27 Ekim 2010

Çoook güzel

Gözlemlediğim kadarıyla her dönem klişe olan kız cümleleri mevcuttur. Bu aralar da bu çoook güzel kullanımı oldukça yaygın. "Toy Story 3/Oyuncak Hikayesi 3" gerçekten çok güzel bir film. "How To Train Your Dragon/Ejderhanı Nasıl Eğitirsin"i izleyeli ve Pixar, Dreamworks rekabetinden bahsedeli bir hafta bile olmamışken, Pixar'dan bu harikaötesi animasyonu izlemek de ilginç oldu benim için. Zaten en son Toy Story'leri izlediğimde bir hafta içinde iki muhteşem animasyon izlemiştim. "3"ün yönetmen koltuğunda Lee Unkrich oturuyor. Yazarlarıysa John Lasseter, Andrew Stanton ve Lee Unkrich. Bu üç ismi  birçok  Pixar filminde emeği geçmiş bir şekilde görebilirsiniz. Yine omuz omuza vermişler ve insanlığa çok büyük faydası olacağını düşündüğüm bu filmi üretmişler. Birinci ve ikinci film tıpkı halefleri gibi sevimlilikte sınırları parçalayan filmlerdi. "3"ün yapılacağını öğrendiğim zaman, muhteşem sonuç vereceğinden hiçbir kuşkum yoktu ve sabırsızlıkla izlemeyi bekliyordum. Yine bir öğrenci topluluğuyla izledim filmi. Daha ilk saniyeden ekşını vererek hemencecik ilgiyi üzerine toplayabildi "3". İnanılmaz güzel görüntüler eşliğinde, heyecanla karışık merak duygusunu hep en üstte tutmayı başarabiliyordu (bakınız "The Hangover/Felekten Bir Gece). Ve de dediğim gibi karakterler o kadar sevimli ki bu filme duyarsız kalacak bir sinemasever düşünemiyorum. Her zaman ilgi çeken dostluk ve dayanışma temalarını da ajite etmeden işlemeyi başaradığı için, "3" işin sırrını çözmüş göründü. Tek kelimeyle muhteşem... 

26 Ekim 2010

Finlandiya Üçlemesi

Finlandiya'daki tanıdığıma Aki Kaurismaki'yle röportaj yapmak istediğime dair mail attım ve kendisinden (tanıdığımdan) konuyla ilgileneceğine dair cevap geldi. Umarım kabul eder de bu büyük sanatçıyla sanal ortamda da olsa tanışma olanağını elde ederim. Bu arada Kaurismaki filmlerine devam ediyorum. Bazı kaynaklarda Kaybedenler Üçlemesi (Loser Triology) bazı kaynaklarda da Finlandiya Üçlemesi (Finland Triology) olarak geçiyor bu üçleme. Kendisine soracağım sorulardan biri de bu olacak. Bu üçlemeleri adlandırma meselesi. Gerçi kendisi biri işçi üçlemesi biri de kaybedenler üçlemesi ama ben hangisi hangisidir bilmiyorum demiş; fakat yine de daha kapsamlı bir açıklama duymak isterim kendisinden. Bana Finlandiya Üçlemesi daha akla yatkın geliyor; çünkü bir Kaurismaki filminde kaybeden olmaması sürpriz olur. Her filmi kaybedenler üzerine olan bir sanatçının üç eserini alıp sen kaybedenler üçlemesi yapmışsın, ne demek istedin bu filmlerde demek abesle iştigal. Ve de bu üç film sırasıyla işsizlik, evsizlik, ve yalnızlık gibi Finlilerin halı altına süpürdükleri üç sorunu işlediği için bu filmlere Finlandiya üçlemesi demek (eğer denilecekse) daha isabet olur diye düşünüyorum. 

"Drifting Clouds/Sürüklenen Bulutlar" (1996)
Yaptığım araştırmalarda şunu öğrendim ki 1990 yılında Finlandiya'da sarsıcı etkiye sahip bir ekonomik kriz yaşanmış. İşsizlik oranı %3,3'ten bir anda %18'e fırlamış. Finlandiya dünyada en yüksek refah seviyesine sahip yerlerden biri olarak bilinir ve Kaurismaki de bunun böyle olmadığını, orada da sömürü düzeninin en vahşi bir şekilde varolmaya devam ettiğini anlatır filmlerinde. Oscar adaylığını bile reddecek kadar halkçı olan Kaurismaki, bu krizle ilgili bir film yapmasaymış, aynaya bakamayacağını söylemiş ve "Lights In The Dusk" bu şekilde doğmuş. Film tramvay sürücüsü bir koca ile baş garson bir karının işsiz kalmasıyla açılıyor. Fakat gelişmiş kapitalizmle feodalizme yakın kapitalizm arasındaki farkı bu filmde hissedebiliyoruz. Filmde tramvay sürücüsü Lauri kendisine sunulan işsizlik maaşını gururu yüzünden reddebiliyor ve hayatını devam ettirebiliyor. Üstelik bir de arabası var. Bunu övmek için söylemiyorum, sadece Finlandiya'nın durumuna dikkat çekmek istiyorum. Türkiye'de birçok işçi sigortasız çalıştırılır ve işten atılınca kalan maaşlarını bile alamayabilirler. Her Kaurismaki filminde olduğu gibi otoriteyi elinde bulunduran kişi kahramanımızı ezmeye, sömürmeye, aşağılamaya devam ediyor. Bu sindirme düzeni toplumun en küçük birimlerinde bile vuku buluyor. İşte bu yüzden Kaurismaki Fassbinder'e yakın seyrediyor diye düşünülüyor. Bu üçlemede ortak işlenen bazı temalar var. Bunlardan biri karakterin kendi işini kurma ve tekelci sermayeye karşı mücadele etme istekleri. "Dirfting Clouds"da Lauri ve eşi birçok başarısız girişimde bulunuyorlar ve Kaurismaki filmlerinde sık görülen banka müdürü tarafından aşağılanmayla karşılaşıyorlar. Filmde bir diğer dikkat çekici unsur da nostalji merakı ve eski güzel günlere duyulan özlem. Bu özlem şarkılarla da dile getiriliyor. Zaten Kaurismaki şarkılar bazen diyaloglardan daha etkilidir buyurmaktadır. Bu filmde de kurguyla bire bir örtüşen eski şarkılar dinliyoruz ve beklenen etkiyi yaratıyorlar. Film bütün Kaurismaki filmleri gibi dayanışma mesajıyla bitiyor. El ele verip bu da gelir bu da geçer türküsü gibi zorlukların üzerinden geliyorlar gibi görünüyor çiftimiz. Üçlemenin son ayağında üstesinden gelip gelemedikleri veya başka bir deyişle umudun var olup olmadığı seyriciye açıklanacaktır.

"The Man Without A Past/Geçmişi Olmayan Adam" (2002)

 

Türkiye'de 2002 yılında "The Bourne Identity/Geçmişi Olmayan Adam" gösterime girerken acaba dağıtımcı şirket elemanları bu entel-dantel filmi nasılsa Türkiye'de gösterime girmez bari şunun adını çalalım diye mi düşündüler acaba? Ancak Cannes'de ödül alınca 2003 yılında gösterime girebildi Türkiye'de. Bu film de evsizlik üzerine çekilen bir film. Helsinki'ye gelen bir adam parkta saldırıya uğrar ve kafasına aldığı darbelerden dolayı hafıza kaybına uğrar. Şu filmlerde görülen hafıza kaybıyle ilgili kafamda soru işaretleri vardı. Çok kısa bir araştırmadan sonra öğrendiklerimin beni filmlerde olanlarla ilgili olarak tatmin etmediğini söyleyebilirim. Bu filmde de adam geçmişi unutuyor ve bir evsiz olarak dini bir cemaatin kanatları altında yaşamını devam ettirmeye çalışıyor. Yine bütün kurum ve kuruluşlar kendisine düşmanca tavır sergiliyorlar. Bankalar, hastahaneler, polisler, adalet sistemi tamamıyle adamın karşısındadır. Hatta adalet sistemi o kadar karşısındadır ki yeni hayatında mutlu olmaya başlayan kahramanımıza eski hayatını hatırlatarak mutluluğuna engel olmak istemektedir. Birçok Kaurismaki filminde olduğu gibi "The Man Without A Past"ta da külüstür arabalar arz-ı endam ediyorlar. Bunun bilinçli bir seçim olduğunu düşünüyorum. Nostalji merakını ve eski güzel günlere duyulan özlemi hatırlatıyor bu külüstür arabalar. Bu filmde hiçbir Aki filminde olmayan bir şey de gözüme çarptı. Fantastik ögeler var filmde. En başta şu beni tatmin etmeyen hafıza kaybı meselesi. Bir de adamın hastanede kalbinin durması ve sonra tekrar ayılıp hayata geri dönmesi. Katıksız gerçekçiliği savunan Kaurismaki için ilginç doğrusu.  Ve tabi film dayanışma mesajıyla biter.

"Lights In The Dusk/Gün Batımında Işıklar" (2006)




Çok tuhaf bir film daha Kaurismaki'den. Bu sefer bireyin yalnızlığı filmde işlenen. Yine işçi sınıfına mensup güvenlik görevlisi  Koistinen katıksız bir kaybedendir ve etrafında hiç kimsecikler yoktur. Yalnızlığının  boyutlarıyla ilgili filmin başlarında bazı sahneler mevcut. Ara sıra sosisli aldığı kızla girmeye çalıştığı sorunlu iletişim, barda bir kadın tarafından iplenmemesi, işyerinde yaşadığı psikolojik şiddet Koistinen'in yalnızlığının dünya çapında olduğunu gösteriyor bize. O da kendi işini kurmanın hayallerini kuruyor ve külüstür bir arabası var. Derken bir gün femme fatale karşısına çıkıyor ve bir kara filmdeki gibi Koistinen'in başına çorap örüyor. Bu aşamada Koistinen'in bazı saflıklarını abartılı bulduğumu ve inandırıcılıktan uzak olduğunu belirtmek istiyorum. Nasıl bu kadar saf olabilir diye düşünmeden edemiyor insan. Bazı acemice çekilmiş sahneler de filmi zedeliyor bana göre. Fakat bu handikaplara rağmen çok etkileyici bir atmosferi var filmin ve insanı derin derin düşünmeye itiyor. Yine sonlarda aynı sınıfsal birikime sahip iki el birbirini tutuyor ve mesaj iletildi raporu talep ediliyor. Fakat filmde çok ilginç bir sahne mevcut. "Drifting Clouds"da sınıfdaşlarıyla el ele verip yeni bir restoran açan Ilona bu filmde karşımıza bir market kasiyeri olarak çıkıyor. Yani olmamıştır, umut yoktur ve insan sömürülmeye mahkumdur demek isteniyor kuvvetle muhtemel.

İşçi üçlemesi kadar etkileyici oldu benim için bu üçleme. Bu yazıyı yazmak da çok zahmetli oldu bu arada. Biliyorsunuz Aki Kaurismaki filmleri 70-80 dakika civarlarındadır. Bu yazı için yapılan okumalar, teknik sorunlarla başa çıkmalar, araştırmalar, notlar da aşağı yukarı bir Kaurismaki üçlemesi kadar vaktimi aldı. Umarım röportaj talebimi kabul eder de bu emeklerimin karşılığını alırım. Ne de olsa emekçi dostu Kaurismaki...






22 Ekim 2010

"How To Train Your Dragon" (2010)

Pixar mı, Dreamworks mü? Bu iki animasyon şirketinin rekabeti tüm dünyada ilgiyle izlenmektedir. Pixar daha yaratıcı olduğu iddiasıyla her zaman için bir adım öndedir. Dreamworks filmlerine seslendirme yapan Jack Black ("High Fidelity"deki tıknaz adam) şöyle demiş: Animasyonlardan kazandığım para canlı performanslardan kazandığım paradan daha fazla. Her sene bir Dreamworks seslendirmesi yapıyorum, sonra da gidip kazandığım bütün parayı Pixar'ın Oscar alacağına dair bahse yatırıyorum. Burada benimle ilgili bir alt parantez açıp Oscar almanın iyi film anlamına gelmediğini düşündüğümü belirtmek istiyorum, fakat Jack Black'in söyledikleri çok çarpıcı. Bazı Pixar filmlerini hatırlayalım: "Toy Story 1, 2, 3", "Up", "Wall-E", "Ratatouille", "The Incredibles", "Monsters.Inc". Bunlar benim için harikaötesi filmlerdir. Bazı Dreamworks işleri ise: "Shrek 1,2, 3, 4", "Madagascar" "Bee Movie", "Kung Fu Panda"...Bunlar da benim için eh işte filmlerdir. "The Polar Express/Kutup Ekspresi"yle ilgili yazımda en sevdiğim 10 animasyon filmini yazmıştım. Bu listeyi şimdi yazsaydım, bir Dreamworks şaheseri olan "How To Train Your Dragon/Ejderhanı Nasıl Eğitirsin"i mutlaka listeye dahil ederdim. Dreamworks filmleri içerisinde açık ara izlediğim en iyi animasyondu diyebilirim. İyi bir animasyonun bana göre baş koşulları olan özgünlük, tempo ve görüntü yönetimi açısından beş yıldız alıyor "How To...". Pixar filmlerinin püf noktası gibi duran şirinlikde de oldukça iddialı "How To..". Okulda öğrencilere dört kere izlettiğim ve artık ezbere bildiğim bu filmin, IMAX versiyonunu tekrar sıkılmadan izlerdim diye düşünüyorum. Her yetişkinde ve her çocukta unutulmaz ufuklar açacağı garanti bir iş "How To Train Your Dragon". Bir ara filmdeki Vikinglerin İngilizce konuşmalarını eleştirecek gibi oldum, sonra biraz düşününce vazgeçtim.


21 Ekim 2010

"Die Fremde" (2010)

Almanya'nın bu filmi oscar adayı olarak göndermiş olduğuna gerçekten inanmak zor. "Die Fremde/Ayrılık"ı pek özgün bulamadığımı itiraf etmeliyim, halbuki "Gegen die Wand/Duvara Karşı" kıvamında bir film izleyeceğimi düşünmedim değil. Tabi bu tahminler araştırma yapmadan yapılmış tahminlerdi. Klişe argümanlara ve melodramatik unsurlara fazlasıyla bulaşan "Die Fremde" neredeyse bir Yeşilçam yapıtı gibi duruyor bazı anlarda. Filmdeki oyunculuklar da kafamı karıştırdı. Benim adamlarımdan olan Settar Tanrıöğen ve Ufuk Bayraktar yine parıldıyorlar, iki yüzlü ahlakçı abi rolünde Tamer Yiğit de iyi iş çıkarıyor, fakat diğerleri çok etkileyici bir performans sunmuyorlar bana göre. Mesela kusursuz İstanbul Tükçesi ve rafine edilmiş diliyle Derya Alabora, köyde doğmuş büyümüş Anadolu kadını rolünde inandırıcılıktan uzak duruyor. Filmin en büyük artısı özentili kamera işçiliği gibi geldi bana.

17 Ekim 2010

[Rec] 2

Aslında bu kadar kötü olabileceğini tahmin ediyordum. İnternetten bir şekilde film indirince, sanki ona bir emek vermiş gibi kendimi hissedip illa o filmi izleme saplantısından kurtulma kararı almam bu filmin bana kattığı tek artısı oldu. Zaten sahtekarlık yapıyoruz bir de emeğe saygı triplerine girmeye hiç gerek yok. Film mi? Birincisi özgün, tempolu, insanı diken üstünde tutan bir filmdi ama bu ikincisi korku devam filmlerinin bütün handikaplarına sahip. Zorlama senaryo, yitirilmiş bir merak duygusu ve bilinen son bunlara örnek olarak verilebilir. Bir de orda olmaması gereken gençler ve ekşına meyilli din adamı klişesini eklemişler ki Woody Allen filmlerindeki parti sahnelerini hatırlayın. Orada Woody sıkıcı sohbeti olan insandan kadehini alıp nasıl uzaklaşıyorsa ben de bu filmden uzaklaşmak istiyorum.

16 Ekim 2010

"Take Care of Your Scarf, Tatiana" (1994)

"Take Care of Your Scarf, Tatiana/Başörtünün Çaresine Bak, Tatiana" şu aralar yoğunlukla gündemi meşgul eden başörtüsü sorunu üzerine bir film değil elbette. 10 saat ders verdikten sonra bu 57 dakikalık Aki Kaurismaki filminin beni yormayacağını düşündüğüm için izledim. Aslında imdb'de filmin türü için komedi yazıyor ama bir an bile gülmeyeceğinizi garanti ederim ve evet bu çok iyi bir komedi filmi. Kendisinin en büyük yeteneklerinden biri, filmlerine bir kere bile tebessüm ettirmeyen ama tutkunu olabileceğiniz bir mizah duygusu yerleştirebilmesi. Benim anybody, anywhere, anytime (herhangi biri, herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda) diye adlandırdığım filmlerden biri "Take Care of Your Scarf, Tatiana". Alt sınıflara mensup, şehirli olmayan iki Finli kaybedenin Helsinki'ye yaptıkları araba yolculuğu sırasında yanlarına iki Rus kadını (Türkiye'deki kullanımından bağımsız) alırlar ve olaylar gelişmez. Hiçbir şey olmuyor gibidir. Kaurismaki filmlerinin artık rozeti gibi gördüğüm bir sürü sigara, kahve ve bira içme sahnesi. Sahi en son filmini 2006'da çeken Kaurismaki, Finlandiya'da kapalı mekanlarda uygulanan sigara yasağıyla yeni filminde nasıl başa çıkacak merak ediyorum doğrusu. Diyaloğa girmeye hevesli Rus kadınlarla, bu diyalogda bir mana bulamayan Finli erkeklerin yolculuğunu izliyoruz film boyunca. Sınıf ve bölge farkından doğan büyük hayal kırıklıkları da bu iletişimsizlik içerisinde o kadar başarılı veriliyor ki bu 57 dakikalık filmin bir dakikasını bile harcamak istemiyorsunuz. Kaurismaki'nin fetiş oyuncuları Matti Pellonpaa ve Kati Outinen alışıldığı üzere mesafeli ve iddiasız oyunculuklarıyla tam da bu filmlerin oyuncuları olduklarını bir kez daha hatırlatıyor bizlere. Imdb'de Finli bir izleyicinin yorumunu çok beğendim, paylaşmak istiyorum.

After seeing this movie I wondered how foreigners would experience it. Without knowledge of the social history of Finland in last century this movie must seem very strange. And if you know nothing about our civil war and the division of society these characters are devoid of meaning. Just two avoidant personalities, maybe? However from a Finnish perspective this is the perfect description of the outsiders of our society. The fellows who are left behind, but don´t agree with that viewpoint themselves. Who are stranded in the no-man´s-land between urban success and country desolation. They try to get along somehow and when they meet two Russian girls it´s the irony of fate staring them in the eye. The Russians are able to surpass social barriers without flinching, they just go on and talk, but these two Fenno-ugrian oedipal conflict prototypes can´t seem to find some meaning in this. Instead they resort to sulking, one of the basic Finnish social coping skills. What else can you do when you´ve got nothing in an otherwise expansive society, when there´s this huge discrepancy between your own success expectancies and reality, and when you watch the grandchildren of the victorious side in the Civil War pass you by. Not much, according to Kaurismäki who manages to make movies about that part of Finland that never goes to movies. For a Finn, the music is lovely as usual, the kind of music we grew up to after the war. 


Bu filmi izledikten sonra, Finli olmayanların neler hissetmiş olabileceklerini merak etmeye başladım. Geçtiğimiz yüzyılda vuku bulan Finlandiya toplumsal tarihiyle ilgili bilgi sahibi değilseniz, bu film size çok tuhaf görünmüş olmalı. Ayrıca bizim iç savaşımız ve toplumumuzun kamplaşmalara maruz kalmasıyla ilgili hiçbir şey bilmiyorsanız, bu karakterler sizin için her hangi bir anlamdan yoksundurlar. Sadece iki adet ihmal edilmiş karakter olarak görürsünüz onları, olabilir mi? Fakat bir Finli bakış açısıyla, bu film bizim toplumumuz dışına itilmişlerin mükemmel bir tasviridir. İhmal edilmiş ama bu durumu kabullenmeyen kişiliklerdir bunlar. Şehirli başarısı ile taşra terkedilmişliği arasında beş parasız bırakılmış kaybedenler. Bir şekilde idare etmeye çalışıyorlar ve iki Rus kızıyla karşılaşınca kader ironik bir şekilde onlara göz kırpmaya başlıyor. Ruslar çekinmeden toplumsal engelleri aşabilmektedirler, konuşmaya devam ediyorlar fakat bu iki Urgian-Finli Oedipus kompleksinden muzdarip tipler bunda bir mana bulamıyor görünmektedirler. Bunun yerine surat asmayı tercih ediyorlar ki bu da Fin toplumunun başlıca sosyal sorunlarla başa çıkma yeteneğidir. Bu kadar samimi(!) bir toplumda elinizde hiçbir şey yokken, gerçekler ve hayalleriniz arasında bu kadar büyük bir fark varken ve yanınızdan gelip geçen İç Savaş galiplerinin torunlarını izlerken elinizden başka ne gelir ki. Pek filmlerde görmeye alışkın olmadığımız bölgelere kamerasını yönelten Kaurismaki’ye göre de elinizden fazla bir şey gelmez. Bir Finli için filmdeki müzikler de doğal olarak sevimli, savaştan sonra onunla birlikte büyüdüğümüz müzikler.  

Not: Çeviri biraz aceleye geldi ve benim serbest çeviri eğilimlerini yansıtmaktadır. İyi haftasonları...

14 Ekim 2010

Allah belanızı versin!


Rahatsız edici film kategorisinden elimde ziyadesiyle film mevcuttur. Bu türe özel bir merakım olduğundan değil her türlü film izlemeyi sevdiğim için bir şekilde arşivime girdi bu filmler. Kaldı ki insanı sarsan, düşünmeye sevkeden, ezberlerini sendeleyen, bir tezi ve sanatsal değeri olan filmlere tek kelimeyle bayılırım. Bunun için bir liste yazmıştım zamanında. Şöyle bir filmden de bahsetmiştim. İngiltere'den aldığım bazı filmler vardı. Nefret ettiğim filmlerden de bahsetmiştim. "Scrapbook" bunlardan biriydi. "Cannibal Holocaust/Yamyam Katliamı" ve "Pink Falmingos/Pembe Flamingolar" da nefret etmek bir yana arşivimde bulundarmayı bile reddettiğim iki filmdi. Çünkü bu iki filmdeki iğrençlikler kurgusal değildi, yani gerçekti. Kurgusal olan her türlü filmi ise izleyebildiğimi iddia etmiştim. Bu iğrenç filmden sonra da iddiam devam ediyor. Fakat bu kadar iğrencine rastlamamıştım itiraf edeyim. Bu filmden nasıl haberim oldu, filmin adı nedir, yönetmeni kimdir gibi bilgileri vermeyeceğim; çünkü bu filmi tavsiye etmiş kişi olma vebalini üzerime alamayacağım. Afişini de Photoshop'ta sansürledim. Aslında bu film ne bileyim "Freaks/Hilkat Garibeleri" (1932) veya iyi bir Zeki Demirkubuz filmi kadar beni sarsmadı, ancak filmdeki bazı sahnelerin insanlık onuruyla bağdaşmadığını düşünüyorum. Merak da etmeyin, sormayın da, öğrenirseniz izlemeyin de...

12 Ekim 2010

Muhammed Tiryaki röportajı

estarabi.blogspot.com'un yazarı Muhammed Tiryaki'yle elektronik posta yoluyla bir röportaj yaptık (burada yaptım mı demem gerekiyordu acaba?). Kendisine değerli vaktinden ayırdığı için çok teşekkür ederim. Bu benim röportaj serisinde gerçekleştirdiğim ilk röportajımdı. Daha önce Sinema dergisinin en arkasında yer alan fikis soruları kendime sormuştum. İleride de Agah Özgüç'le, Zeki Demirkubuz'la ve Finlandiya'dan tanıdıklarım aracılığıyla Aki Kaurismaki'yle röportaj yapma planlarım var. Bu arada tanınmış olmayan, sinemayla az ilgilenen kişilerle de röportaj yapmayı planlıyorum; çünkü herkesi dinlemeyi seviyorum. Halkı küçümserim evet ama onları dinlemekten de geri durmam. Herkesin bir hikayesi, söyleyecek bir şeyleri vardır. Fakat bu röportaj işi sanıldığı kadar kolay değilmiş onu öğrendim. Buyrun bakalım:

Sinemayla ilgilenmeye ne zaman, hangi şartlarda başladın?
Sinemaya ne zaman ve nasıl başladığımı anlatabilmem için aslında müzik koleksiyonu yapmaya başladığım vakitlerden bahsetmeliyim. Zira 13 yaşımdayken aldığım, Erkin Koray, Barış Manço, Edip Akbayram gibi isimlerin albümlerinden sonra eski popüler müziklerimizin kullanıldığı filmlere de göz atma isteğim oluştu. Bu sayede çok uzun bir süre Yeşilçam filmlerini ezberleyene kadar izledim. Bugün bile hala o salon filmleri ya da Arzu Film ekolü tüm detaylarıyla aklımdadır. Üniversite son sınıfa kadar da (2003-2004 diyelim) sıkı bir Yeşilçamcı olarak devam ettim. Yabancı sinema izlesem de günlük seyirlik bir sevgiden öteye gidememişti. Ne zaman ki The Godfather'ı izledim o zaman sinemanın her alanı ve her coğrafyasında önemli bir şeyler yakalayabileceğimi gördüm. Bunun dışında arşiv yapmaya başlayalı çok olmadı, 2 yıllık bir mazim var.

O zaman seni bir quize tabi tutayım. "Sev Kardeşim" (1972) filminde Zeki Alasya'nın sünnet olan Halit Akçatepe'ye getirdiği hediye neydi? (şaka şaka)..Hikayemiz birbirine benziyor. Peki blog yazma fikri nasıl oluştu?
:)) Zeki Alasya'nın elinde ördekle içeri girişi unutulur mu hiç. Ama bak, o filmde Tarık Akan'la Hülya Koçyiğit'in sahilde çay içtiği sahnede bir Orhan Gencebay şarkısı çalıyordu arkada, o şarkıyı hatırlayamıyorum şimdi de :))
Blog yazma fikri tamamen diğer site ve interaktif sözlüklerde başkasının/başkalarının koyduğu kurallarla yazma işinden sıkıldığım için çıktı. Aslında 3-4 yıl önce açtığım ve müzik ağırlıklı olan bir blogum daha vardı ama o yarıda kaldı. Şimdiki blogu da yüzde 60 sinema içerikli olsun diye açtım ama o oran yüzde 90'lara çıktı. Sadece kendi blogum değil, seninki de dahil birçok blogda değme köşe yazarlarına ya da dergi yazarlarına taş çıkartacak yazılara rastlıyorum ama maalesef biz alternatif medya gibi bir konumda kalıyoruz.

Blogların alternatif kalması gerçekten kötü bir şey mi? İnsanlar bazen alternatife de ihtiyaç duymazlar mı?
Eğer popüler olan, belli bir kalitenin üzerindeyse o zaman alternatif kalmanın hoş bir imajı vardır ama insanlar/kurumlar sizin ve sizin gibilerin yaptıklarına oranla berbat işler çıkarıp parsayı götürebiliyor ve toplumu yönlendirebiliyorlarsa o zaman pozisyon sorunlu bir konuma düşüyor. Misalen; Hürriyet gazetesinin Kelebek ekinde günlük televizyon akışının yer aldığı sayfanın editörüne bakabilirsin. 1 hafta boyunca tüm filmlere 3 yıldız verdiğini biliyorum ben adamın (Mevlüt Tezel). Ya da Ömür Gedik'in herhangi bir yazısını okumak yeterlidir. Bir baştansavmalık, bir halk nasıl olsa yer anlayışı, beni, bizim gibilerin antrenman sahasından maç sahasına çıkmamız gerektiği konusunda düşündürüyor.

Doğru, sana katılıyorum. Benim asıl kastettiğim, her şey yoluna girmiş gibi görünse dahi alternatif seslere ihtiyaç olmalı gibi bir fikirdi. Sinemaya dönelim. Değişik coğrafyalardan önemli şeyler yakalayabileceğini söyledin. Hangi coğrafyalarda dolaştın şimdiye kadar? Bloğunda en sevdiğin 10 film var fakat genel olarak sinema beğeninden bahseder misin?  
Bir kere her şeye rağmen katıksız bir Hollywood taraftarıyımdır ki günümüzde Hollywood'u diğer sinema alanlarından yukarıda görenler genelde pek hesaba alınmamaya başladı. Ama yine de buna pek kulak asmıyorum. Hollywood içerisinde de mümkün mertebe klasik sinema büyülemiştir beni. Bir Hitchcock filminden daha fazla eğlence ve gerilimi birarada kimse veremez bana. Billy Wilder'ın hikaye anlatıcılığı özel efektlerle asla yakalanamayacak. Ya da hiç kimse Frank Capra kadar sinemasını umudun ve iyiliğin bayrağı haline getirememiştir. Günümüze ait olup da klasik sinemaya dahil ettiğim tek isim de Clint Eastwood'dur. Ama Spielberg-Coppola-Scorsese üçlüsünün yeri elbette ayrıdır. 70'lerin ikinci yarısındaki politik-gerilimler ya da David Fincher'ın filmi kavrama yeteneği yeri ayrı olan mevzular. Açıkçası Hollywood dışına çok özel bir gözle bakmak hiçbir zaman tam tatmin edemedi beni. Bergman-Fellini-Antonioni gibi Hollywooddışı klasikler hiçbir zaman ilgimi çekmedi. Herkesin ayıla bayıla izlediği uzakdoğu filmleri (hele ki Yedi Samuray) bende kalp sıkışmasına falan sebep oluyor:)) Tüm bunların yanında benim için çok özel bir sinema varsa o da son 15 yılın Alman sinemasıdır. Klasik Hollywood'un kalitesine az da olsa yaklaşabilen tek akımdır benim için.
 Bir de yönetmenler, ülkeler ve akımlar haricinde sabit oyuncularım vardır, en kötü filmlerine kadar her işini seyrettiğim ya da seyretmeye çalıştığım. Al Pacino başta gelir mesela. Clint Eastwood'un oyunculuğunu yönetmenliği kadar göklere çıkarmam ama yine de her filmini (1-2 tanesi hariç) defalarca izlemişimdir. Elbette, Marlon Brando, Robert De Niro, Dustin Hoffman, Meryl Streep, Daniel-Day Lewis gibi isimler de vardır listemde. Ama mesela pek kimsenin peşine düşmeyeceği Ed Harris gibi Pete Postletwhite gibi isimlere de büyük hayranlık duyarım. Saçmasapan avantür filmlerini bir kenara alırsak Cüneyt Arkın da bir başka özel ismimdir. 

Ben de senin gibi dünyada en iyi sinemayı Amerikalıların yaptığını düşünüyorum. Bloğuna göz atılınca Eastwood ve Hitchcock hayranlığın hemen göze çarpıyor. Bu ikisi sanat filmleri yönetmeninden ziyade zanaatkar yönetmenler olarak bilinir. "art house" sanat filmlerine bakışın nasıldır peki? 
Şöyle söyleyim; genel anlamda art house etkinliklere içerdiği filmlerin benimle uyuşmayan niteliklerinden ötürü ilgisizimdir ama Türkiye özelinde her büyükşehirde bu türden filmleri gösteren sinemateklerin olmasını isterdim. Bildiğim kadarıyla Ankara'da sinematek yoktur mesela.

Etkinliklerden ziyade senin filmlerini takip ettiğin, beğendiğin bir yönetmen var mı anlamında sormuştum. Veya seni çok etkilemiş bir film, bir performans var mı?
Sudie and Simpson vardı mesela yıllardır yeniden izlemek istediğim ama hiç karşılaşamadığım bir örnek olarak. Colours adında bir kısa deneme hoşuma gitmişti ama dediğim gibi bu yapımlar çok fazla sinema tercihlerime dahil olmadığından belleğimdeki örnekleri azdır.

Peki Türk sinemasındaki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsun? 2000li yıllar 90lara hem nicelik olarak hem de nitelik olarak nal toplattı gibi.
Üzerinde uzun uzun yazılacak bir konu bu. Ama genel hatlarıyla şunları söyleyebilirim. 2000'lerde konusu olmayan, en kötü oyunculuklarla çevrili filmler çekilmiş olsaydı bile yine 90'lara nal toplatırdı gibi. Çünkü ülkemizde 90'lar neredeyse sıfıra yakınlarda seyretti. Nicelik olarak 2000'ler, sinemamızın tüm dönemlerine fark attı; o ortada, ama nitelik olarak pek aynı şeyi düşünmüyorum. Ne 60'lar gibi altın yılların ne de 70'ler gibi aile sineması konusunda dünyanın en iyilerinden biri olan Yeşilçam'ın yanına yaklaşamıyor 2000'ler. Teknik anlamda değil tabii. Sektör artık tekniğe hakim olmaya başladı nihayet. Şu an Türk sinemasının en önemli sorunu filmlerin tamamen ayrışması ve ortalama film şablonunu tutturamaması. Ya sulu zırtlak popüler filmler ve olmayan kaliteleri mevcut ya da toplumun çok az bir kesimi tarafından izlenen (bu tabiri pek sevmem) sanat filmleri ve tartışılır kaliteleri. Ödüllü filmlerle gişe rekortmeni filmler gırla gidiyor ama sinemamıza en az 10 yıllık ivme sağlayacak filmlerin varlığından hala yoksunuz.

Peki arada kalan, popüler sinemanın nitelikli örnekleri diyebileceğimiz hiç mi film yok?
Var elbette. Dünyanın en kötü tür ve akımının bile nadir iyi örnekleri mutlaka vardır. Pardon ve Beynelmilel mesela. Kimi eksikliklerine rağmen son dönemin en kaydadeğer iki filmidir kanımca. Her ikisinin de yönetmenlerinin ilk filmleri olması önemli ayrıca.

Peki bloğuna giren günlük ziyaretçi sayısını biliyor musun? Bu konuda bir hedefin var mı? Takip ettiğin bloglar var mı?
Oscar törenlerinden önce çok yoğun bir mesai yapmıştık 4 arkadaş. O dönem günde 150-200 farklı kişi vardı ama sonra sayı düştü. Yüksek sayıda bir okuyucu kitlem yok açıkçası. Yazdığım yazıları hemen hemen hiçbir yerde duyurmuyorum, haliyle ne kadar reklam o kadar rating durumu vaki. Belirli bir hedefilm de yok. Takip ettiğim sadece 3 blog var: Kadri Karahan'ın kişisel notları, senin ve Stardust'ın blogları.

Yazılarından anlaşılacağı üzere benim gibi 70ler Amerikan sineması hayranısın. Sence neden bu dönem bu kadar parıltılı?
70'lerin önemi bence 60'ların zayıflığıyla alakalı gibi. 1971'de Hollywood batmak üzereyken, artık sinemalara kimse gitmezken, yılda neredeyse 1-2 kaliteli film yapılırken eski sinemacıların perdeyi terk edip yerini yenilere bırakmasıyla bir anda olağanüstü işler çıkıverdi ve hem ekonomik hem de kalite bakımından kötü gidiş sona erdi. Tek başlarına Love Story, The Godfather ve Jaws'ın enflasyondan arındırılmamış gişe rakamlarının 65-70 arası toplam gişeden The Sound of Music'i çıkardığımızda oluşan rakamın yarısını teşkil ettiğini biliyoruz mesela. Aynı parıldama 90'lar için de geçerli kanımca. 80'ler günümüzde iyice moda haline gelmiş olmasından dolayı pek kimse bu yorumuma katılmaz ama bana kalırsa 80'ler sineması da pek yenilikçi ve kalabalık değildi. Elbette istisnalar hariç. 90'lar yeni oyuncularla sıçrama yaptı.
70'lerin yerinin ayrı olmasının bir nedeni de şüphesiz Vietnam ve Nixon olayları. 2000'ler Hollywood'unun bir türlü tam olarak yararlanmayı beceremediği 11 Eylül Olayları'na nazaran 70'lerin yönetmenleri Vietnam ve Nixon olaylarından evrensel doğrular çıkarıp müthiş hikayeler yarattılar. Tek başına Apocalypse Now bile bu farkı yaratmaya yetti.
Başka bir unsur da 60'larda Avrupalıların Amerikalı sinemacılara her açıdan fark atmalarından çıkardıkları dersti. Dünyaya neyi satacaklarını iyi bilen bir endüstriyel sinemacılar grubu oluştu. Hele de Gulf & Western şirketinin sinemayla ilgilenmeye başlamasıyla finans sorununu da çözen Hollywood 90'lardaki konvansiyonel sinemaya giden yolu açtı.
 Bu konuda daha çok maddeler açılır ama bu kadarı yeterli sanırım:))

Erzincan Kemah'ta yaşıyorsun. Daha önce gitmediğim bir yer. Dolayısıyla pek bilgim yok o yüzden soruyorum. Bir sinemasever olarak bu ilçede yaşamanın dezavantajları var mı?
Kemah'ı bu konuda direkt konuşma-dışı bırakıyorum, çünkü sinema ürünlerine ulaşılabilirlik açısından kesinlikle hiçbir özelliği yok. Zaten yaklaşık 2000 kişinin yaşadığı dağlık bir ilçeden de bir şey beklemiyorum ama Erzincan bir il merkezi olarak bu konuda fazlasıyla sinir bozucu. DVD terimini film marketleri bile kullanmıyorlar. Hala VCD kiralama dönemi devam ediyor Erzincan'da. Korsan DVD zaten yok da yasal DVD satan tek bir dükkan bile yok. Bu konuda çok çok az da olsa işime yarayan tek yer Migros. O da 30 çeşit filmi 6 ayda zor çeviriyor. Sinema dergisi geçen aya kadar 4 dükkanda varken artık sadece Migros'ta. 2 salonlu sineması neredeyse haftanın en kötü filmlerini getiriyor. Yahşi Batı gibi, Ankara'da olsam asla sinemada izlemeyeceğim bir film için sinemaya gittim burada. Yoksa sinemaya gitme alışkanlığımı kaybetmek üzereydim neredeyse. Dolayısıyla film arşivim ve internet de olmasa Erzincan'da bir sinemasever olarak asla yaşayamazdım.

İngilizce biliyor musun? Bilmiyorsan, bu konu film izlemeye engel teşkil ediyor mu?
Bir İngilizce öğretmeni meslektaşım vardı. Bir yabancı dili ya hiç bilmezsin ya da tam bilirsin derdi. Bu durumda ben hiç bilmiyorum:)) Altyazı olmadan film izleyebilecek duruma gelemedim henüz, ama izlerken de çok karışık bir cümle yoksa genelde altyazıya bakmadan izleyebiliyorum.
Bağımsız sinema hakkında ne düşünüyorsun?
Bağımsız sinemacıların tek sorunu kendilerini seyirciden de "bağımsız" tutmaları. Konvansiyonel sinema içerisinde popülerliği az olması doğal ama ayrıksılık dengesini de tutturabilmekte fayda var. Little Miss Sunshine gibi Oscar'a aday olabilecek duruma gelmiş örneklerin daha da çoğalması gerekiyor. İşleri de zor oysa. Bağımsız sinema için Kardemir Karabükspor örneğini verebilirim mesela. Çok çok iyi futbol oynamalarına rağmen üç büyüklerle olan maçları dışında TV'de izleyemiyoruz bu futbolu. Bağımsız filmler biraz da böyle. İlgiyi arttırabilmek lazım.

İyi bir filmin tarifini nasıl yaparsın?
Benden önce Billy Wilder yapmış bile. Malum, sinemanın 10 kuralından ilk 9'u seyirciyi sıkmamaktır lafı. Tabii ki bu yetmez. Transformers filmleri de seyirciyi sıkmıyor ama iyi bir film değiller. İyi film için en önemli kural, kendi amacıyla çelişmemesi. Vaadettiğini yerine getirebilmesi. Bir korku filmi, korkutmuyorsa iyi bir film değildir. Bunun gibi. Oyunculukların ve hatta figürasyonun en azından işlerini doğru yapabilmeleri. Son olarak, mutlaka ve mutlaka izleyiciye yeni bir şey sunabilmeleri. Bazen bir filmin tamamı yolunda gitmez ama 1 dakikalığına öyle bir sahne içerir ki bu bütün filmi kurtarabilir. Bunların yanısıra kişisel beğenim sembolik anlamlar taşıyan filmlerden yanadır.
Peki içerik veya biçim, bunlardan birine daha fazla önem veriyor musun? Ne bileyim NBC mi Zeki Demirkubuz mu gibi yani?
Ben bir filmi bir bütün olarak görüyorum. Her yönüyle harika olan bir filmin müzikleri filmin dokusuna uymuyorsa o film kusursuz olamaz. Belki iyi bir film olur ama bir şekilde eksik kalır. Biçim ise iyi kullanamayan bir yönetmenin elinde bombadır, patlamadan filmi bitirebilmek gerekir. Sanırım bunu bugüne kadar hatasız getirebilen tek yönetmen vardı o da Hitchcock. Bu açıdan örneğini şu şekilde değiştireyim: James Cameron, biçime o kadar takıldı ki Avatar'ın içini doldurabilmeyi ihmal etti. Öte yandan Kathryn Bigelow içeriği zengin tutup biçime önem vermeyince The Hurt Locker eksik kaldı. Neyse ki ikisini birden başarabilen Inglourious Basterds vardı da 2009 tamamen boş geçmedi:))

Peki son soru, sinemada farklı bir kariyer hedefin var mı?
Sinemanın herhangi bir meslek kolunda aktif bir iş yapmak gibi bir hedefim olmadı hiç. Zaten bunun için gereken yetenek vs... bende mevcut değil. Eleştirmen/yazar olarak da üzerinde çalıştığım ve uzun süredir pek üstüne düşemediğim Al Pacino kitabımı bitirip bir "kitaplı yazar" olmak istiyorum sadece. Gerisini zaman gösterir zaten.


Klasik sahne 4: It's gonna be all right Nicki


The russian roulette - The Deer hunter
Yükleyen jedall. - Tüm sezonlar ve tüm bölümler

İşte gerçek bir klasik sahne. Michael Cimino'nun 1978 tarihli "The Deer Hunter/Avcı"sı savaş karşıtı filmler içerisinde çok önemli bir yere sahiptir. Onunla ancak "Apocalypse Now/Kıyamet" veya "Full Metal Jacket" aşık atabilir. Bu videoyu hazırlayanlar her ne kadar biraz fantaziye kaçmışlarsa da bu sahne dayanması zor bir psikolojik baskı sahnesidir filmde geçen. Savaşın tüm pisliğini iliklerine kadar hissettirir insana. "It's gonna be all right Nicki" repliği ve o Vietnamlı adamın "maaoouuw" (maaoouuw Vietnamca'da tetiğe bassana lan ayı anlamına gelir ve maaoo-tetik kökünden gelmektedir) şeklinde DeNiro'ya gömmesi benim için gerçekten bir klasiktir. Paylaşmak istedim. Paylaşımın için teşekkürler dostum (Türk forum geyikleri)...

10 Ekim 2010

Emir Kusturica gitti


Çok sevdiğim ve birçok filmini izlediğim Emir Kusturica Türkiye'den ayrıldı, belki de bir daha gelmeyecek. Hiçbir filminde İslam karşıtlığı görmedim Kusturica'nın. Aksine insan ve doğa sevgisi, yaşama tutkunluk düzeyinde bağlılık, yerel motifleri fetiş düzeyinde kullanma vardır onun sinemasında. Aynı zamanda zamanla yitirilen değerler, zedelenen vijdanlar, kaybedilen insanlıklar falan çok inceden inceye seyirciye aktarılır. Bugün Taraf gazetesinden Yıldıray Oğur kendisinin "ne olmuş yani müslüman kadınlar hamile kalmışlarsa, kürtaj olsunlar olur biter" dediğini yazmış. Ben internetteki araştırmalarımda bu veya buna benzer kadınlara yönelik bir demecine rastlamadım. Rastlayan varsa lütfen yorum bölümüne bıraksın, biz de aydınlanalım. Kendisi kadınlara yönelik bir şey söylediğini reddediyor. Ntv'deki röportajı bu linkte. Giderken söyledikleri de burada. Burnuma pis kokular geliyor. Cuma akşamı Almanya-Türkiye futbol müsabakasında Mesut Özil'i yuhalayanlarla aynı frekanstaysalar bütün bunların arkasındakiler, sizinle aynı gezegende bulunmaktan bile üzüntü duyuyorum.

"İki Dil Bir Bavul" TRT Haber'de


Trt Haber kanalında Pazar günleri nitelikli Türk filmleri yayınlandığını yazmıştım. Bugün de saat 22:30'da çok iyi bir film var. Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan'ın beraber çektikleri yarı kurmaca yarı belgesel bu film dimağlarda hoş bir tad bırakan cinsten. İzlemediyseniz kaçırmayın. Bütün önyargılarınızı ve ezberlerinizi çarşıya, pazara göndererek tabi.

Benim Bursaspor'um Edward Norton




Bloğun adının marlonbarando olması bazı insanlarda Marlon Brando hayranı olmalı gibi bir yargıya sebep oluyor. Marlonbarando, benim 10 sene önce Yahoo tavla oynamak için mail adresi alırken uydurduğum bir kelime oyunuydu.  Bu işe başlarken bu kadar ciddiye alacağımı bilseydim bu ismi koymazdım. Artık değiştirmem de zor; çünkü birçok kişi bu isimi Google'a yazarak siteye giriyor.
Bazıları dört büyükleri sever: Brando, De Niro, Nicholson, Pacino. Marlon Brando'nun bir çok filmini izlemiş olmama, biyografisini okumuş olmama ve kendisinin bazı performanslarını beğenmeme rağmen, ben üç büyüklerciyimdir. Yani sırasıyla De Niro'cu, Nicholsun'cı ve Pacino'cuyum. Herkesin hakkını teslim ettiği iyi oyuncuları ben de seviyorum elbette. Bunların dışında Benim Adamlarım diye tarif ettiğim; Steve Buscemi, Paul Giamatti, Seth Rogen, Cengiz Sezici, Stanley Tucci, Danny Trejo, Ufuk Bayraktar, John Goodman gibi fazla önemsenmeyen oyuncuların da takipçisiyimdir. Edward Norton bu üç büyüklere en çok yaklaştırdığım kişilerden biri, belki de birincisi. Onun unutulmaz bir performans sergilediği söylenen "Primal Fear/İlk Korku"yu (1996) nihayet izledim ve sonuç muhteşem. Aralarında Matt Damon'ın da bulunduğu 2100 kişiyi geride bırakıp seçildiği Aaron rolü Norton'ın sinemadaki ilk rolü. Muhteşem başlangıçlar diye bir liste olsa gözünüzü kırpmadan koyabileceğiniz bir performansı var Norton'ın. Ona ayak uyduran Richard Gere bile iyi bu filmde. Bu güzel kadını nereden hatırlıyorum acaba diye bana soru sorduran Laura Linney de çok başarılı bir performans sergiliyor (cevap harika Amerikan indie'si  "The Squid and the Whale/Mürekkep Balığı ve Balina"). "Primal Fear" iyi bir mahkeme filmi. Seyircide arınma ve rahatlama duygusunu elde etmek için en iyi türlerden biridir mahkeme filmi. İyi performansı sergilemek için de aktörlere bol bol malzeme sunar. Hemen aklıma gelenler "A Few Good Man/Birkaç İyi Adam"daki Jack Nicholson, "The Devil's Advocate/Şeytanın Avukatı"nda Al Pacino, "To Kill A Mockingbird/Bülbülü Öldürmek"te Gregory Peck vs. "Primal Fear"daki mahkeme sahnelerinde öyle unutulmaz bir performans göremiyoruz oyunculardan ama dediğim gibi tüm film boyunca Norton'dan görüyoruz. Film, sonunda kadın ile erkeği öpüştürmediği için ayrıca takdirimi kazandı. Efendim, unutulmaz sürpriz son mu bakmıştınız?

09 Ekim 2010

"To Catch a Thief" (2008)

 

Bu Mr. H'nin değil, Mr. D'nin "To Catch a Thief"i. Daha önce çok amatör film çalışmam olan "Rear Window: A Kitsch Version"u yayınlamıştım. Dördüncü sınıf öğrencileriyle, kötü bir kamerayla ve bir günde çekilen bu filmi paylaşmak istedim. Dario Argento'dan, Alfred Hitchcock'tan, Bernard Herrmann'dan bihaber olan çocuklar çok eğlenmişlerdi.   

08 Ekim 2010

Agah Özgüç "Türk Filmleri Sözlüğü"


Dün kitaplığımı düzenlerken Agah Özgüç'ün "Türk Filmleri Sözlüğü"nü görünce biraz duraklayıverdim. Çünkü bu kitabı elde etmek için Ankara Dost Kitabevi'ndeki sinema kitapları bölümünü yaklaşık bir 10 yıl boyunca (1994-2004) üç beş günde bir ziyaret etmiştim, aynı şekilde İstanbul'da bazı girişimlerim olmuştu. 18-19 yaşlarındayken ilk defa gittiğim Yeşilçam'da birilerine sormuştum. Türk filmi gibi...IMDB ile ilgili o kadar görüş bildirirken, yıllarca benim için bir fetiş objeye dönüşen bu takdire şayan eserden bahsetmemek olmaz. Dünyada örneği var mıdır acaba? Bir kişinin tamamen kişisel çabalarıyla oluşmuş, o ülkede çekilen bütün filmlerin yer aldığı bir sözlük...2009'a kadar getirmiş sözlüğünü sevgili Agah Özgüç. Bu hizmeti için sırtımda taşırdım kendisini. Bu sözlüğün yanında 13 kadar da kitabı ve sayısız araştırma, inceleme yazısı bulunuyor. Benim "Sözlük"ten daha önce edindiğim ve daha çok kullandığım bir de "Türk Film Yönetmenleri Sözlüğü" adlı kitabı var ki bugün varoluşları hakkında kimsenin bilgi sahibi olamayacağı insanları bile arşivlemiş. Helal olsun. Milliyetçilik böyle bir şey olsaydı keşke. Çok basit yani: kan grubuna bağlı olmayan bir konuyu sevmek, o konuda çalışmak ve ortaya bir ürün koymak.

07 Ekim 2010

"Kick-Ass" (2010)


Henüz Türkiye'de gösterime girmeyen Matthew Vaughn filmi "Kick-Ass" için bazı altyazı sitelerinde "Canlarına Oku" gibi bir Türkçe ad var. Sizin öneriniz ne olurdu "Kick-Ass"in Türkçe adı için? Benim samimi önerim "Kıçımın Süper Kahramanı"dır. Tabi ki böyle bir isim koymacaklar; fakat film süper kahraman olmaya çalışan bir salağı konu edindiği için uygun giderdi diye düşünüyorum. IMDB Top 250'de görünce izlemek istedim "Kick-Ass"i. Film tam bir tür kırması olarak değerlendirilebilir. İzlemeden önce de filmin ilk yarım saati falan boyunca da Judd Apatow tarzı bir komedi olduğunu düşündüm. Tabi bu şartlanma da "Superbad/Çok Fena"da abazan Fogell rolünde dikkatimi çekmiş Christopher Mintz-Plasse'nin "Kick-Ass"de de sorunlu bir ergeni canlandırmasıydı. Bu arada Christopher'la beraber Hit-Girl rolünde harikalar yaratan Chloe Moretz'e de dikkatinizi çekmek istiyorum. İkisi film boyunca fazlasıyla rol çalıyorlar. Bir Judd Apatow filmi gibi ilerleyen "Kick-Ass" daha sonra çok başarılı bir polisiye gerilime dönüşürken, sonlara doğru da soluk kesici bir aksiyon olmayı başarıyor. Bu tür gezinmelerini de aslında hep süper kahraman filmleriyle dalga geçme fonunda gerçekleşiyor. 2010'un en güzel sürprizlerinden biri olduğu öne sürülen "Kick-Ass" gerçekten de size tadından doyulmaz bir 110 dakika vaat ediyor.


Kick-Ass - Trailer / Bande-Annonce #2 [VO - HD]
Yükleyen Lyricis. - Tüm sezonlar ve tüm bölümler

06 Ekim 2010

İşçi Üçlemesi


Geçtiğimiz Haziran ayında Finlandiya’nın başkenti  Helsinki’ye gittiğimde insanı rahatsız edecek kadar fazla olan bir dinginlikle karşılaşmıştım. Etrafta neredeyse yoka yakın bir problem potansiyeli vardı. Her şey yolunda ve düzenli gibi görünüyordu. Yayalar gece yarısı bomboş yolda bile kırmızıda duruyorlardı (aslında olması gereken buydu, dönüş yolunda Kocaeli civarlarında insanların otobanda karşıdan karşıya geçtiklerini gördüm). Yaptığımız sohbetlerde ülke insanının dünyanın en dürüst milletlerinden biri olduğu, kimsenin kimsenin malında gözü olmadığını falan tekrarlıyorlardı insanlar. İkiyüzlü bir ahlak anlayışının olmadığını yerinde gözlemledim. Her yerde başa bela olan ırkçılığın, yabancı düşmanlığının olmaması ise söz konusu değildi. Pek sinema için uygun bir mekan olmadığını düşünüyordum Helsinki’nin. Ta ki Aki Kaurismaki’den haberdar olana kadar. Kendisi ağabeyi Maki Kaurismaki’yle beraber Finlandiya sinemasının en önemli yönetmenlerinden. Sanat filmleri kategorisine girebilecek minimalist, sert söyleme sahip, gerçekçi filmler yapıyor. Bir filmin 90 dakikadan fazla olmaması gerektiğini savunuyor. Çoğu filmi 70 dakika civarında, yani “İşçi Üçlemesi”ni bir günde izleyebilirsiniz. Hiçbir zaman bir başyapıt veremeyeceğini iddia ediyor. 20 film çekip emekli olacağını söylemiş bir röportajında (şu anda 15 uzun metraj kurgusal eseri var). Gerek melodram kalıplarına başvurmasıyla gerekse de insanı bir kere bile güldürmeyen inanılmaz kötümser bir kara mizaha sahip olması dolayısıyla Rainer Werner Fassbinder’e benzetiliyor ama son zamanlara kadar yönetmenin hiçbir filmini izlemediğini söylemiş. Jim Jarmusch’la da tarzlarının benzediğini okudum bir iki yerde fakat bu fikre katılamayacağım. Bence Zeki Demirkubuz’a daha yakın bir tarzı var. Abbas Kiarostami’yle isim ve soy isimleri çok benzemesine ve iyi dost olmalarına rağmen zıt bir bakış açıları var. Daha önce yazdığım üzere Kiarostami “umut vardır ve hayat güzeldir” derken Kaurismaki’ye göre ne umut vardır ne de hayat güzeldir.Oldukça sade bir dil kullanmaları, minimalist çalışmaları, alabildiğine gerçekçi olmalarıyla benzeşebilirler. İnternette tesadüfen üçlemelerle ilgili okuduğum bir yazı sayesinde haberim oldu Aki'den. Şimdi üzerine eğilmem gereken yönetmenler listemde.
“Shadows in Paradise?/Cennetteki Gölgeler” (1986)
“İşçi Üçlemesi”nin ilk filmi diğer filmler gibi bir işyerinde (workplace) açılış yapıyor. Çöp kamyonlarını ve çalışanları izliyoruz açılışta. Bu filmin kaybedenleri Nikander ve Ilona. Film daha çok Nikander'i anti-kahramanlaştırıyor. Kendisi Helsinki'de çöpçülük yapmaktadır ve kendisiyle aynı sınfta yer alan Ilona ile net olmayan bir ilişki yaşamaktadır. Kendisini ifade etmekte zorlanan Nikander, insanlara nasıl yaklaşması gerektiği konusunda sorunlar yaşamaktadır. Karşısındaki Ilona da çok bilinçli bir karakter değildir ve zaafiyetleri vardır. (SPOILER) Filmin sonunda önerilen işçiler birleşiniz ve evlenip mutlu olunuz ffinali yerine kafalarda daha fazla düşünce çağrıştıracak bir final düşünülseydi daha ilginç bir film olabilirdi "Shadows in Paradise". Belki de hiçbir zaman başyapıt çekemeyeceğim derken haklıydı. Bir başyapıt değil ama gönül rahatlılığıyla yedi verilen bir film "Shadows in Paradise". Tıpkı Zeki Demirkubuz filmleri gibi.

“Ariel” (1988)

 Bir filmde acemice çekilmiş bir kavga, yaralama, ölme veya harala gürele sahnesi görünce, o film benim gözümde bir kademe aşağıya iniyor. "Ariel" de içerisinde böyle bazı karikatür sahneler barındırıyor; fakat üçlemenin ruhundan, diğer filmlerin sarsıcı etkisinden, Helsinki hapishanesini resmetme açısından başarısız değil. Bu filmde itilip kakılan işçi aynı zamanda taşradan gelme ve yersiz yurtsuz bir insan. Sistem bütün enstrümanlarıyla kendisine karşı. (SPOILER) Yine hep destek tam destek mesajı veriliyor filmde ve yine bir yerlere gidip kurtulma opsiyonu sunuluyor işçi kardeşimize.


“The Matchfactory Girl/Kibritçi Kız” (1990)


Evet doğru tahmin ettiniz, film kibrit fabrikasından görüntülerle başlıyor. Bu seferki kaybedenimiz de diğer filmdekiler gibi hayata tutunamayan, umduğunu bulamamış belki bir şeyler umut etmeye dahi fırsat bulamamış biri. Anne babasının kendisine karşı hissettikleri nefret, fark edilmeme gibi insanı dağlayan bir problem, iş yaşamında değer verilmeme sömürülme gibi sorunlarla mücadele ediyor. Kaurismaki filmlerinin favori mekanlarından olan kafe bar gibi yerlerden birinde bir karşı cinsle tanışıp bir de onun tarafından değersizleştirilince film kopuyor Iris için. Diğer filmlerin aksine buradaki anti-kahramanın yanında yer alan bir sınıfdaşı, bir destekleyici kaybeden falan yok. Sistem karşısında tamamen yalnız Iris. Bu sistemin önemli bir bölümünü de erkek egemenliği teşkil ediyor. Bu yönüyle sosyalizmden çok feminizme biraz daha yakın bir film "The Matchfactory Girl". Üçlemenin en bireysel filmi. 

Genel olarak üçlemeyi başarılı buldum. En büyük avantajı ancak iyi filmlerde hissedebileceğiniz yalnızlık, izole edilmişlik duygusunu çok başarılı bir şekilde vermesi. Ticari kaygıdan uzak, tamamen bir şeyler dile getirme arzusuyla çekilmiş bu filmleri mutlaka görmelisiniz derim. Kaurismaki'nin söyleyecek şeyleri var çünkü.  

03 Ekim 2010

Yan sanayi serseri aşık Fassbinder

29 Ocak'ta bundan sonra Jim Jarmusch'çuyum diye yazarken Fassbinder filmlerine de eğileceğimi yazmıştım. "Fox ve Arkadaşları" iyi bir filmdi. Yönetmenin İkinci Dünya Savaşı Üçlemesi'nin ilk iki ayağı olan "Die Ehe der Maria Braun/Maria Braun'un Evliliği" (1975) ve "Die Sehnsucht der Veronika Voss/Veronica Voss" (1982) adlı filmlerini de izledim bu arada, fakat bu iki filmin içine girmesi çok zordu. Alman tarihi ve kültürünü iyi bilmediğim için bu iki filmden yeteri kadar lezzet alamadım. Bu arada Fassbinder'in ilk uzun metrajı "Liebe ist kalter als der Tod/Aşk Ölümden Soğuktur"u izledim. Sanırım bu isimde, arabesk şarkıcı Bergen'in hayatını anlatan bir Türk filmi de mevcutmuş. Yalnız ve güzel ülkemden hırsızlığın bir örneği daha. Mafya ve suç dünyası fonunda üçlü bir aşk/arkadaşlık hikayesi "Liebe ist kalter als der Tod". İlk film olmasına rağmen tüm Fassbinder özelliklerini barınıdırıyor içerisinde. Fassbinder modern toplumun insanı dişlileri arasında öğüttüğünü düşünür ve bu eziyetin ilişkilerde de bir taraf tarafından yansıtıldığını göstermek ister filmlerinde. Bu filmde de gerek dugusal ilişki gerekse de arkadaşlık ilişkisi, içerilerinde bir sömürme barındırıyor. Kimse kimseyi rahat bırakmıyor. Kimsenin kimseye tahammülü yok. Fassbinder filmlerinde genellikle görülen ırkçılık temasından "Liebe ist kalter als der Tod"da nasibini bir Türk alıyor. Fassbinder'in kendisinin oynadığı Franz adlı kadın satıcısının bir Türk kadın satıcı tarafından öldürülmek istemesi üzerine, ekip harekete geçiyor ve Türkü öldürüyorlar. Sonrasındaysa Türkün ölümünün Alman otoriterler tarafından hiç de önemsenmediğini ama aynı olayda hayatını kaybeden Alman kız içinse Franz'ın sorgulandığını görüyoruz. Bütün bunlar bir yana "Liebe ist kalter als der Tod" çok enteresan bir sinemacının ipuçlarını vermesi açısından önemli bir ilk film. Ve kesinlikle bir biçim filmi. Jean-Luc Godard'ın "Breathless/Serseri Aşıklar" filmine hem içerik hem de biçim olarak oldukça benziyor. Fransız Yeni Dalga ve tiyatro etkileri filmde açıkça görülüyor. Umursamaz tavırlarıyla Fassbinder, omuzdaki kameradan Belmando'yu fazlasıyla andırıyor. Camp (kitschliğin bilinçli kullanılması) estetiği, Brecht etkisi ve Fassbinder'in fobilerle dolu alabildiğine kötümser Almanya'sı bu filmde bir araya gelmiş gibi duruyor. Fassbinder'e meraklıysanız mutlaka görmelisiniz, böyle bir merakı olmayanlarınsa görmek isteyebileceği bir film değil "Liebe ist kalter als der Tod".