31 Aralık 2010

Yan sanayi "Lethal Weapon", "Tango & Cash", "Se7en"

Türkler tür sineması çekemez. Bu iddiamı bana yalatacak filmi hala ısrarla bekliyorum. Uzun zamandır izlemeyi düşündüğüm "Av Mevsimi"ni nihayet izledim. Etrafında birçok tartışma dönmüş olan bir filmdi. Beğenmeyeceğimi hissediyordum da içimden bir ses acaba diyordu. Bir film buğulu bir sesten bir şiirle başlıyorsa veya bina içinde güneş gözlüğü takan bir karakter barındırıyorsa Allah'a yakın bana uzak olsun. Elbette ki bunlar filmin bütün kusurları değil ama film oldukça fazla kusur barındırıyor bana göre. Kolay olması açısından artılarından bahsetmem gerekirse mesela tüm Yavuz Turgul filmlerinde mevcut olan birazcık kalburüstü görüntü yönetimini sayabiliriz. Hiçbir stand-up'ına gülmediğim ama sinemada zaman zaman beğendiğim Cem Yılmaz'ın birazcık kalburüstü performansını da sayabiliriz. Aç parantez Cem Yılmaz medyada o kadar çok yer alıyor ki ve o kadar farkedilebilirliği var ki onu bir filmde bir rolde görünce seyircide inandırıcılık sorunu oluşmaması çok zor artık. Aynı duyguyu "2 Genç Kız" filminde Hülya Avşar'da da yaşamıştım kapa parantezi. Filmin eksileri: Hasan karakterinin işlevsizliği, genel olarak bütün karakterlerin ,bu kadar uzun süreye rağmen, yüzeysel kalan işlenişi, yan karakter olması beklenilen karakterlerin yavanlığı, bir sürü gereksiz popüler zırva, skin drink çatışma ölme öldürme sahneleri, insanı hüzünlendiren yetersiz Şener Şen performansı, altı üstü popüler bir film olup da bu kadar önemli bir şeymiş gibi caka satması vb. Önceden bu kadar iş yapan filmlerin seyirciyi sinemaya gitmeye teşvik ettikleri için yararlı olduğunu düşünürdüm. Bu düşüncemi gözden geçireceğim. Bu tür kötü taklitler acaba sinemamızı ileriye mi götürüyor yoksa geriye mi? Bir yan sanayi "Se7en"a ne kadar ihtiyacımız var? Olmuyor işte. Taklit etmeye çalıştıkça batırıyoruz. Ama ceplerimiz doluyor diyorsanız diyecek bir sözüm yok. Size Nazan Öncel'in şu şarkısını armağan ediyorum.

Bu arada bu film benim amcamın oğlu Haydar'sız gittiğim ilk filmdi. Kendisiyle uzun süredir devam eden birlikteliğimiz her güzel şey gibi bitti. Zaten bu hayatta güzel olan ne varsa ya zararlıdır ya da biter. Son günlerde şekersiz çay içmeye başladım da oradan biliyorum. Kendisine, ailesine ve tüm Arjantin halkına mutlu seneler dilerim. Blog benim arkadaşım, 370 yazı yazmışım; saçmalama hakkım saklıdır.

30 Aralık 2010

"The Grudge 3" (2009)

Takashi Shimizu: anasını boyayıp babasına satan adam başlıklı yazımda bütün Garez serisini izlemeyi tamamlayınca Toshio'nun veya Kayako'nun lanetine maruz kalacağım gibi bir korkumun olduğundan bahsetmiştim. Seri tamamlandı ve görünürde bir şey yok. Aslında bu kadar kötü bir film olduğunu biliyordum ama seriyi tamamlama adına izledim. Takashi Shimizu'nun sadece yapımcı olduğu filmin yönetmenini anmaya bile değmez. İlk ve tek kronolojik sırayı takip eden Garez filmi olma özelliğini barındıran film, Amerikalıların sevdiği gibi tam bir ekmek yeme projesi. Bir Garez filminde hikayeyi zorlama bulabileceğimi hiç tahmin etmezdim. Bir sürü gereksiz laf kalabalığı ve uyduruk cinayet sahneleri. Gerçekten çok gereksiz bir film. Google'dan bu film için çaldığım megabytelar için özür diliyorum. 

28 Aralık 2010

"A Time for Drunken Horses" (2000)

Son günlerde devam eden iki dil (Kürtçe) tartışmalarını izleyince uzun zamandır aklımda olan "A Time for Drunken Horses/Sarhoş Atlar Zamanı"nı izlemek istedim. Bu uzun süre, İranlı Kürt asıllı yönetmen Bahman Ghobadi'nin bir başka filmi "Turtles Can Fly/Kaplumbağalar da Uçar"ı beş altı yıl önce izlediğim zamandan günümüze kadar olan bir süreye tekabül ediyor. "A Time for Drunken Horses" İran'da gösterime girmiş ilk Kürtçe film, muhtemelen dünyada da öyledir. Filmin dilinin Kürtçe olması filmin belki de en az önemli olan özelliği; çünkü tıpkı "Turtles Can Fly" gibi "A Time..." da kısıtlı imkanlarla nasıl muhteşem filmler çekilire çok iyi bir örnek. Bu iki film her yerde birlikte değerlendirilir. Kamerasını çevirdiği insanlardan tutun da dayanılmaz dram yüküne kadar bir çok ortak noktası vardır. Daha önce izlediğim Abbas Kiarostami filmlerinin aksine Ghobadi sineması umuttan hiç söz etmiyor. Sınırlı sayıda olan mizah ögeleri bile filmin dayanılmaz dram yüküne katkıda bulunuyor. İnsanların yaşadığı sefalet oldukça çıplak bir şekilde gösteriliyor. Tamamı amatör oyunculardan oluşan kadro kendi hayatlarını kamera önünde yaşamaya devam ediyorlar. "Turtles Can Fly"da olduğu gibi "A Time..."da da oldukça sempatik bir karakter var. "Turtles Can Fly"da Satellite'nin doldurduğu sempatik karakter boşluğunu bu filmde özürlü Madi karakteri dolduruyor.

Gerçekten çok etkileyici bir dram ve çok güçlü bir sinematografi.Tam bir sinema olayı diyebiliriz "A Time..." için.

25 Aralık 2010

"Four Rooms" (1995)

Herkesin fikrine değer veren bir insan olarak, 16 yaşındaki bir movie-buff öğrencimin tavsiye ettiği bir filmi izlemiş olmaktan dolayı çok mutluyum. Tam da Tarantino'nun yönetmen olmadığı ama dahil olduğu projelerle ilgili bir yazı yazmayı düşünürken bu filmi izlemiş olmak da iyi oldu doğrusu. Allison Anders, Alexandre Rockwell, Robert Rodriguez ve Quentin Tarantino tarafından çekilen, bir otelde Noel gecesi yaşanılanları anlatan dört kısa filmden oluşuyor "Four Rooms/Dört Oda". Filmin ilk saniyesinde görülen Miramax logosu zaten beni etkilemek için çoğu zaman yeterli oluyor. Bağımsız filmlere verdiği destekle tanınan bu şirketin logosunun yanında Tarantino'nun "A Band Apart" logosu da eklenince film maça 1-0 önde başlıyor benim için. Tim Roth tarafından canlandırılan kat görevlisi Ted'in dört farklı odada yaşadığı uçuk kaçık hikayeler ard arda sıralanıyor. Sanırım yapımcılar en az sempatik olanından en çok sempatik olanına doğru bir sıralama yaptıklarını düşünmüşler fakat bence en sempatik olanı Rodriguez'in çektiği üç numaralı film. Buradaki absürd mizah dozu hayli tatmin edici diyebilirim. Filmin en zayıf halkasının bir numaralı bölüm olduğunu düşünüyorum. Tarantino'nun çektiği bölüm ise yine bolca diyalog barındırıyor. Eski filmlere, yiyeceklere, içeceklere, arabalara bol bol referans yapılıyor. Kaç kere f**k kelimesinin geçtiği yine sayılamıyor. Grafik şiddet yine bir yerlerden bulaşıyor ve tam bir Tarantino filmi izlemiş oluyorsunuz. Tim Roth'un aşırı mimikli oyunculuğu da dezavantaj olarak düşünülebilir ama her şeye rağmen hoş bir işbirliği diyebiliriz "Four Rooms" için.

23 Aralık 2010

"Due Date" (2010)

Haftasonları bana maç izlemeye gelen bir sap misafir grubum vardır. Dört kişilik çekirdek kadro bazen 10-15 kişiye ulaşabilir. İşte bu dört kişilik çekirdek kadroyla, geçen hafta maç çok sıkıcı olduğu için bir film izleme kararı aldık. Seçtiğim film Todd Philips'in 2009'u kasıp kavuran filmi "The Hangover/Felekten Bir Gece"siydi. En büyük artısı sürekli şaşırtmak olan bu filmi ikinci kez izleyince aynı etkiyi almak mümkün olmadı tabi. Bu arada, aynı yönetmenin "The Hangover"ın en dikkat çekici karakterini canlandıran Zach Galifianakis'le Robert Downy Jr.'u bir araya getirdiği film "Due Date/Git Başımdan"ı izledim sinemada. Bir yol filmi olması, tuvalet edebiyatına yer vermesi, zorda kalan karakterler barındırması gibi özelliklerinden dolayı birçok kaynakta "The Hangover"ın devam filmi diye lanse edildi "Due Date". Gerçek bu şekilde değil; çünkü"The Hangover Part II" adıyla Todd Philips zaten şu anda devam filmini çekmekle meşgul. "Due Date" üzerimde beklediğim etkiyi yaratmadı diyebilirim. Özellikle filmin ilk yarısı ritmini bulma konusunda ciddi sıkıntılar yaşıyor. Diyaloga dayanan bir mizah anlayışı var ama bu diyaloglar da zeka parıltısına sahip olmadığı için film güdük kalıyor. İkinic yarıdaysa film daha bir "The Hangover"a benziyor ve bir durum komedisine dönüşmeye başlıyor. Zack kendisinden beklenen asshole'lukları yapmaya başlıyor fakat yine de film kurtarılamıyor. Son tahlilde tam bir patlamış mısır filmi. Arkadaşlarla bir aktivite gerçekleştirelim diyorsanız gidebilirsiniz.  


DUE DATE: Trailer. Watch more top selected videos about: Entertainment, Zach Galifianakis

17 Aralık 2010

"I'm a Cyborg, but That's OK" (2006)

Güney Kore'li yönetmen Chan-wook Park'ın ilginç isimli filmi "I'm a Cyborg, But That's OK/Ben Bir Robotum Ama Sorun Değil" uzun zamandır aklımdaydı. Bazı yazılarda sıradışı imgelemelerle(?) dolu olduğunu okumuştum ve evet Uzakdoğucu kızlarca en çok tutulan filmlerden biriydi. Neredeyse ilk defa bir filmi izlemeyi yarım bırakıyordum. Belki de o kadar da sıkıcı bir film değildir de bu aralar canımın biraz sıkkın olmasından dolayıdır bu inanılmaz işkencenin sebebi. O 105 dakika geçmek bilmedi. En son Tarkovsky'nin "Andrey Rublyov"unda bu kadar zorlanmıştım. Neyse, bir daha onaylamış bulunuyorum ki Uzakdoğu dramaları, aşk filmleri, sanat filmleri, komedi filmleri bana göre değil. Bundan sonra çok iyi övgüler okumadığım sürece, korku dalı hariç Uzakdoğu filmlerinden koşarak uzaklaşıyorum.

15 Aralık 2010

Bana göre milenyumun en iyi 15 filmi


Sinema dergisinin yaptığı anketle ilgili düşüncelerimi yazarken ilerleyen günlerde benim en iyi 15 film listemi yayınlayacağımı yazmıştım. Bu listeyi hazırlamak kolay olmadı. İlk başta elimde 21 film olduğunu gördüm ve zor bir eleme sürecinden sonra ancak 15'e indirebildim. Elediğim diğer altı filme de acıyorum; fakat hayat bu...Birileri klübe girer, birileri giremez. Arşivimden sekiz ve üstü not verdiğim filmleri seçerek bu listeyi hazırladım ve ilginç bazı istatistiklerle karşılaştım. İstatistiklerle uğraşmayı çok severim bu arada. O yüzden bu aralar futbolda Barcelona takımını takip etmeyi çok seviyorum. Mesela geçen haftaki maçta 938 pas yaptılar. Konuyla ilgili ilginç bir yazı için tıklayınız. Neyse biz konumuzdan fazla uzaklaşmayalım. Nedir bu karşılaştığım ilginç istatistikler? Sinemada beni en çok etkileyen dönemin 70ler olduğunu sanıyordum, meğer ben 90larcıymışım. Arşivimde 70lerden 114 film mevcutmuş. Sekiz ve üstü not verdiğim film sayısı 44, yani yüzde 38. 80lerde durum 148'e 62, yani yüzde 41. Bu yazının konusu olan milenyum dönemi (2000-2010) film sayısı 418 ve sekiz ve üzeri not alan film sayısı 134, yani yüzde 32. Ve 90lar yüzde 47'lik oranla birinci. 223 film ve çok iyi film notu alan film sayısı 107. Yani 2007'de AKP'nin aldığı oy oranına eşit. Şüphelenmeli miyim? Ben yine konudan sapmadan şu listeye başlayayım en iyisi...  

15- "The Hangover/Felekten Bir Gece", Todd Philips, 2009.
İzlediğim zamanda gaza gelerek "The Big Lebowski"den bile daha iyi tanımını geri alıyorum şu anda ama gerçekten beş dakika rahat bırakmayan bir film. Nasıl senaryo zanaatçılığı yapılıra tokat gibi bir cevap. Bu da fazla lümpen bir tanım oldu da neyse. Yarılacaksınız.

14- "Memento/Akıl Defteri", Christopher Nolan, 2000.
Benim gibi bulmaca, bilmece çözmeyi pek sevmeyen birinin bu filmi çok tutması ilginç aslında. Hala Nolan'ın en sevdiğim filmi olma özelliğini sürdüren "Memento", zihin jimnastiğinin sinemada babası sayılabilecek bir film. Tarkovski'nin "Stalker/İzci"siyle atışır bana göre.

13- "3-Iron/Boş Ev", Kim Ki-Duk, 2004.
Korku olmayan en sevdiğim Uzakdoğu filmidir "3-Iron".Bu filmi Bin-Jip adıyla duymuş olabilirsiniz. Takipçilerim bu konudaki görüşümü bilirler. Tekrarlamayayım. Olağanüstü hikayesi ve insanı sinir edecek kadar iyi olan minimalist görüntü yönetimiyle büyüleyici bir film. Bir Güney Kore filminde Arapça bir şarkı inanılmaz bir etki yaratıyor desem hadi canım der misiniz?


Gafsa  de Natasha Atlas
Yükleyen saphir18. - Video klipler, sanatçı röportajları, konserler ve çok daha fazlası.

12- "The Pan's Labyrinth/Pan'ın Labirenti", Guillermo Del Toro, 2006. 
Faşizm ancak bu kadar etkili anlatılabilirdi. Fantazi ve acı gerçekleri bu kadar iyi harmanlayan başka bir film daha bilmiyorum. Sinemanın bir büyüsü varsa bu film o büyüyü tüm hücrelerinize üflüyor olmalı. Şu ana kadar izlediğim en iyi İspanyol filmi diyebilirim.

11- "Uzak", Nuri Bilge Ceylan, 2002.
Sanat filmine burun kıvıranlardansanız, bu filmde dört beş dakika boyunca bir adamın sigara içme sahnesi olduğunu hatırlatayım da uzak durun. Konuşmak yerine göstererek anlatmayı tercih eden filmlerden "Uzak". Aslında farkında olmadan her gün onlarca kez karşımıza çıkan iletişimsizlik üzerine çok ilginç tezleri var. Basitliğin görkemini yakalamada kendisini alt edebilecek çok az film vardır bana göre. 

10- "LOTR/Yüzüklerin Efendisi", Peter Jackson, 2001-2003.
Burada bir esnaflık örneği sergileyerek bir üçlemeyi tek bir film gibi aldım. Aşağıdaki etiketler bölümünde Listeleme kültürü'ne tıklarsanız bunu daha önce de yaptığımı görürsünüz. Başlı başına bir sinema fenomenidir bu üçleme. Çok şey söylemeye lüzum yok bence.

9- "Amerose Perros/Paramparça Aşklar ve Köpekler", Alejandro Gonzalez Inarritu, 2000.
Meksikalı yönetmen Inarritu'nun adıyla özdeşleşen kesişen hayatlar tarzı filmlerin en ünlüsü. Bu tarzı aslında 1989 yılında Jim Jarmusch "Mystery Train/Gizemli Tren"le başlatmış oluyor fakat nedense altın ayı ödülü hep Inarritu'ya verilir. Yine de "Amores Perros"a laf yok. Bir Latin Amerika destanı. Yürüyen karizma derler ya işte öyle bir film.

8- "Sonbahar", Özcan Alper, 2008.
İzleyip en çok etkisinde kaldığınız film diye geyik muhabbetleri vardır ya, sanırım "Sonbahar" böyle bir kategoride benim için başlara oynayabilir. Bu filmi izleyebilmek için Ankara'ya gittiğimi hatırlıyorum da bir daha izlemek için hala neyi bekliyorum merak ediyorum doğrusu. İşte sinema bu olmalı dedirtecek cinsten bir film benim için.

7- "Requiem for a Dream/Bir Düş İçin Ağıt", Darren Aronofsky, 2000.
Formalist sinemanın en yetkin örneklerinden biri. Gördüğüm en sağlam medya eleştirilerinden biri. Göze şırıngayla bir şeyler enjekte ediyor, daha ne yapsın? Bir canlı bomba adrenaline sahip desem abartmış olmam herhalde.

6- "Eternal Sunshine of the Spotless Mind/Sil Baştan", Michel Gondry, 2004.
Sinema dergisi yazarlarına göre yedinci sırada olan film benim listemde altıncı sırada. O yazıda da değindiğim gibi, genç kızlarla üzerinde en çok fikir birliğine ulaştığımız şey bu film. Hayır, hayır posterini Facebook profil fotoğrafım yapmayı düşünmüyorum.

5- "Hero/Kahraman", Yimou Zhang, 2002.
Çin tarihinin en önemli filmi olan bu film bir sinema şaheseridir. Çok toplumsal sorunlara parmak basmayan, antik çağlarda Çin'de geçen bir kahramanlık öyküsüdür. Hatta çoklarına göre evet bir Karete Filmi'dir. Çocukluğu bu filmlerle birlikte düşler dünyasına dalarak geçmiş biri olan ben, karete filmlerinin şahını elbetteki listeme koyacağım. Görsellikteki başarısı öyle böyle değil.

4- "Sin City/Günah Şehri", Frank Miller, Robert Rodriguez, 2005.
Kusursuz denebilecek stilize bir anlatım tarzı vardır "Sin City"nin. Çizgi roman uyarlamalarının en başarılı bulunanıdır. Yılan hikayesine dönen devam filmi bir türlü gelmedi. Bir zamanlar Imdb'de Rodriguez sayfasında ha çekti ha çekecek gibi gözüken "Sin City 2" filmi şu anda gözümemektedir. Israrlar bekliyoruz.

3- "Kill Bill", Quentin Tarantino, 2003-2004.
Yine esnaflık yaparak iki filmi tek filmmiş gibi listeye aldım. Bu yazıda da tekrarlıyorum: bu filmi izlerken uyuya kalan erkek kardeşim bana bir şey olursa mezarıma gelmesin. Bir tuhaflık magnum opus'u.

2- "Mulholland Dr./Mulhollan Çıkmazı", David Lynch, 2001.
Yazarların listesinde de ikinci sırada yer alan film benim de ikinci sıramda yer almış. Her şey günlük gülistanlık olduğu için ve hiçbir problem olmadığı için hayattan sıkılan İskandinav ülkeleri halklarına her gün bu filmi izletmek etkili olabilirdi diye düşünüyorum. 

1- "Million Dollar Baby/Milyonluk Bebek", Clint Eastwood, 2004.
Milenyum filmleri içerisinde beni en çok etkilemiş, bana göre en iyi film Eastwood şaheseri "Million Dollar Baby"dir. Sinemada çokça işlenen kaybetmek ve kazanmak üzerine epik bir drama. Gösterime girdiğinde Sinema dergisindeki eleştirisinde, Murat Emir Eren'in Eastwood'dan Sert Bir Kroşe başlığını hatırlıyorum. Listesinde 13. sıraya koymuş "Million Dolar Baby"yi. O başlık beni çok etkilemişti ve izlemeden filmin 10 numara bir film olduğunu biliyordum. Yanılmadım.

14 Aralık 2010

"Little Big Man" (1970)

80li yıllarda hem Galatasaray hem de Fenerbahçe'de futbol oynamış kısa boylu futbolcu İlyas Tüfekçi'nin lakabı, Arthur Penn'in bu filminden gelmektedir. Beni, jeneriğini bile sonuna kadar izlettirecek kadar etkilemiş bir film olan "Dances with Wolves/Kurtlarla Dans" (her MHP kurultayında bazı gazeteler bu başlığı atarlar) filmine benzeyen bir şeyler bulabilme umuduyla filmi izlemek istedim. "Dances with Wolves"taki epik drama yükünü bu filmde bulmak imkansızdı; çünkü "Little Big Man/Küçük Dev Adam" bir kara mizah westerni. Her iki filmin de ortak teması Kızılderelilerle bağ kuran beyaz bir adam..Kızıldereliler bilindiği üzere klasik western filmlerinde vahşi yaratıklar olarak resmedilirler. 1970 gibi klasik yıllara çok da uzak olmayan bir yılda, Kızılderelilerin insani yönleriyle ilgilenen bir film çekilmesini dikkate değer buluyorum. Son günlerde Türkiye'de oldukça yüksek perdeden dile getirilmeye başlanan tarihimizle yüzleşelim çağrılarına bakınca, bu filmde kullanılan Kızıldereli soykırımı gibi ifadeler buradan manidar görülüyor. 19. yüzyıl boyunca yaklaşık 20 milyon Kızıldereliyi sistematik bir biçimde yok eden Amerika gibi bir ülkede çekilen bir filmde, soykırım lafı kullanıldı diye yer yerinden oynamıyor; çünkü onlara tarih dersi adı altında bir yığın palavra anlatılmıyor (lütfen ezberden slogan sallayacağınıza, biraz çok yönlü okuma yapınız). Amerikan devletinin yeryüzündeki en az masum devlet olduğunu düşünüyorum doğrusu ama bu yönleri hoşuma gitti. 10 yaşından itibaren Kızıldereliler tarafından yetiştirilen Jack Crabb'in (soyada bak) bir beyazlarla bir kızılderelilerle beraber süren uzun yaşam öyküsünü işliyor "Little Big Man". Uzun demişken IMDB Trivia (önemsiz bilgiler) bölümünden okuduğuma göre Dustin Hoffman bu filmdeki performansıyla bir Guinness rekoru sahibi. Bir karakterin 17. ve 121. yaşlarındaki halini birden canlandırarak bu geniş aralıktaki rekorun sahibi. 121. yaşındaki bir insanın ses tonunu verebilmek için de bir saat boyunca ciğerlerini yırtarcasına bağırmış.

Bu harika metod oyunculuk gösterisini izlemenizi tavsiye ederim. Filmin en güçlü yanı Hoffman'ın performansı. En zayıf halkası da güya Kızıldereliler kendi dillerinde konuşuyorlar ama bingo İngilizce konuşuyorlar. "Dances with Wolves" bu ucuzculuğa kaçmamıştı. Bence günümüzde bir karakteri konuştuğu dilde değil de İngilizce konuşturan hiçbir film büyük sanat eseri olamaz.

11 Aralık 2010

Takashi Shimizu: anasını boyayıp babasına satan adam

Sinema tarihine baktığımda Alfred Hitchcock'un 1934 tarihli "The Men Who Knew Too Much/Çok Şey Bilen Adam" adlı filmini 1956 yılında aynı adla yeniden çektiğini, Michael Haneke'nin 1997 tarihli "Funny Games/Ölümcül Oyunlar"ı 2007 yılında "Funny Games U.S/Ölümcül Oyunlar" adıyla yeniden çevirdiğini, Türkiye'dense Memduh Ün'ün 1958 tarihli "Üç Arkadaş" adlı filmi 1971 yılında yeniden çektiğini hatırlıyorum. Japon yönetmen Takashi Shimizu'dan başka aynı projeyi üç defa hayata geçiren başka bir yönetmen bilmiyorum. Aslında bir yeniden çevrim olan John Carpenter'in tüyler ürperten filmi "The Thing/Şey" (1982) adlı filmin yeniden çevirileceğini okumuştum bir yerlerde. O gerçekleşirse aynı filmi üçüncü defa vizyona çıkmış olacak ama dediğim gibi üçünü de hayata geçiren başka biri bilmiyorum.
Beeeeeeaaaaaaaa!!! Hiç Garez filmi izlediniz mi? Ben altı tane izledim. Öncelikle filmin adından başlayalım. Ju-On olarak da bilinir Garez filmleri. Ju Japonca curse (lanet) anlamına gelen kelimenin, On da grudge (garez)  anlamına gelen kelimenin ilk heceleriymiş. O halde filmin İngilizce adının Cur-Gru, Türkçe adının da Lan-Ga olması lazım da neyse. Tüm Garez filmlerinin dayandığı temel mantık şu: bir adam karısını (resimdeki Kayako) ve oğlunu (resimdeki çocuk Toshio) vahşi bir biçimde öldürür ve olayın geçtiği eve gelen herkes veya her aile bu nefrete maruz kalırlar. Bütün Garez filmleri bir kişinin adıyla anılan bölümlerden oluşur ve o bölüm de o kişinin akıl almaz tedirgin edici atmosferde Toshio ve Kayako tarafından korkutulması üzerinedir. Serinin hikayesi 2000 yılına gidiyor. Takashi Shimizu video piyasası için bir film çeker. Film The Curse (Ju-On, Lanet) olarak adlandırılıyor. Bu ilk film de temel Garez yapısı üzerine kuruludur. Filmin kulaktan kulağa yayılan başarısı üzerene Shimizu aynı yıl "The Curse 2"yi çeker. Bu filmin ilk yarım saati birinci filmden bazı bölümlerin aynısı olup geri kalanı yeni bölümler şeklindedir. Bu projenin tuttuğunu gören Shimizu, filmleri sinemada gösterime sokmak üzere tekrar çeker. 2002 yılında "The Grudge/Garez", 2003 yılında "The Grudge 2/Garez 2" gösterime girer. Filmler gösterime girer girmez Sam Raimi (Örümcek Adam'ların yönetmeni) filmlerin haklarını satın alır. Ve altyazı okumayan tembel ve salak Amerikan halkı için 2004 yılında İngilizce "The Grudge" ve 2006 yılında "The Grudge 2" projeleri Shimizu tarafından hayata geçirilir. Bu iki film de aslında Japonya'da geçer ama karakterler Amerikalıdır ve İngilizce konuşmaktadırlar. Ben seriyi tersten takip ettim. Dört beş sene önce 5. ve 6. filmi izlemiştim. Geçen hafta son zamanlardaki Japon korku filmi merakımın etkisiyle şunların bir de Japon versiyonlarını izleyeyim bari diyerek 3. ve 4. film izledim. Sonra bunların da aslında bir video versiyonları olduğunu öğrenince 1. ve 2. filmleri izledim. Filmleri pek birbirlerinden ayırmıyorum. Hepsi de beni bazı konularda yeterince tatmin etti, bazı konularda ise memnun etmedi. Memnun etmediği konular: tüm Uzakdoğu filmlerinde yaşadığım sorun olan tiplerin ve isimlerin birbirlerine çok benzemesinden dolayı dikkat dağılması sorunu. Kioto, Kayako, Kazmao, Küreko...Hepsinin dışı görünüşü ve ses tonları da çok benzeş olduğu için kağıt kalemle not tutmadan bu filmleri izlemek zor. Japon korku filmlerinde mantık arama işini uzun zaman önce bırakmış olmama rağmen Garez serisinin mantıksızlık konusunda Halka serisine veya Cevapsız Arama serisine tur bindirdiğini söylemeliyim. Beni tatmin eden konulara gelirsek, bir korku filminden beklediğim birinci özellik olan tekinsiz atmosfer yaratımı konusunda bütün Garez filmleri sınıfı geçti. Hele o merdivenler yok mu? Tavan araları...Açılan kapılar...İnsanda müthiş bir soğukluk ve tedirginliğe sebep olan, fazla aydınlık olmayan evler, işyerleri...Bazı karakterlerin anlaşılmaz tavırları, özellikle Toshio'nun tedirgin edici bakışları falan bütün bunlar Garez serisini benim için unutulmaz kıldı. Özellikle 3. ve 4. filmin çok tedirgin edici bulduğumu söylemeliyim. Mutfaktan ayva almaya bile zor gittim mesela. Bira eşliğinde izlemek zorunda kaldım bazı filmleri. 2009 yılında gösterime giren "The Grudge 3" var. Yönetmen Shimizu değil ve Toshio ve Kayako rollerinde başkaları oynuyor. Ve Amerika'da geçiyor. Seriyi tamamlama adına izlerim belki ama çok kötü olacağını şimdiden seziyorum. Bir batıl inancım da seriyi tamamlayan herkesin bu gareze maruz kalacağı yönünde..Bakalım göreceğiz. Beeeeeaaaaaaa!


   

09 Aralık 2010

Yeşil cadde holiganları buluşuyor


İçimden bir ses, spor ve taraftarlık üzerine mükemmel bir film olan "Green Street Hooligans/Holiganlar"a ve sirk gösterisi devam filmi "Green Street Hooligans 2/Holiganlar 2"ye konu olmuş ezeli West Ham United ve Millwall rekabetinin seneye aynı ligde devam edeceğini söylüyor. Bu hafta itibariyle West Ham United İngiltere Premier Lig'de sonuncu. Küme düşmeye en yakın aday. Takip ettiğim kadarıyla işler hiç iyi gitmiyor West Ham klübü için. Film sayesinde ezeli rekabetin rezil tarafı imajı üzerine yapışıp kalan Millwall takımıysa İngiltere Championship liginde onuncu sırada. Play-off oynamaları için en az altıncı olmaları lazım ve altıncıdan sadece beş puan gerideler. Bana seneye ikisi de Championship'te buluşurlar gibi geliyor. Dilerim ikisi de çok başarılı olur ve Premier Lig'de buluşurlar. O zaman bizler de televizyondan bu adrenalin şölenine tanık oluruz. Zira Championship Türkiye'de yayınlanmadığı için karşılaşmalarını izleme şansımız olmayacaktır.

05 Aralık 2010

Milenyumun en iyi 15 filmi

Merkez Dergi Grubu'nun çıkarttığı Sinema dergisi, yazarlarına 2000lerin en iyi 15 filmini seçtirdi. Daha önce okurlarına son 15 yılın en iyi filmlerini seçtirmişti. Ben bizzat kendim kişisel olarak (!) bu tür listeleri incelemeyi severim. Elbette itirazlar olacaktır. Ama yine de koskoca eleştirmen adamların bir bildiği vardır. İlerleyen günlerde yayınlayacağım kendi listemden şu anda beş film görebildim. Buyrun liste:

15- "Le Pianiste/Piyano Öğretmeni", Michael Haneke, 2001.
Haneke'nin en yapı bozucu hatta sinema tarihinin en yapı bozucu filmlerinden biri. Tuhaf karakter yaratımında 10 numara (bu arada bu 10 numara kullanımı şu aralar gençlik arasında çok yaygın. Ota buna 10 numara 10 numara diyorlar. Ağustos ayında İstanbul'a arabasını almaya gittiğim şahıs lastik 10 numara, yakıt tüketimi 10 numara, performans 10 numara, kaporta 10 numara...Kahrolsun klişeci zihniyet). "Amelie" için ayy çok güzelll yorumunu yapanlar, uzak durun.

14- "Lost in Translation/Bir Konuşabilse", Sofia Coppola, 2003.
Bu filmle ilgili o kadar iyi eleştiriler okumuştum ki bulabilmek için Ankara'nın diviksçilerinde yıllarımı harcamıştım. Çok iyi bir filmdi ama listeme girmez sanırım. Film amaçladığının aksine ben de müthiş bir Tokyo'ya gitme isteği uyandırmıştı.

13- "Lat den ratte komma in/Gir Kanıma", Tomas Alfredson, 2008.
Listede izlemediğim tek film. Aslında uzun zamandır aklımdaydı, bu listeden sonra izlemek şart oldu.

12- "The Return/Dönüş", Andrei Zvyaginstev, 2003.
Rusların Yeni Tarkovski olarak kabul ettikleri ismini yazması zor olan yönetmenin ilk filmi. Her sahnesi tablo gibi olan (biliyorum bazıları bu laftan sonra filmden uzaklaştı) film çocuk oyuncu yönetiminde de çok üstün. Zamanında filmle ilgili bir şeyler yazmıştım.

11- "Hable con ella/Konuş Onunla", Pedro Almadovar, 2002.
Almadovar'ın en sevdiğim filmi. Oldukça özgün hikayesi ve etkileyici oyuncu performanslarıyla çok şey vaad eden bir film.

10- "LOTR: The Fellowship of the Ring/Yüzük Kardeşliği", Peter Jackson, 2001.
LOTR'yi üçleme olarak alsalardı itirazım olmazdı. Ben öyle yapacağım. Söyleyecek söz var mı? Tarihin gördüğü en iyi üçlemelerden.

9- "Dancer in the Dark/Karanlıkta Dans", Lars von Trier, 2000.
Björk gibi bir dünya starından bu kadar inandırıcı bir kaybeden yaratmayı başarabildiği için takdir etmişimdir "Dancer in the Dark"ı. Filmin dram yükü de kaldırılacak gibi değilken, bana en uzak tür olan müzikale kayması benim için filmin tek eksiği. Şu anda çok iyi hatırlamıyorum ama müzikal sahneler eğer karakterin hayalinde gerçekleşiyorsa söylediğimi geri alıyorum.

8- "Children of Men/Son Umut", Alfonso Cuaron, 2006.
En büyük itirazım bu filme. Gerek bu listede gerekse de Imdb Top 250'de ne işi olduğunu hala çözebilmiş değilim. Bir iki seneye kadar Top 250'den gidecektir ama maalesef bu listede baki kalacak. 

7- "Eternal Sunshine of the Spotless Mind/Sil Baştan", Michel Gondry, 2004.
Genç kızlarla üzerinde en çok fikir birliğine vardığımız mevzu bu filmdir herhalde. Bu filmi elde etmek için de iyi mesai harcamıştım zamanında. Gelmiş geçmiş en iyi indie'lerden.

6- "Kill Bill: Vol 1", Quentin Tarantino, 2003.
Ben bir insan tanıyorum, bu filmi izlerken uyuyakaldı. Tanımaktan öte, o kişi benim erkek kardeşim. O gün bugündür görüşmüyoruz kendisiyle. Bana bir şey olursa mezarıma da gelmesin.

5- "Memento/Akıl Defteri", Christopher Nolan, 2000.
Hell, yeah! Nolan da Yeni Kubrick olarak algılanmya başlandı artık. En sevdiğim Nolan filmi. Çok iyi bir zihin jimnastiği mi bakmıştınız?

4- "Spirited Away/Ruhların Kaçışı", Hayao Miyazaki, 2001.
Miyazaki en çok ihmal ettiğim yönetmenlerden biri. Trt'de çıkan Japon çizgi filmlerini anımsattığı için olmalı. Bu adamda bir derinlik var eminim. Zamanında çok iyi değerlendiremediğim bu filmi bir daha izlesem yeni bir şeyler keşfedeceğim, eminim.

3- "There Will Be Blood/Kan Dökülecek", Paul Thomas Anderson, 2007.
Daniel Day-Lewis'in destansı performansı eğer bu filmi milenyumun en iyi üçüncü filmi yapmışsa itirazım var. Nice oyuncu destanları var bunun gibi. Onun dışında evet çok iyi bir epik sinema örneği ama bronz madalya alacak kadar değil kanımca.

2- "Mulholland Dr./ Mulholland Çıkmazı", David Lynch, 2001.
Beni şimdiye kadar en korkutan sahne bu filmde yer alıyor. Akıllara ziyan yönetmenden akıllara ziyan bir film. Gerçekten 10 numara. "Lost Highway/Kayıp Otoban"la beraber bana feleğimi şaşırtmışlardı zamanında. "Blue Velvet/Mavi Kadife"yi de unutmayalım.

1- "In the Mood for Love/Aşk Zamanı", Wong Kar-Wai, 2000.
Bu filmi de yıllarca diviksçilerde arayıp da bulamayınca ümidimi kesmek üzereydim. Ankara'da alakasız bir yerde dvdsini görünce almıştım. Devam filmi "2046"yla beraber ben de hayal kırıklığı yaratmış iki filmdir. Bu listede birinci olması daha da büyük bir hayal kırıklığına sebep oldu. İkisine de yedi vermiştim zamanında. Genç kızların bayıldığı bir film olan "In the Mood for Love", özentili görüntü yönetimi ve ilginç hikayesiyle izlenilebilir bir film ama bence milenyumun en iyi filmi kesinlikle değil.

04 Aralık 2010

"The Driller Killer" (1979) ve "American Psycho"yu (2000) yeniden izlemek

En son keşfettiğim yönetmen olan Abel Ferrera'nın filmlerini kronolojik sıraya göre izlemek isteğimden dolayı açılışı bu ilk normal (!) filmiyle yaptım. Ferrera aynı zamanda başrolde oynuyor. New York'lu ressam Reno'nun adım adım deliliğe doğru evrilmesinin kitsch öyküsü. Filmin başlarında sıradan bir New Yorker gibi duran Reno, kulak tırmalayan bir müzik eşliğinde giderek bir seri katile dönüşür. Benim izlediğim versiyonunun görüntü ve ses yönetimi çok kötü olduğu için filmden pek bir zevk alamadım. Ayrıca "The Driller Killer/Matkapçı Katil" basbayağı kötü bir film; ancak Abel Ferrera'nın nasıl bir sinema peşinde olduğuyla ilgili ipucu veriyor. Yani New York'ta geçen bağımsız suç öyküleri. İnsanın karanlık tarafıyla ilgilenen bir sinema anlayışı. Nereden okuduysam bir sitede bu filmin ve Brian De Palma'nın "Body Double/Sahte Vücutlar"ının, "American Psycho/Amerikan Sapığı"nın favori filmleri olduğu yazıyordu. "American Psycho"yu arşivcilik yıllarımın başlarında izlemiştim ve henüz "Psycho/Sapık"ı, "The Silence of the Lambs/Kuzuların Sessizliği"ni ve "The Texas Chainsaw Massacre/Teksas Katliamı"nı (1974) o dönemde izlememiş olduğum için bu filmden de pek bir şey anlamamıştım ve altı gibi düşük bir not vermiştim. Bu filmde kaliteli bir şeyler olduğunu seziyordum ve tekrar izlemek istiyordum. "The Driller Killer" buna vesile oldu. Filmin hiçbir yerinde ne "The Driller Killer"dan ne de "Body Double"dan bir iz yok. Bir tek sahnede Patrick Bateman'ın egzersiz yaparken televizyonda "The Texas Chainsaw Massacre"ın sonundaki manyak sahnenin oynadığını görüyoruz. Sanırım o vurgular film için değil de kitap için yapılmış olmalı. Filme dönecek olursak her kaliteli seri katil filminde olduğu gibi "American Psycho"da da destansı bir oyunculuk performansı var. İsmi fena halde Norman Bates'i çağrıştıran Patrick Bateman rolünde Christian Bale akıl almaz bir performans sergiliyor. Zaten filmin bir yerinde Ed Gein'den bahsederek yukarıda saydığım seri katil filmleriyle olan akrabalığını açığa çıkarıyor. Çok tuhaf bir karakter olan Bateman da görünürde elit bir New Yorker'dır. En iyi arabalara binip en güzel kadınlarla beraber olmaktadır ve işinde oldukça başarılı. Oldukça zengindir ve çok çekici bir fiziğe sahiptir. Ama filmin çok başarılı bir şekilde işlediği üzere o da tıpkı "The Driller Killer" gibi adım adım deliliğe doğru yol almaktadır. İnsanlıkla bağlantısını filmin ilerlediği dakikalara paralel olarak kaybeder. Etrafında kendisinin sahip olduğundan daha iyi bir özelliğe sahip olan herkesi öldürmek ister. Şu sahnede kendisinden daha iyi karta sahip olan meslektaşını nasıl kısakandığına bir bakar mısınız?



21. yüzyılın en iyi 100 romanı arasında sayılan kitabı okuyanlar filmin kitapta anlatılanın az bir bölümünü yansıtabildiğini düşünseler de bence olağanüstü bir film "American Psycho". Bazen insanda Amerikan Sapığı olma isteği uyandıran insan iki yüzlülüklerine cepheden saldırıyor. Bale'in performansının insanda bu adam seri katil olmalı duygusu uyandırması da cabası. Stilize görüntü yönetimi ve filmi daha da tuhaf yapan kıl mizah anlayışıyla avangard bir film. Mutlaka izleyin. Devam filmi "American Psycho 2: All American Girl" ise hatırladığım kadarıyla bir sirk gösterisi kıvamındaydı ve şimdilik tekrar izlemeyi düşünmüyorum. 

28 Kasım 2010

En iyi 10 şerefsiz performansı


Anti-kahramanlarla ilgili listeyi hazırlarken bir de kötü adam listesi hazırlama fikri bende oluştu. Bu şerefsiz kötü adamlar (assholes) her filmde olmasına rağmen bazıları seyircide infiale yol açacak denli unutulmaz olurlar. Neredeyse sokakta görseniz kafa göz dalacak gibi hissedebilirsiniz kendinizi. İşte benim listem:


10- Latso (Ned Beatty ses)

Film: “Toy Story 3\Oyuncak Hikayesi 3”, Lee Unkrich, 2010.

Bu listeyi uzun zamandan beri hazırlıyordum ve dokuz filmde tıkanmıştım. Bir türlü onuncu şerefsizi bulamıyordum. Geçenlerde “Toy Story 3”ü bir daha izlerken kendimi şerefsiz Latso, şerefsiz Latso diye tekrarlarken buldum. İnsanlıktan değil oyuncaklıktan nasibini almamış bu ayı, “Toy Story 3” gibi sevgi dolu bir filmde bile bu kadar itici olmayı başarabiliyorsa demek ki başarılı bir asshole performansıdır diye düşündüm.

9- T-1000 (Richard Patrick)

Film: “Terminator 2: Judgement Day\Terminatör 2”, James Cameron, 1991.

Dokuz numaradaki şerefsiz performansı bir insana değil bir robota ait. “Terminator 2”daki T-1000’in akıllara ziyan performansını ve kötülük işlemek için harekete geçmiş inanılmaz azmini nasıl unutabiliriz ki? Aslında gayet yakışıklı bir adam olan Richard Patrick’in o tedirgin edici bakışları ve donuk yüz ifadesi izleyicide nefret duygusu oluşmasında gayet etkili olmuştu. Robert Rodriguez’in “The Faculty\Fakülte” isimli filminde de benzer bir performansı vardı Patrick’in. Kendisini “New York’ta Beş Minare”deki karikatür zenofobik polis rolünde görünce nereden nereye demekten kendimi alamadım.

8- Kemal (Ufuk Bayraktar)

Film: “Ali’nin Sekiz Günü”, Cemal Şan, 2009.

İşte benim adamlarımdan biri. Ve benim gördüğüm biri. Bugünlerde “Ezel” (bütün yerli diziler kötüdür) adlı dizide rol almaya başlayarak benim gözümdeki efsane statüsünü yerle bir etmişse de, Ufuk Bayraktar ilginç fiziğinin ve toplumsal altyapısının avantajlarını perdeye yansıtmayı başarabilmiş bir oyuncudur. Cemal Şan’ın Sekiz Gün üçlemesinin son ayağında gerçekten iğrenç bir adamı canlandırır. Ağzı bozuk, kötü niyetli ve asalak bir tiptir Kemal. Toplumdaki çürümüşlüğün çok başarılı bir yansıması. Bu filmi izlettiğim bir arkadaşın kendisine şerefsiz diye hitap ettiğini duymuştum.

7- Özel Dedektif Loren Visser (M. Emmet Walsh)

Film: “Blood Simple\Kansız”, Joel Coen, 1984.

Coen kardeşlerin bu ilk filmi mükemmel bir kara film parodisidir. Kardeşlerin neredeyse tüm filmlerinde işlenecek olan suçu yüzüne gözüne bulaştırma (botching a crime) teması bu ilk filmde de işlenmektedir. Coen’lerin film gramerini oluşturan suça bulaşan aptal ve beceriksiz; yetersiz ama uyanık karakter çatışması bu filmde de mevcuttur. Bu aptal da inanılmaz kötü olan özel dedektif Visser’i kiralar. Tosbağa arabası ve Teksas’lı Cumhuriyetçilerin taktığı şapkayla ve kaçınılmaz olarak Güneyli aksanıyla inanılmaz sinir bozucudur Visser. Abazandır. Bir an önce geberip gitmesini ister seyirci. Fena halde bir daha izleyesim geldi şu anda.

6- Eugen Thiess (Peter Chatel)

Film: “Faustrecht der Freiheit\Fox ve Arkadaşları”, Rainer Werner Fassbinder, 1975.

Fassbinder evreninin en tipik eserlerinden olan “Faustrecht der Freiheit”da da inanılmaz kötü bir karakter var. Filmde Fassbinder tarafından canlandırılan Franz karakteri ayak takımına ait bir eşcinseldir. Fassbinder’in camp estetik anlayışı sonucu kendisine lotodan para çıkar ve sınıf atlamış olur. Burjuva bir aileden gelen ve ekonomik çıkmazda olan Eugen, Franz’la eşcinsel bir birlikteliğe başlar ve kendisini her anlamda sömürmeye başlar. Eugen’in sofistike dünyasının büyüsüne kapılmış olan Franz bir oyuncağa dönüşmüştür artık. Eugen’in sömürgen, şerefsiz, iki yüzlü adam performansı mutlaka görülmeli.

5- Dwight Hansen (Robert De Niro)

Film: “This Boy’s Life\Bu Çocuğun Hayatı”, Michael Caton-Jones, 1993.

Birçokları tarafından Leonardo DiCaprio’nun başarılı performansıyla hatırlansa da ben “This Boy’s Life”ı DeNiro’nun şerefsiz performansıyla hatırlarım. Bu listede üvey babanın olmaması imkansızdı; çünkü üvey babalar sanat eserlerinde çoğunlukla mutsuzluk kaynağı olarak resmedilirler. Buradaki DeNiro performansı da seyircide tiksinti uyandıracak kadar başarılı. Fiziksel şiddetin yanında dayanılmaz bir psikolojik şiddet uyguluyor Dwight. Neredeyse her sözcüğü bir psikolojik şiddet aracı. En mülayim adama bile bela okutturacak bir şerefsiz performansı DeNiro’dan.

4- Amon Goeth (Ralph Fienness)

Film: “Schindler’s List\Schindler’in Listesi”, Steven Speilberg, 1993.

Listede yukarılara tırmandıkça filmlerin dramatik boyutlarının da yükseldiğini görüyoruz. Tarihteki en şerefsiz insanlar Naziler olduğuna göre bu listede birkaç tane (?) Nazi görmemiz çok doğal. Spielberg’in epik dramında bir Nazi subayı var ki kötülükten yanına yaklaşılmaz. Onun o kampta spor olsun diye insanları dürbünlü tüfekle öldürme sahnesi izleyen herkeste inanılmaz boyutlarda nefret duygusuna sebep olmuştur eminim. Tip olarak da bu tip rollere gidebilen bir oyuncu olan Fiennes’in Amon Goeth performansı unutulmaz nitelikte.

3- Hemşire Ratched (Louise Fletcher)

Film: “One Flew Over the Cuckoo’s Nest\Guguk Kuşu”, Milos Forman, 1975.

Bir sinemasevere böyle bir liste hazırlıyorum sence kim vardır desem, ilk önce Hemşire Ratched’ın adını verirdi herhalde. Son zamanlarda çok yaygın bir kullanım olan 10 Numara bir film “Guguk Kuşu”. Melek yüzünün aksine faşizan duygulara sahip Hemşire Ratched, hastaları inim inim inletiyor. İnanılmaz psikolojik ve fiziksel işkence metotlarına sahip Ratched’ın adı acaba Amerikan filmlerinde hep kötü insana atfedilen rat\sıçan kelimesini mi çağrıştırıyor? Bence birebir kan emici düzeni çağrıştırıyor filmde. Tam bir klasik.

2- Doktor Rusu (Ion Sapdaru)

Film: “4 luni, 3 saptamani si 2 zile\4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün”, Cristian Mungiu, 2007.

Romen bir arkadaşıma bu filmden bahsettiğimde hemen konuyu kapatmaya çalıştığını gözlemlemiştim. Buradaki doktor Rusu karakterinin kötülüğü bir yana filmin kendisi insanı bayağı sarsıyor. Komünist rejimin çözülmeye başladığı 90lı yıllarda Romanya’da geçen filmde inanılmaz şeyler oluyor. Görünüşte sıradan birine benzeyen Rusu karakteri o kadar çirkinleşiyor ki insanlığınızdan utanıyorsunuz. Tekrar uyarıyorum filmin dram yükü çok çok ağır.

1- Albay Hans Landa (Christoph Waltz)

Film: “Inglorious Basterds\Soysuzlar Çetesi”, Quentin Tarantino, 2009.

Annnnd, Oscar goes to Waltz. Waltz gerçekten bu rolle Oscar aldı. Tabi ben onu bir numaraya Oscar aldığı için değil inanılmaz başarılı bulduğum için aldım. Tarantino’nun bu mizah yönü de bir hayli fazla olan filminde bu kadar nefret uyandırmak çok büyük iş diye düşünüyorum. Kendisinin de içinde olduğu bir hayli komik sahne olmasına rağmen, Waltz seyircide müthiş bir tedirginlikle karışık nefret duygusu uyandırıyor. Sinemadan çıkıp eve giderken ya bu adama yakalanırsam diye düşünmeden edemiyorsunuz. Filmin sonunda layığını bulması seyircide bir rahatlamaya sebep oluyor. Müthiş bir performans.

Bir hafta sonra gelen düzeltme: Gerardo Taracena'yı unutmuşum. Çok pişmanım. 

27 Kasım 2010

"Reincarnation" (2005)

Takashi Shimizu'nun "Reincarantion/Reankarnasyon"u Japon halk müziğinin sorunları üzerine değil elbette ki reankarnasyon üzerine bir film. Japon korku filmleri izleme isteğim depreşince yaptığım araştırmada karşıma çıktı ve izledim. Garez'lerin yönetmeni olarak bilinen Shimizu'nun başarılı bir Japon atmosfer korku filmi çekmiş olabileceğini düşünmüştüm, yanılmışım. Hiçbir anında insana diken üstünde oturuyormuş hissi vermiyor "Reincarnation". "Child's Play/Çocuk Oyunu"nundan aşırma bir bebek ögesi ve olmazsa olmaz kız çocuğu terörü filmi kurtarmaya yetmiyor. Ömrüm boyunca bir daha izlemeyeceğime eminim.

Herşeyim sensin

Bu resim bugünün ortalarında Kanaltürk adlı ulusal kanalın yayınladığı bir film esnasında çekildi. Resimde görülen kişi Türkiye'nin ilk Dracula'sı Atıf Kaptan. Fakat bunun yazımla bir ilgisi yok. Filmi de seyretmedim. Benim dikkat çekmek istediğim konu filmin adının yanlış yazılmış olması. Herşey değil her şey şeklinde yazılması gerekiyordu. Bir zamanlar da Berdan Mardini'nin bir klibi gözüme ilişmişti. Soru ekini bitişik yazmışlardı. Rahatsız mısın nesin böyle şeylere takıyorsun diye düşünmüş olabilirsiniz. Ben İngilizce öğretmeniyim ve sıfır milliyetçiyim. Yani bu örnekleri ucuz milliyetçilik yapmak için vermiyorum. Bunlar günümüzde sıkıntısını çektiğimiz sığlaşmanın, sıradanlaşmanın yansımaları. Eğitim sistemi enstrümanıyla tektip, sorgulamayan, merak etmeyen, araştırmayan bireyler yetiştiriliyor. Bu amaçta ilerlerken ezberci anlayış en büyük yardımcı. Bu tür çok basit kuralları ezberlettirmek yerine, insanlar okumaya özendirilseydi böyle hataları göremezdik herhalde. Üzülüyorum, yazık.   

26 Kasım 2010

"The Incredible Shrinking Man" (1957)

Estarabi blogda görünce, ben bu filmi TRT'den bir yerlerden hatırlıyorum diye düşündüm. Çocukluğumda da bazı sahnelerini izlemiş olabilirim. 50li yıllara ait nice b filminden başarılı olanlar kategorisine giriyor John Arnold'ın "The Incredible Shrinking Man/Kendi Kendine Küçülen Adam"ı. Biraz İngilizce öğretmenliği yapayım. Shrink burada küçülmek anlamında kullanılmış (youtube'da da bu anlamda kullanılıyor) ama aslında Amerikan filmlerinde çok geçer ve psikiyatr/psikolog anlamındadır. Özellikle Woody Allen sık sık shrink'e gitmek ve kendisine bir dolu para bayılmakla ilgili espiriler yapar. Bir radyoaktif bulutuna maruz kalan kahramanımız filmin adından da anlaşılacağı üzere boyut olarak küçülmeye başlar. Kaybeden filmlerinde sistemin kaybedeni terk etmesi gibi Scott da herkes tarafından bir şekilde terk edilir ve bir ayakta kalma mücadelesine girişir. Kısa ama ilgiyle izlenen bir film. O yıllarda girişilen iyi niyetli çabaları takdir etmemek elde değil. Özellikle devasa eşya maketleriyle gerçekleştirilen çekimler oldukça başarılı ve endişeyle karışık merak duygusunu çok iyi harekete geçiriyor. Ancak üst üst bindirme yöntemiyle çekilen sahneler, bazı Hitchock filmlerindeki gibi, günümüzden bakınca karikatür kalabiliyor. Ama yine de hoş.

23 Kasım 2010

Bir blaxploitation olarak "Coffy"

İlk blaxploitation filmimi izlemiş bulunmaktayım. Burada bir kelime oyunu var. Exploitation istismar demek, black de malum siyah anlamına geliyor. Bu filmlerde siyahi insanlar istismar edilir, aşağılanır gibi algılanmasın tam tersine bu filmlerde istismar eden taraf siyahlardır ve beyazlar sisteme ait çürümüşlüğü, yozlaşmayı sembolize ederler. Baş karakter suç dünyasına ait siyahlardır ve beyazlarla bir mücadele içerisindedir. Peki nereden çıktı 1973 tarihli "Coffy"yi izlemek? Bu filmi Tarantino'nun en sevdiği 10 film listesinde gördüm. 1997 yılında çektiği "Jackie Brown"un başrol oyuncusu Pam Grier'a olan ilgisinin sebebi de anlaşılmış oldu böylece. Muhtemelen izlediği yıllarda Tarantino'ya çok özel duygular hissettirmiş olmalı "Coffy"; ancak herhangi bir top 10 listesine giremeyecek kadar sıradan bir film. Belki en tipik 10 blaxploitation filmi listesine girebilir. Kız kardeşi uyuşturucu mafyası tarafından ölmekten beter edilen hemşire Coffy'nin intikam hikayesi. Erotizm dozu yüksek tutulmuş olan film, ucuz aksiyon ve öldürme sahneleri barındırmakta. Sadece Tarantino'nun favori bir filmini izlemek istiyorsanız izleyin aksi takdirde vakit kaybı.  


21 Kasım 2010

"Before"lar

Ya iki tane film vardı, böyle bir günde geçiyordu, çok romantikti falan neydi, neydi? Buna benzer cümleler sinema sohbetlerinde duyulur herhalde. O iki filmden benim de haberim vardı; ancak izlemem henüz gerçekleşti. Bir devam filminin bu kadar başarılı olabildiği seriler azdır. Benim uydurduğum bir tanım olan "Before"lar da  başarılı devam filmine örnek verilebilecek bir serinin parçaları. Yönetmen Richard Linklater (buna da eğileceğim) Amerikan bağımsız sinemasının önemli simalarından. Filmlerinin özelliği durmak bilmeyen diyaloglardan oluşması. 1994'te "Before Sunrise/Günbatımından Önce" adlı bir film çekiyor. Çok özgün bir hikayesi var filmin. Avrupa'da dolanmakta olan Jesse, Viyana'dan uçağa binip ülkesinin (Amerika'nın) yolunu tutacaktır. Trende Fransız bir kızla tanışır tesadüf eseri. Kız Paris'e gitmektedir. Viyana'ya gelen Jesse, Celine'le aralarında bir bağ kurulduğunu hisseder ve sabaha kadar Viyana'da dolaşmayı önerir Celine'e. Bu cüretkar teklife şaşıran Celine de aynı bağı hissettiği için kabul eder. Ve yolculuk başlar. Yürüyerek Viyana'nın altını üstüne getiren çift sürekli konuşur da konuşur. Bu yoğun diyalog bombardımanı esnasında çoğunlukla kadın erkek ilişkileri olmak üzere hayata dair çok özgün fikirler duyarız. Birçoğumuzun aslında bilip de reddeder gibi göründüğü fikirlerdir bunlar. Ve klasik anlamda bence hiç de romantik değildir. Bu filmleri romantik bulanlar diyalogları dinlemeyip sadece verilen fotoğraflarla ilgilenmiş olmalı diye düşünüyorum. İkinci film yani "Before Sunset/Gün Batmadan" (2004) bir on yıl sonra Paris'te geçer. Viyana'daki o günü unutamayan Jesse, o güne dair bir kitap yazar ve kitabın tanıtım turunda yolu Paris'e düşer. Bu geziden haberi olan Celine de mekana uğrar ve Jesse'yle karşılaşırlar. Uçağın kalkmasına iki, üç saat kadar vardır ve Jesse bu sefer de Paris'te dolaşmayı önerir Celine'e. Yine bir diyalog bombardımanı. Yine çok ilginç fikirler. Ve yine romantik olarak algılanacak fotoğraflar. Bu on senede hiçbir şey değişmemiş gibi görünse de aslında çook şey değişmiştir. Gerçekleşen ve gerçekleşmeyen olaylarla ilgili bir şeyler yazmak istemiyorum; çünkü izlememiş olanlar için filmlerin büyüsünü bozacaktır. İki adet pırıl pırıl film. İki çok iyi ve çok güzel oyuncu. Benim kişisel tercijim diyalogların biraz azaltılıp şehirlerin biraz daha ön plana çıkarılması olurdu. Çarpıcı bir örnek vereyim: Aki Kaurismaki'in "Take Care of Your Scarf Tatiana/Başörtünün Çaresine Bak, Tatiana" filminin altyazı dosyası MS Word'de 14 sayfa tutarken, "Before Sunrise"ın dosyası 112 sayfa tutmaktadır. Son uyarım: aşk filmleri olarak sunulan bu filmlerin tezi, "Sleepless in Seattle/Sevginin Bağladıkları" veya "You've Got Mail/Mesajınız Var"ın tam karşısında duruyor.  

20 Kasım 2010

Japon korku filmlerindeki kız çocuğu terörü veya [rahatsız bunlar]

Birkaç yıl içerisinde Uzakdoğu dillerinden birini öğrenerek yan kariyer yapma düşüncelerine girince nicedir bir Japon korku filmi izlemediğim aklıma geldi. Uzakdoğudan çıkan komedi ve aksiyonlara mesafeli olduğumu daha önceki yazılarımda belirtmiştim sanırım. Korku filmlerine ise bayılırım. İyi bir korku filmi izleyicisi olarak kanın gövdeyi götürdüğü filmler benim için korkutucu olmaktan uzak eğlencelik işlerdir fakat korktuğum tüm filmler bunu atmosfer yaratımıyla başarmışlardır. "Mulholland Dr./Mulholland Çıkmazı"nı veya "Lost Highway/Kayıp Otoban"ı izlerken bir an önce uyuyup o günü bitirip, yeni güzel bir güne başlamak istemiştim mesela. Japonlar İngilizcesi creepy olan tırsıtıcı atmosfer yaratımında çok başarılıdırlar. "Ring/Halka"dan sonra çocukları veya elektronik aletleri özne olarak kullanma eğilimi Japon korku sinemasında sıkça görülmektedir. Dün bizzat "Ringu"nun yönetmeni Hideo Nakata'nın, bir çocuğu korku öznesi olarak kullandığı, "Dark Water"ını izledim. Yani imdb'ye göre "Honoguri mizu no soko kara"yı. Aslında daha önce 2005 yılında Walter Salles'in yönettiği Amerikan yeniden çevrimini izlemiştim. Imdb'den 5,6 almış o filme 8 vermiştim, başarılı atmosfer yaratımın sayesinde. Eğer önce Japon orjinalini izlemiş olsaydım eminim o kadar yüksek bir not vermezdim Amerikan versiyonuna. Son yıllarda beni en çok korkutan filmlerden biri oldu diyebilirim. Elbette eğlendiğim iyi korku filmleri olmadı değil ama "Dark Water"ın başardığı gibi beni tırsıtan çok film olmadı. Mekanın (tüm bölümleriyle eski bir apartman) korkutuculuğu gerçekten başarılı olmuş. Filmde bir kez bile kan görünmüyor ama dediğim gibi tuhaf atmosfer ve mekan kullanımı filmin amacına ulaşmasında çok iyi rol oynuyorlar. Kasvetli, boğan, tedirgin eden bir film. Bir bıçağın keskin tarafını avucunuzun içinde tutmak gibi bir şey. Sonlarda gerçekleşen bazı mantıksal eksiklikler dışında bence aksayan hiçbir tarafı yok. Ki o bölümler de tırsıtıcı olmaktan uzak değiller. Bu arada dün bir otel lobisinde arkadaşlarla oturuken (!) birden o "One Missed Call/Cevapsız Arama"daki (2003) ölüm melodisi çalmasın mı? İşte dedim gidiyoruz ve aklıma "The Grudge/Garez"deki o kadın geldi beeeeeeeeeeeeeeeeeeeee!

19 Kasım 2010

"Pale Rider" (1985)

Babadan (Eastwood) bir film izlemeyeli bayağı olmuş. En son "High Plains Drifter/Kasabadaki Yabancı"yı izlemiştim. "Pale Rider/Namludaki Adalet" de birçok açıdan "High Plains Drifter"a benziyor. Eastwood yine isimsiz gezgin bir adalet dağıtıcı ve bir hikayesi var. Her iki film de Eastwood'un Cumhuriyetçi maskülen evreninde yoğrulmuş intikam öyküleri. Dini ögeler ve insanüstü özellikleri ima edilen baş karakterler de iki filmin diğer ortak noktaları. "High Plains Drifter"daki anti-kahraman Benim Adım Kerim (bu isimde Yılmaz Güney'in bir filmi var) edasıyla ortalıklarda dolaşırken ve her türlü pisliği yaparken, "Pale Rider"ın isimsizi bir din adamı ve erdemli. Gerek "Unforgiven/Affedilmez"le gerekse de içinde yönetmen veya oyuncu olarak bulunduğu birçok filmle westernin zirvelerini yapan Eastwood'dan çok da derinlikli olmayan bir western yorumu olarak bakıyorum "Pale Rider"a. Benden sağlam bir yedi alır ama fazla yeni bir şey vaadetmeyen bir western "Pale Rider". Benim gibi babanın hayranıysanız veya western türüne özel ilginiz varsa, film size özel anlar yaşatabilir. Aksi taktirde sizin için vakit kaybı olacaktır.


Pale Rider (Theatrical Trailer)
Yükleyen NakedBrotha2007. - Tüm sezonlar ve tüm bölümler

"Taxidi sta Kythira"yı izlediniz mi?

Veya afişteki film "Vozvrashcheniye"yi? Ya "Bin Jip", "Gwoemul", "Wo hu cang long", "Kill Bill"in esin kaynağı olan "Shurayukihime"...Latin alfabesinde olmayan dillerde çekilen filmlerin adlarının yazılışındaki mantıksızlığa değinmek istiyorum. Yukarıda verdiğim örnekler nasıl ortaya çıkıyor? Bir Koreli bin jip diyor, anadili İngilizce olan bir kişi o sesi nasıl duyuyorsa kendi alfabesine uyarlıyor ve bu şekilde filmin adı konmuş oluyor. Bu filmlerin aslında uluslararası bir adı da var (international title). Yukarıdaki filmlerin uluslararası adları sırasıyla "The Return", "3-Iron", "The Host", "Crouching Tiger, Hidden Dragon" ve "Lady Snowblood". Aslında bu yazıyı yazmamdaki amacım IMDB'nin bu yanlıştan döndüğünü düşündüğümden dolayıydı. Mesela önceden "The Host"u Gwoemul şeklinde yazarlardı artık yazmıyorlar. Fakat "Shurayukihime"de, "Mononike-hime"de, "Ta'm e guillas"da eski uygulama devam ediyor. Önceden bu filmleri bu ucube şekliyle yazarlardı, artık döndüler diye düşünüyordum fakat bu konuda anlayamadığım bir standartları olduğunu fark ettim. Biraz araştırınca filmin başında ekranda göründüğü şekilde yazdıklarını okudum. Fakat birkaç gün önce izlediğim "Baise-Moi/Düz Beni" filminde ekranda "Baise-Moi" yazarken, imdb'de "Rape Me" şeklinde film sunuluyor. Bu uygulamaya geçeli bir sene olmadı. Acaba sistem yavaş yavaş mı ilerliyor? O kadar filmin adını değiştirmek belli bir zaman alacaktır. Neyse, filmin adı ekranda anlattığım şekilde yazılsa da onu o varolmayan dilde ifade etmek bana çok mantıksız geliyor.

18 Kasım 2010

İki çok kötü film

Amcamın oğlu Haydar bir dönem Bitlis'te yaşadığı için "New York'ta Beş Minare"ye gitmek istiyordu. Kendisine bak gel movie-buff sözü dinle, bu çok kötü bir film dedimse de dinletemedim. Gittik. Gel de halk(a)tan kopuk olma! Bolu'da gördüğüm en kalabalık sinema kitlesi vardı salonda. Bu kitle içinde eli ayağı tutmayan yaşlı kadınlar bile vardı. Bu halkı F5 tuşuyla yenileyebilsek keşke. Siyaset televolelerini izleyen biri olarak Mahsun halk nazarında nelerin paraya çevrileceğini iyi etüd etmiş ve görünüşe göre istediğini de alıyor. Bu kadar b**an bir film izlediğimi hatırlamıyorum. Filmde doğru düzgün olan hiçbir şey yok. Mahsun'un oyunculuğunu övenler varmış duyduğuma göre. Böyle bir takım trip kesmeler, biraz daha eski deyimle polim yapmalar, akınmalar, sıkınmalar falan mı iyi oyunculuk? Her şeyi bırak güya adam İngilizce konuşuyor, halk tembel olduğundan altyazı okumaz diye adama Türkçe dublaj yaptırıyorsun, sonra Mahsun soruyor ne dedi ne dedi...Bir taraflarımla güldüm kızgınlıkla karışık. Adabı olmayan kötü bir film "New York'ta Beş Minare"...A travesty of Hollywood action films.


"Ms. 45/Bayan 45'lik"le ilgili yorumlarda karşıma çıkan bu filmle ilgili önceden de bazı yazılar okuduğum için izlemek istedim. Bildiğiniz konulu porno. Zaten başrol oynayan iki kadın da porno film oyuncusuymuş. "Baise-Moi/Düz Beni" hiçbir ilgi çekici tarafı olmayan sıkıcı bir film. Feminist duruş falan aramak gibi bir işe kalkışmak abesle iştigal. Bu filmin bana kattığı tek artı çok sevilen bir formül olan yol-suç-couple (ikili) filmleriyle ilgili ileride bir yazı yazmamın iyi olacağı düşüncesiydi.  

17 Kasım 2010

Resmen arındım

 Bu yazı spoiler (filmin sağlıklı izlenmesini etkileyen bilgi) içerebilir.

Aristoteles ünlü Ars Poeitaca adlı eserinde klasik Yunan trajedilerinin gramerini anlatmıştır. Bu eserde tarifini yaptığı catharsis yani "arınma" bir trajedyanın seyirci üzerinde gerçekleştirmesi beklenen şeydir. Seyirci karakterle özdeşleşecek ve eserin sonunda meydana gelenler seyircinin evreni anlama bakış açısıyla uyuşacak ve dolayısıyla seyircide bir arınma, bir rahatlama meydan gelecektir. Bu şekilde herkes mutlu mesut işine gücüne bakacaktır. Bir önceki yazımda bahsettiğim 2007 tarihli Sean Penn imzalı "Into the Wild/Özgülük Yolu"nda başıma gelenler de bir nevi catharsis'ti. Sanırım hayatımın filmini izleyeceğim diye yazmıştım. Eastwood şaheseri "Million Dollar Baby/Milyonluk Bebek"i izlemeden önce hissettiklerimi hissediyordum. O olmadı. Ama neler oldu? NTV futbol yorumcusu Rıdvan Dilmen Fenerbahçe'li Alex koşmuyor, onunla Edirne'den öteye gidemezsiniz eleştirilerine cevap verirken: Güntekin sana bir forvet oyuncusu alacağım, her sene 15-20 gol atacak bir o kadar da asist yapacak, arada sırada ortasahaya gelip bir ortasaha oyuncusu gibi de oynayacak desem almaz mısın Allah aşkına, der (sinema dışı branşa kayış: Alex günümüz futbolunda Zeki Demirkubuz'un çektiği bir müzikal gibi kalıyor veya Alfred Hitchcock'un çektiği bir Pixar animasyonu gibi). "Into the Wild"da da benim hissettiklerim buna benzer şeyler. Düz mantıkla; eğer bir film örneğin kafamı karıştırıyorsa, beni düşünmeye sevkediyorsa, çok iyi müziklere (akustik gitar müzikleri) sahipse, Amerikan kırsalından çok iyi görüntülere sahipse iyi bir filmdir. "Into the Wild" da iyi çok iyi bir film benim nazarımda. Gerçek bir hikayeden yola çıkıyor. Kaalıç'dan çok iyi bir dereceyle mezun olan iyi aile çocuğu Christopher Johnson McCandless, en başta ailesinin sonra da toplumun sahip olduğu iki yüzlülükten diskinmektedir. Şerefsiz babası evli ve bir çocuk sahibiyken, Chris'in annesiyle tanışıp evi terketmiştir. Dolayısıyla dünyaya geliş şeklini bile bir yanlışlık olarak görür Chris. Havevır, bu aile Amerikan rüyasını gerçekleştirmiş yani görüntü de süper başarılır, uyumlu ve zengin bir ailedir. Filmin başında yer alan Chris'in mezuniyet töreni sonrası ailece gittikleri kutlama yemeğindeki sahne çok iyi tasarlanmıştır. Bay Başarı Öyküsü Chris, Horward Hukuk Fakültesi'ne girmek için tüm notlara ve iyi aile cv'sine sahiptir. Ailesi sahip külüstür arabanın yerine kendisine bir Cadillac alacaklarını müjdelerler. Chris'in ailesi ve toplumdan ilk uzaklaşma anlarını bu sahnede görürüz. Kısaca hayat felsefesini özetler: hiçbir şey istemiyorum. Sonra yolculuk başlar. Geri dönüşlerle ilerleyen bu yolculuk dört sürece bölünmüştür. Filmde Chris'in ve ona en yakın insan olan kız kardeşinin dış seslerini duyuyoruz. Bu yolculuklar esnasında Chris bir çok ilginç insanla tanışır. Bu insanların hepsi kendisine yardım etmesine rağmen Chris onlarla bir bağ kurmayı hep reddeder. Kendisini Alexander Supertramp (!) adını verir. Gerçek Christopher Johnson McCandless'in ve sığındığı otobüsün fotoğrafı şu şekildedir:        


Alex'in hayali Alaska'ya gidip doğayla başbaşa kalmaktır. İnsani ve toplumsal her şeyi reddeder Alex. Benim gibi bu seçimin intihardan farksız olduğunu düşünenler bulunmaktadır. Robinson Crusoe veya "Cast Away/Yeni Hayat"taki Chuck'ı düşünelim. Onlar işlerine yarayabilecek her şeye evet derken, Alex pusula kullanmayı bile reddediyor. Aslında bu reddedişin de sahte olduğunu düşünüyorum ben. Pusulayı reddediyor ama av tüfeğini reddetmiyor. Veya filmin başlarında bir sahnede yerden bulduğu şapkayı büyük bir zevkle kafasına geçiriyor. Sonuçta o şapkayla Cadillac arasında bir fark olmaması lazım. İkisi de bir insan (toplum) ihtiyacına yönelik birer üretim. Fiyatı mı belirliyor bir nesnenin iki yüzlülüğü yansıtıp yansıtmadığı? Filmin en başında bir hayvanı avlayıp yiyor Alex. Sonra bir de moose (Woody Allen filmlerinde çok geçer bu hayvan) öldürüyor. Hayvanın etlerini muhafaza etmeyi başaramayınca bu olayı hayatının en trajik olayı olarak değerlendirir Alex. Neşet Ertaş'ın "Gova Gova İndirdiler Yazıya" türküsünü aklıma getirdi bu sahne. Arındım derken bu sahneleri kastettim. Alex'in tezi bana göre yanlıştı. Evet toplum iki yüzlü ama bunun alternatifi doğaya kendini atmak olmamalıydı. Doğadaki iki yüzlülük ve vahşilik ise kodlara işlenmiş, değiştirilemez. İnsanın kodları ise pekala değiştirilebilir. Zaten filmin sonunda "mutluluk paylaştıkça güzel" derken Alex yanılgısını kabul etmiş oluyordu. Bizi de bir güzel arındırıyordu. Türk forumlarındaki lavukların dediği gibi "ellerine sağlık dostum". Peki Chris'in yolculuğunun hiç mi takdir edilen tarafı yok? Bazı şeyler mutlaka bulabilirsiniz. Mesela herkesi bu işin dışında tutmasını, hiçbir insana yanlış yapmaması, hırsızlık yapmaması gibi şeyler. Ama benim bakış açıma göre yanlış temele oturtulmuş bir plandı ve sonunda bedelini ödedi. Öyle diyorum çünkü filmin sonunda kurtulmak istedi.      

Düzeltme: Bu yazıyı Dört Nisan 2011 tarihinde yazıyorum. Yorumumda şapkayla Caddilac'ı bir tutmuştum. Bu yaklaşım beni rahatsız ediyordu ve aylar sonra geri dönüp bu düzeltmeyi yapıyorum. Elbette ki basit bir şapkayla bir Cadillac aynı şeyi ifade etmemeli. Şapkaya Cadillac'tan daha fazla ihtiyacımız var insanlık olarak. Kahrolsun Cadillac'lar, Porsche'lar, Ferrari'ler! Yaşasın şapkalar, bereler, takkeler, eldivenler!

Into the Wild - Trailer
Yükleyen trailer123456. - Filmler ve diziler Dailymotion'da

16 Kasım 2010

Sanırım birazdan hayatımın filmini izleyeceğim

"Million Dollar Baby/Milyonluk Bebek"te hissettiklerimi hissediyorum "Into the Wild/Özgürlük Yolu" için. Ayrıca inşallah "Paris, Texas" gibi bir filmdir.

"Unstoppable" (2010)

Scott kardeşlerin küçüğü Tony Scott, abisi büyük sanatçı Ridley Scott'ın gölgesinde kalmakla birlikte, her zaman anaakım sinema içerisinde kendisine yer bulabilmiş bir zanaatkar tür sineması yönetmenidir. Tarantino'nun senaryosunu yazdığından olsa gerek, "True Romance/Çılgın Romantik"ten başka benim çok sevdiğim bir filmi yoktur. "Unstoppable" da tipik bir Amerikan şablon sineması örneği, yani Hıncal Uluç'un bayıldığı filmlerden. Son zamanlarda üzerine çok kelam ettiğim (bu cümleyi bir önceki yazımdan hatırlıyorum) anti-kahramanlığın zıddı var bu filmde. Amerikan halkı (ve ülkemiz insanı) kahramana tapınmaya bayılırlar. Onları osuruğundan şimşekler çıkaran kimseler olarak görürler, çok doğal olan insani hiçbir hataları veya eksiklikleri yoktur, dağlarda taşlarda suretlerini ararlar et cetera et cetera. "Unstoppable/Durdurlumaz" hakkını yemeyeyim çok iyi adrenalin ortaya çıkarmasına rağmen eksik bir film. Çünkü daha ilk dakikada, filmin sonunda o iki kahramanın dünyayı kurtaracağını ve sonra bir kadınla öpüşeceğini tahmin ediyorsunuz. Aynı John McClane gibi. Aynı 2012 gibi. Neyse tekrar belirteyim de ayıp olmasın: "Unstoppable"ın adrenalin seviyesi iyi ey ahali ama insan doğasının karmaşıklığı üzerine alt metinler yok yok yok.

Düzeltme (bir nevi tükürdüğünü yalamaca bööö): "The Hunger/Açlık" adlı beğendiğim bir filmi daha varmış. 


Unstoppable Trailer
Yükleyen teasertrailer. - Filmler ve diziler Dailymotion'da


15 Kasım 2010

Resmen istismar edildik

2004 yapımı birinci "Saw/Testere" bence türünün en iyilerinden biriydi. Parlak bir zekanın ürünü kurgusu, tekinsiz atmosfer yaratımı, hatta insanoğlunun erdemsizlikleri üzerine ürettiği özgün tezleriyle; seyirciye bir film izlenirken yaşanabilecek en görkemli deneyimlerden birini yaşatıyordu. Seriyi ikinci ve üçüncü filminden sonra takip etmeyi bırakmıştım. Sürprizi kalmamış, tek kozu hayal gücünü zorlayan tuzaklar öne sürmesi olan ve tamamen mezbahaneye dönmüş filmlerdi vazgeçtiklerim. Gözünü para hırsı bürümüş Hollywood esnafları bu altın yumurtlayan tavuğu kesmediler tabi. 12-18 yaş arası insanların en sevdiği filmler olmuştu bu filmler. Favori filmin ne diye sorduğumda, testere diyorlar. Ama birinci özgün filmi mi kasdediyor yoksa tüm seriyi mi anlamak zor oluyor. Dün amcamın oğlu Haydar'la bir filme gidelim dedik. "Unstoppable/Durdurulmaz" adlı filmin seansını kaçırınca, bir de benim uzun zamandır bir 3d deneme isteğim olunca; parayı verip istismar filmine attık kendimizi. Son zamanlarda istismar filmleri hakkında çok kelam etmiş olmam dolayısıyla, sonucu bile bile gidip para verip kendimi istismar ettirmem tuhaf görünüyor olabilir. Fakat benim yaptığım Türkiye'deki çoğunluğun yaptığı gibi bir şeydi. Yani sinemayı bir eğlence, bir sosyalleşme aracı olarak algılamak. Elbette benim eğlenmekle veya sosyalleşmeyle ilgili bir sorunum yok; ancak tek başıma asla gitmeyeceğim bir filmdi "Saw 3D". Mezbahane kaldığı yerden çalışmaya devam ediyor. Bazı internet yorumcuları bu filmin serinin en kanlı filmi olduğunu falan buyuruyorlar. Her neyse umarım bu seri dedikleri gibi son bulur. Sloganımız istismar etsin ama özgün olsun. Biraz da 3d hakkında bir şeyler söylemek istiyorum. Çok araştırma yapmadım ama bu 3d meselesi bana bir ticari tuzak gibi geliyor. Bazı nesneleri öne alıp bazılarını geri plana alınca filmde çok da büyülenecek bir şey bulamıyorum. Animasyonlarda iyi sonuç veriyor ama gerçek performansa dayalı filmlerde olmazsa olmaz bir şey değil gibi geliyor bana. Mesela Christopher Nolan yeni Batman filmini 3d çekmeyeceğini ama IMAX formatında çekeceğini beyan etti. IMAX formatı 3d'den şu anda daha önemli gözüküyor. Ayrıca benim gibi hijyene önem veren biri için de daha önce kimlerin kullandığı belli olmayan bir gözlüğü kullanması da zor oldu.

14 Kasım 2010

"Ms. 45" (1981)

Hiçbir filmi IMDB'de yedi almamış Abel Ferrera'yla yolculuğumuz başlamış bulunmaktadır. 80ler istismar sinemasında özel bir yere sahip "Ms. 45/Bayan Krıkbeşlik" kendisinin ikinci uzun metraj normal(?) filmi. İlk uzun metraj filmi "9 Lives of a Wet Pussy" (1976) normal bir film değil, bunu belirtelim. Bazı filmlerde karakter veya karakterler istemeden bir cinayet işlerler ve gerisi çorap söküğü gibi gelir ya işte öyle bir film "Ms. 45". Yine New York'ta terzilik yapan, Zoe Lund'un canlandırdığı dilsiz terzi kız Thana bir nobodydir (önemsiz kimse). Sıfır çekicidir. Fakat bu erkeklerin aşağılık dünyasında(!) sıfır çekici olmak aynı gün içerisinde iki kere tecavüze uğramaya engel değildir. İkinci tecavüz esnasında adamı "Unfaithful/Sadakatsiz"dekine benzer bir şekilde öldüren Thana artık bir ölüm meleğine dönüşmüştür. Artık erkek ve erkeklik adına ne varsa savaş açmış bir durumdadır ve öldürür, öldürür, öldürür. Bir köpeğin bile bir erkekten daha fazla değeri vardır. Hatta görme özürlü, kimseye zararı olamayacak bir erkek bile Bayan 45'liğin 45'liğinin tadına bakar. Radikal feministlerce en çok sahiplenilen filmlerden biridir "Ms. 45". Çünkü hiç çekinmeden verdiği mesaj erkekliğin ölümüdür. Fallik olan her şeyi kökünden söküp atmaktır filmin ve Thana'nın derdi. Bir B filmi için tuhaflık ve manyaklık dozunu tatmin edici bulduğumu söyleyebilirim. Derinlikli B filmi (!)...Filmin Roman Polanski klasiği "Repulsion/Tiksinti"yle (1965) benzerliği gözlerden kaçmıyor. Tabi ki "Repulsion" bir B filmi değil, sinema tarihinde çekilmiş en iyi üçlemelerden biri olan Apartman Üçlemesi'nin ilk ayağı. Bir B filmi olmasına rağmen izlenmeyi hak eden bir film "Ms. 45" ve farklı sembolik alt metinler barındırıyor. Filmle ilgili daha ayrıntılı bir yazı için tıklayınız.  

13 Kasım 2010

Yine işimiz var

Ne zaman yeni bir yönetmen keşfetsem; ona yoğunlaşıyorum, oturup bütün filmlerini izliyorum. Bunu yaparken kronolojik sırayı takip etmem gerekirken, ben en iyi filmlerini önce izliyorum. Sonra da kötü filmleri kalıyor ve o bölüm oldukça sıkıcı olabiliyor. Jarmusch'da, Haneke'de, Angelopoulos'da, ve en son Kaurismaki'de hep böyle oldu. "Bad Lieutenant/Kötü Polis"in (1992) yönetmeni Abel Ferrera'ya da önümüzdeki günlerde eğileceğim ve yine yoğun bir mesai beni bekliyor anlaşılan. Kendisi New York'un Little Italy'si Bronx'da doğmuş. Buradan çıkan Scorsese ve ekibi yıllarca maço filmler yaptı. Abel Ferrera'da o kafadan ama biraz daha provokatif olmayı tercih ediyor. Bağımsızlık ruhuna ihanet etmiyor.  Filmleri grafik şiddet ve erotizm dolu. İnsan doğasınından bir yere gitmeyen kötücüle odaklanmış durumda. New York'da geçen rahatsız edici suç öykülerine yoğunlaşıyor. Yani tam bana göre bir yönetmen. İlerleyen günlerde birçok filmiyle ilgili yazılarım olacak. "Bad Lieutenant" da uzun zamandır hakkında yazılar okuduğum bir filmdi. Alternatif anti-kahraman listemi yazarken, bu filmi izlemiş olsaydım bir şekilde bir yerlere iliştirirdim diye düşünüyorum. Filmde Harvey Keitel'in oynadığı ismi bile olmayan Teğmen (lieutenant) katıksız bir anti-kahraman. Uyuşturucu, alkol, şiddet eğilimi, kumar tutkusu, ağzı bozuk olma durumu, cinsel sapkınlıklar, inançsızlık, ilkesizlik gibi bir anti-kahramandan bekleyebileceğimiz bütün özelliklere sahip. Gerçekten filmin isminin hakkını verecek kadar kötü bir polis. (SPOILER) Günün birinde iki Hispanik Amerikalının bir rahibeye akıl almaz bir şekilde tecavüz etmesi, teğmenin hayatında çok büyük değişikliğe sebep oluyor. Daha mı iyi oluyor? Hayır. Sadece ne kadar kötü olduğunun farkına varıyor ve bu olay ne yaparsa yapsın asla iyi olamayacağını anlamasını sağlıyor. Artık iyiyle kötü kırması bir ucubeye (virtue freak) dönüşüyor. Tuhaf ve rahatsız edici bir film "Bad Lieutenant". Kült mertebesine ulaştığı için nefret edeni de çok. Kutsal değerler üzerinden provokasyon yapmasıyla birçok insanın tepkisini çekmiş. Bu provokatif Scorsese'le tanışmak için en uygun film "Bad Lieutenant".

11 Kasım 2010

"Reise der Hoffnung" (1990)

1991 yılında beri izlemek istediğim bir filmdi "Reise der Hoffnung/Umuda Yolculuk". O yıllarda yeni açılan Show TV jeneriklerinde çıktığını hatırlıyorum ama yayınlanmışsa nasıl oluyor da izlememişim hayret ediyorum; çünkü o yıllarda televizyonda on binlerce Türk filmi izlemişimdir (şaka zaten toplamda 6000 tane falan Türk filmi var). Çocuk oyuncu Emin Sivas'ın tren gelirken raylar üstünde uzanarak kaçmayışını ve o sahnenin verdiği adrenalin duygusunu, o yıllarda yaşayan çoğu insan anımsayacaktır. Sahi ne oldu Emin Sivas'a? "Reise der Hoffnung" gibi Oscar almış bir filmde ve "Piano Piano Bacaksız" gibi kalburüstü bir filmde oynadıktan sonra neden kariyeri gelişmedi acaba? O yıllarda sanırım benim gibi birçok insan da "Reise der Hoffnung"ın bir Türk filmi olduğuna dair yanılgıya düşmüştür. Oysa Xavier  Koller adlı İsviçre'li bir yönetmenin filmi ve İsviçre adına En İyi Yabancı Film Oscar'ı almış bir yapım. Filmin yüzde 90'ının Türkçe olduğunu belirteyim ama yine de klasik bir Türk filminden ziyade, batılı bir bakış açısıyla çekilmiş bir film olduğunu bize hissettiriyor. Maraş'ın bir Alevi köyünde Cem ayiniyle açılıyor film. Yedi çocuğu olan Ali Haydar dağların arkasındaki cennet diye tasvir ettiği İsviçre'ye gidip yırtmanın hayallerini kurmaktadır. Tabi ki kaçak yoldan. İşi yokuşa süren de karısıdır. Malı davarı satıp bu işi gerçekleştirebilecek kişilerle iletişime geçer Ali Haydar. Sonra İngilizcesi adventure olan bir yol filmine dönüşür "Reise der Hoffnung". Maraş'tan başlayıp, İstanbul, Milan ve nihayet İsviçre dağlarıyla filmin yolculuğu devam eder. Yol filmlerinin benim en favori film türlerinden biri olması dolayısıyla ilgiyle izleyebildim filmi. Fakat çok etkileyici bulmadığımı itiraf etmeliyim. Özellikle bazı oyuncular inandırıcılıktan uzak göründü bana. Mesela Nur Sürer. Maraş'ın köyünde doğup büyümüş, yedi çocuklu bir kadın gibi konuşmuyordu. Bir filmde bir karakter kendisinden beklendiği gibi konuşmazsa, o film benim gözümde bir seviye aşağıya iniyor. O yüzden "Sonbahar" (2008) bana göre çekilmiş en iyi Türk filmi değil de en iyilerden biri; çünkü Yusuf karakteri de Artvin'in bir dağ köyünde doğup büyüyen bir insan gibi konuşmuyordu. Çoğu oyuncu da tutuk diye tarif edebileceğimiz bir performansa sahipti. Bunun kaynağı da yabancı yönetmen ve ekiple aralarında vuku bulmuş iletişim kopukluğudur büyük ihtimalle. Bu yabancı ekibin önemli bir katkısı görüntü yönetimine olmuş gibi gözüküyor. O yıllarda çekilen Türk filmlerinin fersah fersah ötesinde bir kaliteye sahip görüntü yönetimi. İzleyici yorumlarında da filmin en büyük artısının dram yükünde olduğu belirtiliyor fakat bence o da çok şablon kalmış. Diyorum ya filmde her daim hissedilen bir tutukluk var, bir türlü istenilen vitese ulaşamıyor araba. Hemen akıllara gelen "Otobüs"ten (Tunç Okan, 1976) geride bir film "Reise der Hoffnung". Google Video'da mevcut film. Oradan izleyebilirsiniz.