23 Nisan 2010

"Siyah Beyaz" (2010)

Doğma büyüme Ankara'lı olduğum için Ankara'da geçen filmleri severim. Çok az vardır bunlardan. En iyilerinde Zeki adında olanların imzası vardır: Ökten'den Düttürü Dünya (1988) ve Sürü (1979), Demirkubuz'dan Masumiyet (1997). Bu filmden önce Siyah Beyaz barın varlığından haberim yoktu. En yakın zamanda sosyolojik bir kısa ziyaret gerçekleştirmeyi düşünüyorum; kısa çünkü fiyatlar abartılıymış. Bir dostluk filmi, bir kaybedenler klübü filmi, bir Türk indie'si. 70ini geçmiş artık yavaş yavaş ulusalcı olmaya başlamış bir kömünist eskisi, sağlık ve saplantı sorunları olan 50lilerinde bir avukat, başarılı ama terk edilmiş bir doktor, kişilik sahibi barın sahibi ve cinsel özgürlükçü orta yaşlı kadın... Ortak özellikleri orta-üst sınıfa mensup olmaları ve kaybeden olmaları. Her akşam bu barda bir araya gelme rutinini icra ediyorlar ve iyi arkadaşlar. Bazıları bayağı iyi arkadaş. Beş adet çok iyi oyuncu (Kurtiz, İşler, Birsel, Can, Alabora) ve çok güzel bir kadın olan Şevval Sam. Maça 1-0 galip başlıyor Siyah Beyaz. Ahmet Boyacıoğlu'nun bu ilk filmini sevdim. Dingin, düşündüren bir yapıya sahip Siyah Beyaz. O yüzden filme araştırmadan geldiği belli olan iki üç lavuk, film bittiğinde "şikayet dilekçesi yazacam, ombir milyon bu filme verilirmi lan" diye yorum yaptılar. Aynı adamlar eminim delpiero_58 veya zlatan_88 rumuzlarıyla youtube'da ırkçı, küfürlü yorumlar yazıyorlardır. Ne olacak bu Türkiye'nin hali?

19 Nisan 2010

Jim Jarmusch

29 Ocak'ta bundan sonra Jim Jarmusch'cuyum diye yazmıştım. Bütün kurgusal filmlerini izledim. Bir tanesi hariç hepsine bayıldım. Bir tek Coffee and Cigarettes'leri izlemedim; çünkü o filmin bir çok kısa versiyonu bir de uzun versiyonu var. Bu filmleri bulmak için uzun bir mesai harcamalıyım. Bir de son filmini izlemedim. Onun da canlılığı halen devam ettiği için, Jim Jarmusch'un bütün filmlerini izledim diyebiliyorum kendime. Bu filmleri ilerleyen günlerde antoloji şeklinde sizlere tanıtacağım. Gelelim Jim Jarmusch'a. Kendisi o kadar bağımsız bir yönetmen olduğunu iddia ediyor ki filmlerin üzerine yapıştırılan "bağımsız" kelimesinden bile rahatsız; çünkü bu etiketin bir pazarlama hilesi olduğunu düşünüyor, fakat bazıları da onun Japonlara satılmış olduğunu ve dolayısıyla bağımsız olmadığını söylüyorlar. Geç keşfettiğim bu bağımsız yönetmenin sinemasının özelliklerine bakalım:
*Filmleri diyalog filmi sınıfına giriyor.
*Karakterler boşvermiş gibi görünen ama derinliği olan karakterler.
*Yolculuk teması her filminde var.
*Hiçbir filminde bir tek dille yetinmiyor.
*Müzik kullanımı filmlerinde çok başarılı.
*Hayatın anlamsızılığı en büyük derdi.
*Bazı filmlerini siyah-beyaz çekiyor ve bence hiç de iyi etmiyor.
*Parayı genelde Japonlardan buluyor.
*Yıldız oyuncuları bile anlamsız hayatın bir parçası gibi gösterebilmeyi başarıyor.
*Umursamaz, güvenilmez, çok kolay satışfekşın yapabilecek karakterler filmlerinde bolca bulunuyor.
*Filmlerinin dublajına izin vermiyor.
*Görsellik hilelerinden uzak duruyor.
*Kara mizahı çok iyi kullanıyor.
Çok çok iyi bir sineması var Jarmusch'un. Yukarıda anlatmaya çalıştığım özellikler size hitap ediyorsa Jarmusch'dan iyisini bulabileceğinizi sanıyorum.

13 Nisan 2010

"Johan Cruiff - En Un Momento Dado" (2004)

Sevdiğim bir futbol bloğu olan klasikfutbol.blogspot.com sayesinde haberim oldu Johan Cruiff - En Un Momento Dado (Ramon Gieling) filminden. Futbol severler iyi bilir: Real Madrid ve Barcelona rekabeti futbol dünyasının en önemli rekabetidir. Siyasi, toplumsal bir altyapısı vardır bu rekabetin. Barcelona'nın stadyumunda mes que un club (bir klüpten de öte) yazar kocaman. Yani bu klüp Katalan halkı için bir kimlik ifade eder. Johan Cruiff tüm zamanların en iyi futbolcularından biri kabul edilir ve Barcelona klübüne çok şey katmıştır. Futbolcuyken dört yılda bir şampiyonluk, teknik adamlığı esnasında da sekiz yılda dört şampiyonluk (üç tanesi son hafta son maçla, tesadüfi) kazandırmıştır. Bu istatistiklerden öte kalıcı bir futbol felsefesi kazandırmıştır Barcelona'ya ki bunun örneğini futbolseverler geçen haftasonu izlediler. Bu belgesel film onun Katalan halkı için ne ifade ettiği üzerine yoğunlaşan bir belgesel. Maradona belgeselini izlerken hissetiklerime benzer şeyler hissettim bu filmi izlerken. Bu insanlar o kadar özel insanlar ki kendileriyle ilgili her şeyi izlettiriyorlar. Üstüne üstlük bir de arşiv görüntüleri varsa, bayağı seyirlik oluyor bu tür belgeseller. Bu film de Cruiff çok az konuşuyor, onun yerine halktan insanlar onunla ilgili anı ve düşüncelerini paylaşıyorlar. Bir Cruiff belgeselinde Beckenbauer, Neeskens, Guardiola, Romario, Stoichkov, Bakero, Hiero, Keoman falan konuşsaydı bence daha etkili olabilirdi. Ama dedim ya film Cruiff'un Katalan halkı için ne ifade ettiği üzerine.

10 Nisan 2010

"Vavien" (2009)

Vavien (Yağmur Taylan, Durul Taylan) bana hep Blood Simple'ı (Joel Coen, Kansız, 1984) çağrıştırıyordu. Filmin türüyle ilgili hep "kara-mizah" diye söz edildiği ve Blood Simple'ın en iyi kara-mizahlardan biri olduğu için. Vavien'in yönetmenlerinin kardeş oluşu da bir benzerlik konusuydu. Gerçi Blood Simple'ın jeneriğinde Joel Coen yazar ama filmleri kardeşi Ethan Coen'le beraber yönettikleri bilinir. Sanırım ilke defa The Ladykillers'da (Kadın Avcıları, 2004) ikisinin adı yönetmen olarak geçti. Bu konuyu fotoğraflı motoğraflı bir yazı konusu yapabilirim. Taylan biraderler de sinema dünyamızda böyle tanınıyorlar. Ayrıca filmde Coenlerin favori konusu, suçu yüzüne gözüne bulaştırmış (botching a crime) aptal karakter de mevcuttu. İşte bu yüzden film bana hep Blood Simple'ı hatırlatırdı. İzlemeden önce çok iyi bir film olduğundan emin olduğum bir filmdi Vavien. Beni yanıltmadı da. Türklerin aksiyon ve korku çekemeyeceklerini; ancak iyi komedi ve dram çekebileceklerini söylemiştim. Tek başına komedide yine sorunlar var demiştim. Vavien de bildiğiniz üzere bir kara-komedi. Benim en sevdiğim türlerden biri. Üstüne bir de gerilim sosu ve taşra hayatı eklenince tadından yenmez oldu açıkçası. Başta Engin Günaydın olmak üzere bütün oyuncular olağanüstü iyi performans sergiliyorlar. O montofol oğlan rolü ne kadar başarılı öyle. İç Anadolu aksanı ne kadar da sırıtmıyor. Sadece bu bölgeye özgü melodisiyle "kardaş" kelimesi çok başarılı kullnılmış. İşlevsel küfürler ne kadar da yerinde. Kısacası çok emek verildiği her karesinden belli olan, pırıl pırıl bir film Vavien. Taylan biraderlerin ve Engin Günaydın'ın sinemamızda her daim var olmalarını diliyorum.

08 Nisan 2010

"Fahriye Abla" (1984)

Show Tv'iyle ilgili bir şeyler yazmıştım. Fahriye Abla (Yavuz Turgul) da showda izleyip beni derinden etkileyen Türk filmlerinden biriydi. Nereden icap ettiyse bir daha izlemek istedim. Youtube'da film mevcut, meraklısı varsa oradan izleyebilir. Yavuz Turgul'un ilk filmi olmasının yanında Şener Şen'siz de tek filmidir Fahriye Abla. 80li yılların mahalle kültürüne dair arabesk, devrimci bir güzellemedir. Gidiş gelişleri eksik olmayan tipik bir mahalle aşkı ve 12 Eylül etkileri...(özür dilerim şiirsel laf ettim). Vasat olanları bile bayağı sürükleyici olan bu filmler, teknik olarak ne kadar da güdük kalıyorlar! Sanki müzelik nadide bir eşya gibiler. Anlaşılmaz filmler bunlar. Wim Wenders'ın olağanüstü filmi Paris, Texas ile aynı sene çekildiğine inanmak gerçekten güç. Yazıdan anlaşıldığı üzere bu filmlerle ilgili kafam çok karışık. Paris, Texas beni koltuğa çivilemişti, ama bu filmleri de kollektif hafızadan silip atmak imkansız gibi.

04 Nisan 2010

"Les diaboliques" (1955)

90lı yıllarda Galatasaray Afrikalı bir futbolcu transfer etmişti. Geldiği günün ertesi günü bir spor gazetesi "Cim Bom'un Afrikalısı geldi ve süper çıktı" yazmıştı. Nedense çok komiğime gider bu başlık. O başlığa benzer bir cümle de ben kurayım: Fransız Hitchcock'u olarak adlandırılan Henri-Georges Clousot'dan ilk filmi izledim ve süper çıktı. Benim Mr. H hayralığım malumdur. O yüzden döneminde Fransız Hitchcock'u olarak anılan ve ona rakip olarak gösterilen bu kişinin filmlerine kayıtsız kalamazdım. En iyi filmi de Les diaboliques (Şeytan Ruhlu İnsanlar) kabul ediliyor. Filmin Türkçe adı sanki adi bir b filmiymiş gibi algılanıyor, fakat öyle değil. İlginç bir hikayesi var filmin. Henri-Georges Clousot, Alfred Hitchcock'tan yalnızca bir kaç saat önce kitabın yazarlarıyla görüştüğü için film haklarını satın alıyor. Bunun üzerine Hitchcock yazarlara (iki kişiler) bir kitap sipariş ediyor ve o sipariş sonucunda Vertigo (Ölüm Korkusu, 1958) ortaya çıkıyor. Filmi izlemeden önce internette araştırma yaptım. İlk defa tanık olduğum bir şekilde filmin sonunda yönetmen seyirciye "burada gördüklerinizi lütfen kimseye anlatmayın" diye not düşmesine rağmen, Ekşi Sözlük'te dangozun biri uyarı yapmadan çok önemli bir spoiler (filmin sağlıklı bir şekilde izlenmesine engel olan bilgi) verdiği için filmden maksimum tadı alamadım. Yine de son yıllarda izlediğim en iyi gerilim filmlerinden biriydi diyebilirim. Özellikle sonlara doğru filmde gerilim tavan yapıyor. Filmi Hitchcock çekseydi acaba daha çok sever miydim? İngiltere'de değil de Amerika'da çekseydi sanırım daha çok severdim. Fransızca filmlerle pek aram yok.

"Ararat" (2002)

Bu aralar gündemi meşgul etmesi dolayısıyla, Ermeni sorunuyla ilgili çekilmiş en çok ses getiren filmi izlemek istedim. Bu konuda çok iyi araştırma yapmadığım için bir fikrim de yok. Filmi izledikten sonra şunu anladım ki Türkiye Ermeni soykırımı olmadığı konusunda kimseyi ikna edemez. Filmi izlerken bunu açıkça seziyorsunuz. Çok fazla sinematografik bir değeri olmayan Ararat (Atom Egoyan) tam bir propoganda filmi. Enterans sekanslar da barındırmıyor değil. Yönetmen ne yaparım da dünyanın ilgisini Ermeni soykırımına çekerim diye düşünmüş. Bunu yaparken anlatacak bir hikayesi olması zorunluluğunun da farkında. Çok başarılı olduğunu düşünmüyorum, vasat bir film Ararat.

03 Nisan 2010

"Precious: Based on the Novel Push by Sapphire" (2009)

Adında iki nokta üst üste olan filmleri sevmediğimi yazalı bir iki gün olmuşken, laflarımı yutmak gibi olacak ama ben Precious: Based on the Novel Push by Sapphire'ı (Acı Bir Hayat, Lee Daniels) çok sevdim. Aslında tam olarak yuttum sayılmaz; çünkü filmi herkes Precious diye anıyor. Bağımsız filmlerin en önemli festivali olan Sundance'da jüri özel ödülü alıp da oskara aday olan ilk film Precious. Bunda ünlü Amerikalı sunucu Opray Winfrey'in payı çok büyük. Onun programında andığı bir kitap için bir milyon satış garanti gibi bir şey. Doğal olarak yapımcısı olduğu bu filmi de programında tanıttı ve film buralara geldi. Filmin Türkçe adına bakar mısınız? Acı Bir Hayat... Precious; 16 yaşında, obez, babasından olan ikinci çocuğuna hamile (birincisi hayatta ve zihinsel özürlü), kendisi de zihinsel olarak geri, annesinden inanılmaz bir psikolojik yer yer de fiziksel şiddet gören, okuldan atılmış, okuma yazma bilmeyen, AIDSli, Harlem'li bir genç kız. Gerçekten çok acı bir hayat. Precious'a hiçbir güzel şey vaadetmeyen bir sistem ve bunun perdede yansıması. Dayanılmaz bir hüznü var filmin, Precious'un tuhaf ve komik hayalleri de olmasa zor izlenirdi herhalde. İzlemeden önce bu kadar etkileyici bir film olduğunu tahmin ediyordum. Bu arada oyunculuklar da olağanüstü diyebiliriz.

02 Nisan 2010

"Falling in Love" (1984)

Dün kendimi bitkin hissettiğim için beni yormayacak bir film izlemek istedim. Bu gibi durumlarda Romance diye adlandırdığımız romantik komediler imdada yetişir. Bu filmde çok sevdiğim iki büyük oyuncu olması da diğer bir tercih sebebiydi. Gerçekten de De Niro en rahat ettiği oyuncunun Meryl Streep olduğunu söylemişti. İkilinin oynadığı başyapıt The Deer Hunter'dır (Avcı, Michael Cimino, 1978). Bu film bir başyapıt değil, çiftler paket taşırken tanışıyor ama yine de sürükleyici tanımını sonuna kadar hakediyor. Falling in Love'ı Ulu Grosbard yönetti ve Türkçe adı Geç Gelen Aşk. Aslında filmin İngilizce adı aşkın geç gelmesine değil gelmesine vurgu yapıyor. Türkiye'deki dağıtımcılarsa ülkedeki iki yüzlü muhafazakarlığı hesaba katarak böyle bir isim vermişler bence. Yine Meryl Streep'in oynadığı iyi bir film olan The Bridges of Madison County (Yasak Aşk, Clint Eastwood, 1995) gibi evlilik dışı bir ilişkiyi aklamaya çalışıyor. Görünürde evlilikleri sorunsuz gibi olan ama tatminsizlik problemi olan bir kadınla bir erkeğin kar topu olması hikayesi Falling in Love. Bir darbeci kendini meşru kılmak için nasıl altyapıyı hazırlarsa Falling in Love da bu iki kahramanı haklı çıkarmak için her türlü hileye başvuruyor. Antipatik iki çocuk, dallama bir koca, hasta bir baba, lavuk arkadaşlar gibi. Ama onlarda bunalmıştı ki...(-de eki bilerek bitişik yazılmıştır, cümle bilerek -ki ekiyle bitirilmiştir).