02 Haziran 2009

Sekiz gün üçlemesi

Sinemamızdaki Zeki etkisi iyice hissedilmeye başlandı. İletişimsizlik sorunu olan ve suça bulaşan kaybeden karakterler sıkça görülmeye başlandı filmlerde. Sekiz gün üçlemesinde olduğu gibi belli bir kaliteyi tutturan filmlere itirazım yok tabi ki; ancak karikatürleşmeye başladığı anda itirazım başlayacak. Önceden Zeynep'in Sekiz Günü'nü (Cemal Şan, 2007) izlemiştim. Linki tıkladığınızda göreceğiniz gibi filme bambaşka bir açıdan yaklaşmıştım. Üçlemeyi nihayet tamamlayabildim.
Ali'nin Sekiz Günü'nden (Cemal Şan, 2009) başlayayım. Gerçi bu film üçlemenin son filmi; ancak bu filmleri izlemenin sırasının pek bir önemi yok. Filmi 5 dakka bile bir yerde duramayan bir arkadaşımla beraber izledik. O da sıkılmadan izleyebildiğine göre film başarılı olmalı. Değişik, tuhaf bir evreni olan bir film. Çok başarılı bulduğum tema müziğinin de bu oluşuma katkısı yadsınamaz. Sekiz gün üçlemesinin ana karakterlerinin ortak yönü olan, sıkıcı da olsa bir rutinleri varken plansız bir şekilde başlarına iş almaları Ali'yi fena kıstırıyor. Teras sahnesinde kızın monoloğu izlemeye değer. Tam tersi bir şekilde; bakkala gelen bilge adam diyebileceğimiz kişinin monoloğu da bir o kadar inandırıcılıktan uzak, yapay ve sıkıcı. Ufuk Bayraktar'ın oynadığı şerefsiz komşu rolü de filme renk katıyor. İddiasız ama özentili bir görüntü yönetimi var filmin.
Dilber'in Sekiz Günü (Cemal Şan, 2008) ise üçlemenin bence en zayıf halkası. Bu üçleme kent insanını işlemeliydi bence. Kırsal kesim insanını anlatan filmler yapmak biraz riskli bir iş. Doğallık çok kolay kaybolabiliyor. Dil ve şive olaylarını iyi yakalayamazsanız filmin anında klasmanı düşüyor. Dilber'in Sekiz Günü de bence bu noktada biraz eksik. Hiçbir özgün tarafı yok filmin. Yapaylık ve acemilik kokuyor. Diğer iki filmin hatırına ve bütünlüğü bozmamak adına yine de izleyin derim. Üçlemeden bağımsız bir film olsaydı izleyin demezdim.