çekilmez yapan, hiyerarşiyi hayatın her alanına yansıtmaya çalışan bir insan. Sonra bir de Barney’i aldatıyor. Bu aşamada filmin çok çakallık yaptığını düşünüyorum. Barney’in daha düğün gecesinde gizemli bir kadına aşık olmasını aklamak için, film elinden gelen her şeyi yapıyor. Burada kadının ne kadar gıcık olduğu değil, Barney’in kendisine bazı kapılar açsın diye zengin ve şımarık bir kadınla evlenmesi yargılanmalı. Kadın en baştan beri çekilmez biriydi. Kendisini gizlemedi. Bunu bile bile kadınla evlenip sonra da evlilik mağdurunu rolüne soyunmak yanlış bir tutumdu bana göre. Üçüncü eşiyse düğününde tanışıp aşık olduğu Miriam. Film Miriam konusunda da bence ahlaki iki yüzlülük yapıyor. Boşanana kadar Barney’i reddeden Miriam’la olan evlilik sanki çok yüce bir olaymış gibi sunuluyor. Ve Miriam da sinir bozucu derecede mükemmel bir kadın. Ve bu mükemmellikle çelişir bir şekilde hayatını, kariyerini, her şeyini Barney gibi değmeyecek bir adama adıyor. Bunlar benim filmle olan bağımı zedeledi. Filmdeki en inandırıcı ve başarılı bulduğum olaysa Barney’in pisi pisine eşini aldatması oldu. İşte bu olay çok gerçekçiydi. Son yarım saatteyse film Barney’in Alzheimer’ına odaklandı. Bu durum da hakkıyla işlenmediği için yine bir eksiklik duygusu yarattı bende. Veya fazlalık duygusu da diyebiliriz. Klasik romantik komedilerin aksine insanı düşündüren kadın erkek durumları yansıttığı için izlenmeyi hak eden bu filmde, yukarıda bahsettiğim olumsuz durumlar nitelendirdim ben. Yönetmeni Richard J. Levis.

20 Kasım 2011

"Osama" (2003)



Afgan yönetmen Siddiq Barmak’ın “Osama”sını izlerken aklıma “Rambo III” (1988) geldi. O filmde NATO’cu ülkelerin Yeşil Kuşak Projesi’nin izlerini görebilirsiniz. Yani anti-komünistlik yapmak için Doğu ülkelerindeki İslami unsurları güçlendirme projesinin. Bu kuşağın günümüzdeki en kanlı canlı temsilcisi Gülen cemaatidir. Diğer bir önemli temsilcisi de Afganistan’da 1996-2001 yılları arasında iktidarı elinde tutuyor gibi gözüken canavar Taliban rejimidir. Bunların gerçekleştirdiği recm görüntülerini Youtube’da izlerseniz, canavarlıklarının ne boyutlarda olduğunu anlayabilirsiniz. Veya aslında çok başarılı olmayan “Osama” filmini izleyebilirsiniz. Bütün sinema faaliyetlerini yasaklayan Taliban rejiminden sonra bütünüyle Afganistan’da çekilen ilk film “Osama”. Yakın tarihte yani Taliban döneminde geçiyor. Kadınların sokağa, himayesi altında olduğu bir erkek olmadan çıkamadıkları günlerde geçiyor. Filmde ismi verilmeyen anne, bütün yakınlarını kaybettiği için sokağa çıkamıyor ve aç kalma tehlikesiyle karşı karşıya. 11-12 yaşlarında olan kız çocuğunu erkek kılığına sokup sokağa salıyor, kendilerine çalışıp yiyecek getirebilesin diye. Filmde erkek kılığındaki bu hassas kızın yaşadıkları üzerinden ilerliyor. Burada amatör oyuncu Marina Goldbahari’ye bir parantez açmak gerek diye düşünüyorum. Bazen bu tür sırtını amatör oyunculara dayayan filmlerde efsanevi performanslar görebiliriz. Goldbahari’de film çekilmeden önce o kasabada dilencilik yaparken yönetmen tarafından keşfedilmiş. Okuma yazması dahi yokmuş. Ama bütün filmin yükünü kaldırmakla kalmıyor, sinema tarihinde anılabilecek bir performansa imza atıyor. Doğuştan oyuncu olduğunu kanıtlıyor. Muhtemelen benzer sorunlarla boğuşmuş olmasının avantajını kullanıyor. Umarım oyunculuk kariyerini devam ettirme olanaklarını bulur. Filmi çarpıcı bulmakla birlikte, benim filmde hoşuma gitmeyen unsurlar oldu. Bazı anlarda karikatürleşen mesaj verme kaygısı bunlardan biri. Bir de bence rahatça hissedilecek Batı’ya karşı hoş görünme çabası. Batılı gazetecinin yaşadıkları ve öldürülmesini bu bağlamda okudum ben. Hatta biraz zorlarsak Amerika geldi dertler bitti denmek isteniyor diye bile düşünülebilir. Dertlerin kaynağını iyi tahlil etmek lazım gelir diye düşünüyorum. Afganistan’a demokrasi getirmek isteyen bu Amerikalılar ve şürekası neden Suudi Arabistan’a getirmek istemiyorlar? Orada da kadınlar ehliyet alabilmek için eylemler yapıyorlar. Dünyada en fazla petrol rezervini elinde bulunduran Suudi Arabistan’ın kadın haklarına, demokrasiye ihtiyaçları yok mu? Bunları da hesaba katmak gerekli. Ama Siddiq Barmak’in yaptıkları o kadar da anlaşılmaz değil. O cehennemden çıktıktan sonra bir şekilde hesaplaşmak istemiştir herhalde. Sinema adına hiçbir şeyi olmayan bir ülkeden de çıka çıka bu film çıkmış demek ki. Efsanevi bir performans görmek ve İslam dinini biraz daha yakından tanımak adına bu film, izleyenlere iyi malzeme sunuyor ama bana göre sadece o kadarını sunuyor.  

What the f**k!


Agah Özgüç'ün "Türk Sinemasında Cinselliğin Tarihi" veya "Türk Sinemasında On Kadın" adlı kitaplarında sık sık adını andığı Leyla Sayar'ın şu röportajı kadar arabesk bir röportaj daha okuduğumu hatırlamıyorum. On sene sonra falan Milli Tarih blogda yayınlanabilir bu röportaj. Ölümü beklemekten sıkılıp geri dönmüş hanfendi.

13 Kasım 2011

Kutluğ Ataman filmleri



Yılmaz Supertramp: Ne oldu, niye tıkanmış trafik? Kaza falan mı var?
Adam: Yok ya! İpnenin biri arabayı yolun ortasına park etmiş. (Ekim 2011)

Başıma gelen bu diyalogu paylaşmamdaki amacım toplumun (her yerdeki) eşcinselliğe bakışını bir kez daha teşhir etmekti. Bu teşhiri yapmamdaki amaç da Kutluğ Ataman’ın “Lola + Billidikid/Lola ve Billy Kid”de (1999) anlatmaya çalıştığı şeyler için okuyucuyu hazırlamak. Daha önce “2 Genç Kız” (2005) adlı filmini izlediğim yönetmenin bütün filmografisini tersten izlemiş oldum. Zaten üç tane filmi var. Eşcinsel sineması diye bir kategori açmak ne kadar doğru bilmiyorum ama “Lola” bu kategoriden sayılıyor. Hatta Torino Gay ve Lezbiyen Filmleri Festivali’ne katılıyor. Bir açık eşcinsel olan yönetmen Türkiye’den göç etmiş ve Almanya toplumunda yaşayan eşcinsellerin yaşadıklarına kamerasını uzatıyor. Karakterler orada doğmuş ve kültür ikilemi içerisinde yaşayan karakterler. Hem göçmen hem de gay olmak iki kere hayatı zorlaştırıyor onlar için. Mücadele ettikleri unsurlar bir hayli fazla. Ne kendi gettolarında ne de metropol içerisinde rahat hareket alanı bulabiliyorlar. “My Own Private Idaho/Benim Güzel Idaho’m”u Almanya’da hayal edin; bir de üzerine yabancı düşmanlığını, Doğu halklarında biraz daha fazla görülen ikiyüzlü ahlak anlayışını ekleyin. “Lola” öyle bir film işte. İlgi çekici, çarpıcı, hazmı kolay olmayan bir film. “2 Genç Kız” gibi yerleşik değerlerle sorunları olan bir film. Bu övgüleri yönetmenin ilk filmi “Karanlık Sular” için yapamayacağım. Filmin “The Serpent’s Tale” diye bir adı da var. Batılıların oryantalist bakış açısıyla çektiği sözümona mistik, egzotik filmleri pek sevmiyorum. Bu film de- yönetmeninin burada doğup, büyümüş biri olmasına rağmen- böyle bir film. Mistik bir Doğu hikayesinden esinlenerek ortaya çıkmış. İngilizce konuşan karakterler, İstanbul’da bu hikayenin izinden giderek bir arayış içerisine giriyorlar. Fazlasıyla kopuk ve soyut bir film. Üstelik bu kopukluk beceriksizlik sonucu ortaya çıkmış gibi geliyor bana. Allah’a yakın bana uzak olsun.

11 Kasım 2011

"Händler der vier Jahreszeiten" (1972)


Hans: Sen bir insansın Harry ama sen de aşağılık yaratığın tekisin.
Harry: Hepimiz aşağılık yaratıklarız, biliyorsun.

İşte böyle afişleri seviyorum. İddiasız, gösterişsiz, kendisine has. Tıpkı film gibi. Bugün yaptığım sınavda, bir diyalogdaki Alman karaktere Rainer ismini verdiğimi fark ettim. Rainer Werner Fassbinder'den film izlemeyeli yaklaşık bir sene falan oldu. Yine kafalar allak bullak oldu. Demirkubuz'la Fassbinder çağdaş olsalardı ve birbirlerinin filmlerini izleselerdi onaylayacak çok şey bulurlardı herhalde. En başta da insanı huzursuz eden sinizm. Topluma ve özelde insanoğluna duyulan nefret. Kurtuluş umudu taşımayan, bütün kişi, kurum ve kuruluşlara düşman bir sinema bu. Daha önce izlediğim Fassbinder filmlerinde gözlemlediğim faşist ikili ilişki mevzusu "Händler der vier Jahreszeiten/Dört Mevsim Satıcısı" için de geçerli. Fassbinder kadın-erkek veya aynı cinslerin ilişkilerinde ufak çaplı bir faşizm yaşandığını düşünüyor. Aile bireyleri arasında da faşizm olduğunu söylüyor. Anarşizme yakın bir duruşu var. Bu filmde genel misantrofiden (insan soyundan nefret etme) ziyade misogyny (kadın türünden nefret etme) de gözlemledim ben. Hans'ın sorunlarının kaynağı olarak işaret edilen merciinin annesi olması sonra da başına her türlü belayı getirenin eşi olması beni bu düşünceye itti. Bu yaşananlar, tam tersinin de olabileciğini kabul ederek, sık görülebilen sonuçlar. Hans karakterini ele alalım. "Five Easy Pieces"deki Jack Nicholson karakterine benzer bir hikayesi var. Burjuva bir ailede dünyaya gelmesine rağmen, o dünyanın kendisine sunduğu kodları reddederek mutlu olabileceği bir hayat arayışı içine giriyor. Otomobil tamircisi olmak istiyor örneğin. İnsanlığa somut bir faydası olsun istiyor herhalde. Sonra bütün bunlar bir şekilde gerçekleşmiyor ve arabesk bir hayat sürmeye başlıyor. Kendisi de bayağı bir faşistçik oluveriyor. Peki bütün bunların sorumlusu o iki kadın mı? Onları şekillendiren değerlerin, süreçlerin hiç mi suçu yok? Bu şekilde değerlendirmek bana kolaya kaçmak gibi geliyor. Bu düzenin insanları olumsuz bir durumla karşılaşınca hemen onu kahrediyor. O olumsuz durumu ortaya çıkaran süreçle, etmenlerle sebep sonuç ilişkisi kurarak hiç ama hiç hesaplaşmıyor. Fassbinder ve Demirkubuz karakterleri de tam olarak bunu yapıyor. Bu filmde Fassbinder'in biraz özentisiz davrandığını düşünüyorum. Gerçi sinema otoriteleri Fassbinder sinemasının Camp estetiğini öne çıkarmaya çalıştığını söylüyorlar. Yani bilinçli seçilen bir bayağılık, kalitesizlik. Sofistike olmayı reddetme hali. Fassbinder bu filmde gerçekten böyle mi yaptı yoksa 70'li yıllardaki o yoğun üretim döneminde özentisizce mi bu filmi çekti? Bu sorunun cevabı seyirciye kalmış. "Angst essen Seele Auf/ Ali: Korku Ruhu Yer"in (1974) adında kasıtlı bir dilbilgisi hatası yapması, Fassbinder'in camp estetiği uygulamaya çalıştığına dair bir delil olarak kabul edilebilir ama bu filmde böyle bir delil yok bence. "Üçüncü Sayfa"da Zeki'ye yaptığım naniği burada da Fassbinder'e yapacağım. Bu filmi benim yazım dolayısıyla izlerseniz veya bir şekilde izlemişseniz, lütfen neden hayat böyle diye beyin jimnastiği yapınız.

09 Kasım 2011

"Atama İzindeyiz" (2011)

"Lost Highway"i tekrar izlemek


Fred: That's fucking crazy, man.

Bundan yaklaşık sekiz sene önce Lynch'in en önemli üç filmi "Blue Velvet/Mavi Kadife" (1986), "Lost Highway/Kayıp Otoban" (1997) ve "Mulholland Dr./Mulhollan Çıkmazı"nı (2001) üç gün üst üste izlediğimde feleğimi şaşırmıştım. Bu filmleri, şimdilerde Anadolu Grubu'nun termik santral yapmayı planladığı ve halk direnişiyle karşılaştığı Sinop'un Gerze ilçesinde, kışın, şehrin dışında bir apartmanda ve koskoca apartmanda yalnız başıma izlemiştim. Yani atmosfer Lynch atmosferiydi. Filmleri izledikten sonra hemen yatmak istiyordum. Yeni, güzel, temiz bir gün başlasın istiyordum çünkü. Beni en çok "Mulholland Dr." etkilemişti ama "Lost Highway"i de tekrar izlemek yıllardır aklımda olan bir şeydi. Bitmek bilmeyen, çoklu gönderilmiş şablon mesajlardan sıkıldığım için hayatıma renk katmak adına bu filmi tekrar izledim. Bu tür atmosferden büyük destek alan filmlerin ilk izlendiği zaman yarattığı etkiyi yaratması imkansız ama yine de Lynch'in kafasından geçenlere ve bunları anlatmadaki ustalığına şaşırmamak elde değil. Paranoyalar, kabuslar ve şeytanlıklarla dolu iki paralel hayatı anlatıyor Lynch. Kendisi açıkça anlam hakkında konuşmaktan rahatsız olduğunu, anlamın çok kişisel bir şey olduğunu ve bir şeylerin ne anlama geldiğini bilmenin iyi bir şey olmadığını ifade ediyor. Yani filmlerini anlaşılmak için çekmiyor. Peki ne için çekiyor? Bilmiyorum ama bildiğim şey izleyenleri rahatsız etmede üstüne yok. Bunu da sofistike bir biçimde yapıyor. Bir kitapta Lynch'in "Sunset Blvd./Sunset Bulvarı" (1950) ve "Rear Window/Arka Pencere"deki (1957) sinematografiden çok etkilendiğini okumuştum. Bu filmde de "Rear Window" olmasa da "Vertigo/Ölüm Korkusu" (1958) ve "Sunset Blvd." etkileri gözlerden kaçmıyor. Öldüren kadın (femme fatale) rolündeki karakterin saç renginde gerçekleşen değişimler ve erkeğe yaşattıkları bu iki filmi direkt akla getiriyor.
Cenneti mi tercih edersiniz cehennemi mi? Ben cehennemi tercih ederdim, çünkü Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç, Fethullah Gülen, Ali Ağaoğlu, Sinan Çetin, Acun Ilıcalı falan cennette olacak. Cennet sıkıcı bir yer bana göre. Sinemada cehennemi en iyi anlatan kişi de David Lynch. "Lost Highway" gerçek bir cehennem. Saygı duyulacak tek bir öge yok. Gidip bir çay koymalı ve "Sev Kardeşim" şarkısını dinlemeliyim.

07 Kasım 2011

"A fost sau n-a fost?" (2006)


Manescu: Bu akşamki televizyon programında konuşacağım ve biraz gerginim.
Gigi: Hangi programmış o?
Manescu: Devrim hakkında olan program.
Gigi: Ne devrimi?

Romen yönetmen Corneliu Porumboui'nun (erkek) ilk filmi "A fost sau n-a fost?" doğallığı ve samimiyetiyle izleyenini büyüleyen, çok başarılı bir mizah örneği. Kahkaha atmanız pek olası değil ama baştan sona tebessümle izleyeceğinizi garanti edebilirim. Filmin İngilizce ismi "12:08 East of Bucharest". Birçok ülkede bu saat vurgusuyla isimlendirilmiş. Türkçe adında saat vurgusuna rastlamıyoruz. Birçok insan tarafından "Bükreş'in Doğuşu" şeklinde yanlış hatırlanır. Romence adıysa oldu mu olmadı mı veya devrim miydi değil miydi şeklinde tercüme edilebilir. 22 Aralık 1989'da Romanya devlet başkanı Nikolae Ceauşescu'nun yine Batı etkileri hissedilen bir darbeyle iktidardan indirilmesi bir devrim miydi değil miydi? Film de, ismi verilmeyen ve Bükreş'in doğusunda yer alan bir kasabada yaşanılanların bir devrim olup olmadığı sorusunun cevabını arıyor. Mayıs ayında üç gün Bükreş'in doğusunda bir kasabada, iki gün de Bükreş'te kaldım. Bükreş'te bulunduğum sınırlı zaman diliminde, Türkiye'den gelen kadınları Avrupa'nın en büyük AVM'sine bıraktıktan sonra olayların vuku bulduğu Devrim Meydanı'na gittim ve tarihi koklamaya çalıştım. 1989 yılında kapitalizmi seçen veya kapitalizm dayatmasına daha fazla direnemeyen Romen halkının ne halde olduğunu gayet iyi gözlemledim. Ahbap olduğum taksi şoförü Gabriel'in dediği şuydu: O günlerde para vardı ama hiçbir şey yoktu, şimdiyse her şey var ama para yok. Gabriel'in bahsettiği her şey ve hiçbir şeyi biraz açmak gerekiyor. Günümüzde piyasada bulunan her şeyden kastı, McDonalds'lar, AVM'ler, i-phone'lar, Rihanna, ekşın filmleri, pahalı giysiler falan filan. Bu günlerde olmayan ama o günlerde olanlarsa barınma hakkı, iş garantisi, ulaşım kolaylığı, parasız sağlık, parasız eğitim gibi şeyler. Gabriel'in dediğine göre halkın %70'i Ceauşescu'ya minnettar. Bu gezi, aralarında Gabriel'in de bulunduğu kişilerden gelen ardı arkası kesilmeyen parayla seks (yapmadım) teklifleri ve otelde paramın çalınması gibi sevimsiz durumlara rağmen, benim için çok öğretici oldu. Bu yüzden "A fost sau n-a fost?" benim ilgimi fazlasıyla çekti. 2005 yılında Bükreş'in doğusundaki bir kasabadaki yerel bir kanal 22 Aralık 1989'da şehir meydanında yaşanılanları masaya yatırmak istiyor. Beklediği konuklar yan çizince spiker; bunamaya yakın bir adamla ki filmde yaptığı sokak lambası metaforuyla yıldızlı pekiyiyi hakediyor, her anlamda bir loser (kaybeden) olan tarih öğretmeni, alkolik Bay Manescu'yu konuk olarak kabul ediyor. Kapitalizmin fertler üzerinde yarattığı tahribat filmin her karesinde seziliyor. Örneğin Manescu'nun dersinde; öğrenciler, aynen Türkiye'dekiler gibi, tarih adına hiçbir şey bilmiyorlar. Kopya çekerek, emek vermeden kolay yolla istediklerini almaya çalışıyorlar. Çinli satıcı ve maruz kaldığı yabancı düşmanlığı bize direkt olarak o sistemi çağrıştırıyor. Devrimden önce türlü türlü meslekleri olan ama sonradan analarının gözü kesilen girişimci ruhlu insancıklar ne kadar da tanıdık! Tarih öğretmeninin anti-komünist tavırları da bana yanlış tarafta yer alan liberal aydınları hatırlattı. Filmin ilk yarısı bu yerinde gözlemlerle bize Bükreş'in doğusunda yer alan o kasabayı resmediyor. Sonra canlı yayın faslı başlıyor. Bu bölümde kasaba meydanında yaşanılanlar ve yaşanılanların 12.08'den önce olup olmadığı konusunda çok ilgi çekici diyaloglar var. Yayına katılan konuklar ve anlattıkları gayet yerinde olup, filmin naif atmosferine çok iyi katkıda bulunuyor. Yaklaşık 40 dakika süren bu bölümde ballı kaymaklı hayat dersininizi alıyorsunuz ve film bitiyor. Peki o yaşananlar devrim miydi? Ben de film gibi düşünüyorum: (Nah) devrimdi!

06 Kasım 2011

"Üçüncü Sayfa"yı tekrar izlemek


Meryem: Bir gün ben evde temizlik yaparken çıkageldi. Önce Elif’ten konuşmaya başladı. İstersen kocanı aradan çıkartırım dedi. Çocuklarını kabul ederim dedi. Bununla anlaşmış gibi konuşuyordu. Nasıl yapacaksın diye sordum. Ben yaparım dedi. Bana bırak dedi. Çaresizlikten kabul edecek gibi oldum, aslında ötekine öfkemden. Ne olacak diye düşündüm. İkisi de adi, ikisi de karaktersiz. Hiç olmazsa bunun parası var, durumu iyi. Üst kata taşınırız, çocuğuma bakarım. O zaman Can kucağımdaydı daha. O arada sarıldı. İstemedim ama karşı da gelemedim. Öyle başladı. Önceleri tiksinirdim. Karşı geleyim diye düşünürdüm ama gelsen ne olacak? Ne yapacaksın? Nereye gideceksin? Böyle sürüp gitti. Sonra kocamı uzak yerlere işe göndermeye başladı. Sana doyamıyorum, geceleri de yanımda ol diye. Çok geceler evinde kalmaya başladım. Olmadık şeyler istemeye, manyak manyak şeyler yaptırmaya başladı. Porno filmler izlettirir, gördüklerimizi yapmamı isterdi. Yaptırırdı da. Bazı günler yukarıda onun istediklerini, gece aşağıda kocamın istediklerini yapardım. Düşünürdüm, ikisi de biliyor diye. İkisi de kabul ediyor. Nasıl oluyor diye düşünürdüm.  

Zeki Demirkubuz'un "Masumiyet"ten (1997) sonraki filmi "Üçüncü Sayfa"yı (19999 yeniden izledim. Youtube'da bu filmle ilgili röportajı var. Röportaj içerisinde filmin sağlıklı izlenmesini engelleyecek bazı bilgiler olduğunu belirteyim. Bu arada ilk defa bu kadar uzun bir Zeki röportajı izledim. Zeki'nin konuşarak kendisini ifade etmede sıkıntıları olduğunu gözlemledim. Bazı insanlar böyledir. Konuşurken sürekli ıııı, ıııı gibi sesler çıkarırlar, kelime dağarcıkları zayıftır, dikkat dağıtıcı üslupları vardır. Zeki konuşurken yetersiz ama yazarken yani senaryo yazarken üzerinde çok düşündüğü bir gerçek. O röportajda "Masumiyet"in iyi gişe yapması sonucu, film yapma olanaklarının arttığını söylüyor. İyi gişe dediğimiz de 80 bin civarı. O sene "Eşkiya"nın iki buçuk milyon gişe yaptığını hatırlatayım. Bu gelişme sonucunda Zeki sinemayı daha fazla ciddiye aldığını, ne yapmak istediği üzerinde daha fazla düşündüğünü söylüyor. İnsanın içerisindeki kötüyle ilgilendiği için "Üçüncü Sayfa" ve diğer filmleri gibi filmler yapmak istediğine karar veriyor. İşte böyle bir motivasyon sonucunda ortaya çıkan bu film, izlemeye ve üzerinde düşünümeye değer. Zeki, alt sınıfların birbirine uyguladığı faşizmden daha kuvvetli bir faşizmin olmadığını düşünüyor. Bütün filmlerinde ortaya çıkan olumsuz tablonun kaynağını sistem değil de insanoğlunun doğası olarak görüyor. Nihilist ve kaderci bir anlayış bu. Ben buna katılmıyorum. Bütün olumsuzlukların kaynağını sistem daha doğrusu kapitalist sistem olarak görüyorum. Her şeyi kar, rant olarak algılayan bir sistemin ürettiği faşizmden daha büyük bir faşizm olamaz. Şu anda bu yazıyı okuduğunuz mekanda bile sağınıza, solunuza bakın; bu sistemin olumsuz izlerini görmemeniz kaçınılmaz. Zeki'yle bu anlamda çelişiyorum ama onun yaptığı alabildiğine gerçekçi, sert, tavizsiz sinemayı takdir etmemek de imkansız. Ticari sinema yapamaz mıydı Zeki? Dizi piyasasına var olup, malı götüremez miydi? Cevap evet ama bunları yapmadı ve onbinlerle ifade edilen gişeleri olan filmler yaptı. Bir şeyler söylemek istedi. Toplumcu gerçekçiliğin değil ama gerçekçiliğin en ilgi çekici filmlerini çekti. Belki sistemi aklayarak onun devam etmesine katkıda bulundu ama entellektüel üretime katkıda bulunduğu için aynı zamanda sistem için tehlike de arz etti. "Üçüncü Sayfa" da bu bağlamda alabildiğine çarpıcı, sert bir film. Bir kere filmin adı "Üçüncü Sayfa". Yani anlattığı hikaye, içerisinde güzel olan hiçbir şey barındırmayan bir hikaye. Çok başarılı mekan seçimleri var. Röportajında belirttiği gibi; müzik, kamera hareketleri, ışık oyunları gibi seyirciyi yönlendirmeye yönelik hiçbir sinemasal hile barındırmıyor. Çıplak bir çift göz, bir apartmanın bodrum katında ne görüyorsa onu gösteriyor. Her zamanki gibi merhamet, acıma, dayanışma gibi insani olgulara kesinlikle prim vermeyen bir evreni anlatıyor Zeki. Bazı inandırıcılıktan uzak diyaloglar, teknik acemilikler dışında kusuru olmayan bir film. Bana söz verin ve eğer bu filmi bu yazı dolayısıyla izlerseniz neden böyle diye beyin jimnastiği yapın, olur mu? (Zeki'ye nanik yapıyorum buradan).

İlkellik barbarlık katliam


Günün anlam ve önemine denk düşen film "Teksas Katliamı/The Texas Chainsaw Massacre" (1974). Teksas ne yana düşer usta?

02 Kasım 2011

"Missing" (1982)

Ödül törenleri, ödül alıp verme gibi etkinlikleri yanlışlasam da bu topraklara gelmiş en sükseli sinema ödülü 1982 yılında Cannes'da alınan Altın Palmiye ödülüdür diyebilirim. "Yol" adlı film bu ödülü almıştır. Çoğu insan "Yol"u Yılmaz Güney'in filmi olarak bilir. Kendisi de zaten sahneye çıkıp, yumruğunu havaya kaldırark bu ödülü almıştır ama filmin yönetmen hanesinde Şerif Gören'in adı yazmaktadır. Filmlerin sahipleri yönetmenler olduğuna göre ben de "Yol"a Şerif Gören filmi demek istiyorum ama herkes biliyor ki filmin asıl sahibi Yılmaz Güney. "Yol" aslında bu ödülü tek başına almadı. Politik sinemanın önemli temsilcilerinden kabul edilen, Yunan Costa Gavras'ın "Missing/Kayıp" filmiyle paylaştı. Çok uzun zaman önce TRT 2'de izlemeye niyetlenmiştim ama televizyondan film izleyemediğim için yarım kalmıştı. Filmi nihayet izleyebildim ve politik sinemanın, siyasi gerilimle arkadaşlık eden yetkin bir türüyle karşı karşıya olduğumuz belirtebilirim. Zaten birinin arandığı başarılı filmleri çok severim. "The Lady Vanishes/Bir Kadın Kayboldu", "Flightplan/Uçuşplanı", "Körebe" hemen aklıma gelen filmler. Film 1973'te Şili'de gerçekleştirilen askeri darbeyi fon olarak kullanıyor. Sol eğilimli Amerikalı gazeteci ve eşi Şili'de bulunuyorlar ve adam kayboluyor. Gazetecinin sağ-liberal görüşlere sahip babası Amerika'dan geliyor ve kovalamaca başlıyor. Jack Lemmon'ın oynadığı sağ-liberal babadaki karakter çözülmesi özellikle başarılı. İlk başlarda Amerikan otoritelerine s***r çeken gelinini eleştiriyor ama sonra fakında olmadan, yaşadığı umutsuzluğun da etkisiyle, kendisi de neredeyse bir aktiviste dönüşüyor. Gazetecinin eşi rolünde Sissy Spacek de oldukça etkileyici. Çok değil beş sene önce oldukça etkileyici bir liseli kız rolü (Carrie/Güna Tohumu) gerçekleştirdikten sonra bu ağır rolün altında hakkıyla kalkmayı başrıyor. Gavras'ın gerilimli atmosfer yaratmada ve dolayısıyla darbe ortamını hissettirmede oldukça başarılı olduğunu da es geçmeyelim. Türkiye'de neredeyse 12 Eylül filmi gibi bir janrdan bahsedilir. Bu filmler içerisinde darbeyi hakkıyla işleyen bir filme ben rastlamadım. Trajikse en az Latin Amerika darbeleri kadar trajik ama bunu hakkıyla resmedecek filmler çekemiyoruz. "Missing" bu açlığınızı dolduracaktır. 12 Eylül için; anarşi artmıştı, Atatürkçü generaller de yönetime el koyarak akan kanı durdurdu mu diyorsunuz? Veya 13 Eylül günü şükür namazı kılanların bugün nasıl iktidarda olduklarını anlamak mı istiyorsunuz? "Missing" bu konuda oldukça gerçekçi argümanlar geliştiriyor.