27 Şubat 2010

"Funny People" (2009)

Yaklaşık iki senedir bu filmi izlemeyi bekliyordum. Son dönemlerde ard arda, aynı kadrolarla çektikleri yetişkin komedisi filmleriyle beğeni kazanan Judd Apatow ve ekibinin bu işi, çok başarılı afiş çalışmasıyla da bende görme isteği uyandırmıştı. En başta adamım Seth Rogen oynuyordu. Zayıflamış haliyle onu pek tutmadım desem yalan olmaz. Alışmışım onun kaba saba duruşuna. Oyunculuk demişken; filmde Eric Bana gibi bir yürüyen karizmayı, komik Avustralya aksanıyla dalga geçilen bir lavuk rolünde görmek de ilginçti. Funny People (Matrak Adamlar) Apatow'un diğer filmlerine oranlar drama sosuna biraz daha fazla bulandırılmış geldi bana. Entellektüel düzeyi de ortalamanın biraz üstünde. Filmde sürekli sinema tarihine göndermeler var. Apatow ve ekibinin başarısı da burada yatıyor zaten. Dıştan bakıldığında tuvalet edebiyatından fazlasıyla besleniyor gibi gözüken filmleri aslında o kadar da boş olmayan, sahici durum komedileri. Umarım bu başarılı ekip çalışmaları gelişerek devam eder. Sevdim bu filmi.

26 Şubat 2010

"Maradona by Kusturica" (2008)

Maradona çok ilgi çeken bir figür. Sevaplarıyla çoğunlukla da günahlarıyla bir döneme damga vurmuş, dünyada en çok tanınan simalardan biri. Garip bir büyüsü var. O kadar skandala rağmen insanlar halen ona Maradona kilisesinde tapabiliyorlar. Bu sebepten ötürü, normalde bazı handikapları bulunan Kusturica'nın belgeseli bile izlenebilir, etkileyici olabiliyor. Futbol blogları henüz bu filmi keşfetmedi, görecekseniz yakın zamanda bir çok blog bu filmi tanıtacak, filmden referanslar verecek. Onlardan önce bu işi ben yapayım dedim. Dediğim gibi Maradona öylesine etkileyici bir hayata sahip ki onunla ilgili her şey reyting elde ediyor. Filmin kurgusunu özentisiz buldum. Bir de Kusturica'dan; Maradona'nın hiç de inandırıcılığı olmayan siyasi, sloganvari konuşmalarından ziyade, onun futbolla ilgili yaşadıklarına daha fazla yoğunlaşmasını beklerdim. Bir dakika nereden geldim ben buraya? Aslından filmden ben de etkilendim ama bu doğrultuda bir film olsaydı bence daha iyi bir film olurdu. Maradona'nın kendi söylediği bir şarkı var filmde. Çok etkileyici bir şarkı. Youtube linki burada. Yasaktube linki de burada.

22 Şubat 2010

"Take the Money and Run" (1969)

Woody Allen'in yazıp, oynayıp ve yönettiği ilk film Take the Money and Run (Parayı Al ve Tüy, 1969). Bunlardan tam 40 küsür tane var kariyerinde. Müthiş bir istikrardır bu. Üretkenlik budur işte. Gerçi Türk sinemasında 100ün üstünde film çekmiş çok yönetmen vardır (Atıf Yılmaz, Osman Seden, Ülkü Erakalın gibi); ancak şartlar eşit değildir. Amerika'da gerçekten film çekmeniz lazım yönetmen olabilmeniz için. Bilinen ilk mocumentary, yani düzmece belgeseldir Take the Money and Run. Woody Allen'in tüm sevimliliğiyle izlenesi bir film. Bazı mantık hataları, bir kaç soğuk espiri de yok değil. Woody Allen'in kariyerinin nasıl bir yönde seyredeceğini apaçık belli eden bir film olması dolayısıyla yönetmenin hayranlarının mutlaka izlemesi gerek. Benim için filmin hoş sürprizi Mini Cooper oldu. Mini Cooper gördüğüm filmleri severim aynı şekilde Mini gördüğüm günleri de severim, zira küçük bir şehirde her zaman göremiyorsunuz (Bolu). Dünya Kupası olan yılları da severim.

Filmde enterasan kareler mevcut.

21 Şubat 2010

"Turks Fruit" (1973)

Basic Instinct'in (Temel İçgüdü, 1992) yönetmeni Paul Verhoeven'in memleketi Hollanda'da çektiği bu film, Zwartboek'e (Kara Kitap, Paul Verhoeven, 2006) kadar Hollanda'da en çok seyirci çekmiş filmdi. Okullarda okutulan bir kitaptan uyarlanan Turks Fruit (Türk Lokumu) 1968 sonrası dünyada moda olan cinsel özgürlük, hippilik, asilik, yapı bozuculuk gibi temalardan etkilenmiş görülmektedir. Benim sevmediğim Love Story'e (Aşk Hikayesi, Arthur Hiller, 1970) benzer bir hikayesi var filmin. İzlemeden önce filmle ilgili çok olumlu şeyler okusam da beni çok sardığını, en azından çok iyi bir film izlediğimi söyleyemem. Filmde kullanılan çıplaklığın abartıldığını düşünüyorum. Başlığında Türk kelimesi barındırmasına rağmen, Giovanni Scognamillo'nun "Batı Sinemasında Türkiye ve Türkler" kitabında kendisine neden çok az yer bulduğunu filmi izledikten sonra iyice anladım. Bir sahnede adam kadına Türk lokumu ikram ediyor, onun dışında filmin Türklerle hiçbir alakası yok. Arşivciyseni izleyin, değilseniz boşverin gitsin. Zwartboek'i izleyin ama..

20 Şubat 2010

En iyi 10 korku filmi

Bir önceki yazımda söz verdiğim üzere en sevdiğim 10 korku filmini yazıyorum. Gün itibariyle arşivimde, korku türünden 79, gerilim türünden ise 58 adet film mevcutmuş. Bunlar arasından seçim yapmak zor olmadı. Puanlama sistemime göre filmleri süzünce dokuzuncu ve onuncu filmlerin yedi aldığını; sekizinci, yedinci ve altıncı filmlerin sekiz aldığını, beşinci, dördüncü ve üçüncü filmlerin dokuz, ikinci ve birinci filmlerinse on puan aldıkları görülmüştür. Bu bir kişisel listedir, sizlerin de önerilerinize, itirazlarınıza açığım. Buyrun liste:

10- Peeping Tom (Röntgenci, Michael Powell, 1960)
Rear Window (Arka Pencere, Alfred Hitchcock, 1957) etkisinin en güzel örneklerinden biri. Görselliğiyle korkutan bir film. İngiltere'nin korku film çekmek için çok uygun bir yer olduğunu bize kanıtlıyor. Psycho'ya aynı yıl çekilmiş olması ilginç bir detay bana göre.
9- One Missed Call (Cevapsız Arama, Takashi Miike, 2003)
İlk izlediğimde sinemada insanlar "bu ne ya" tavrı içerisindeydi, fakat böyle hastalıklı bir ruh hali barındıran filme başarısız demek haksızlık bence. Çok başarılı bir atmosfer filmi. Hele o melodi yok mu?
8- The Exorcist (Şeytan, William Friedkin, 1973)
Best Horror Movies sitesinin birincisi bende sekizinci sırada yer alıyor. Bir önceki yazımda fikirlerimi yazmıştım.
7- Profondo Rosso (Derin Kırmızı, Dario Argento, 1975)
Zamanında bir şeyler yazmıştım. Kısaca Hitchcock'un çekmediği en iyi Hitchcock filmi.
6- The Thing (Şey, John Carpenter, 1982)
Aslında bir yeniden çevrim olan bu Carpenter filmini ilk kez askerde nöbetteyken cnbc-e'de izlemiştim. Sonra bir de evde izledim. Duyuyorum ki bunun da yeniden çevrimini çekmeyi planlıyorlarmış. Çok saçma bir durum olur bana göre. Bu filmi izlerken kuzey kutbunun soğuğunu iliklerinizde hissedeceksiniz. Tekinsiz atmosfer yaratımında 10 numara bir filmdir. Carpenter filmleri zaten kandan ziyade, tekinsiz atmosfer yaratımı üzerine odaklanır. En başarılı örneklerinden biri, belki de birincisi de The Thing'dir.
5- Dressed To Kill (Öldürmeye Hazır, Brian De Palma, 1980)
Fragmanlı yazı burada.
4- Apartman Üçlemesi (Roman Polanski)
Bu maddede biraz esnaflık yaptım. Her biri ayrı birer başyapıt olan Polanski'nin apartman üçlemesini tek maddede ele aldım. Repulsion (Tiksinti, 1965) Londra'da, , Rosemary's Baby (Rosemary'nin Bebeği, 1968) New York'da, Le locataire (Kiracı, 1976) Paris'te çekilmiştir. Bunun sebebi Polanski'nin hayatında meydana gelen köklü değişikliklerdir. Üçlünün en iyisi burun farkıyla Rosemary's Baby'dir bana göre. Le locataire'de yönetmen kendisi başrolü oynamıştır ve unutulmaz bir performans sergilemiştir. Repulsion tezleriyle zamanının ötesinde bir filmdir ve günümüzde bile bir şeylerin altını çizebilmektedir. Her biri atmosfer yaratımında kusursuz denilebilecek filmlerdir. Sadece korku türünün değil, gelmiş geçmiş en iyi üçlemelerden biridir. İzlemeyenler varsa ölmeden önce mutlaka seyretsinler derim.
3- The Texas Chainsaw Massacre (Teksas Katliamı, Tobe Hooper, 1974)
Bu filmle ilgili bir yazı yazmadığıma hala inanamıyorum. Bin yıl geçse de unutulmayacak bir film diye düşünüyorum bu film hakkında. Korku filmlerinin altın çağını başlatmıştır desem abartılı olmaz sanırım. Diğer filmlerde ne kadar da çok taklit edildiğini izledikten sonra çok net bir şekilde görebilirsiniz. Yatağa yatıp uykuya dalmak ve dolayısıyla yeni, temiz bir güne başlama isteği uyandıran filmlerden. Devam filmleri de olmuştur ve şu şekilde soytarılıklar gözlemlenmiştir.
2- The Shining (Cinnet, Stanley Kubrick, 1980)
Bir önceki yazımda değinmiştim. Sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri.
1- Psycho (Sapık, Alfred Hitchcock, 1960)
Aslında Hitchcock'un tv ekibiyle, bir milyon doların altında ucuz bir eğlencelik çekme isteğinden ortaya çıkan film, dünya tarihine yön vermiştir. Kendisi bu filmi en iyi filmi olarak düşünmez (Rebecca'yı düşünür), bence de bundan daha iyi bir filmi vardır (Rear Window); ancak bunlar Psycho'nun en korkutucu, en manyak, en zekice çekilmiş korku filmi olması gerçeğini değiştirmez. Devam filmleri de mevcuttur ve beni çok şaşırtan bir şekilde soytarılıklar yaşanmamıştır. Şok eden bir film mi arıyorsunuz? Psycho sizi bekliyor.

18 Şubat 2010

Best Horror Movies

Bir önceki yazımda bahsettiğim Let's Scare Jessica to Death'i (Hadi Jessica'yı Ölümüne Korkutalım, John Hancock, 1971) araştırırken rastladım bu siteye. Link burada. Korku filmleriyle ilgili ilginç yazılar, resimler, bilgiler var. Tüm zamanların en iyi 100 korku filmini de seçmişler. İlk 10'u aktarmak istiyorum.
10- The Evil Dead (Şeytanın Ölüsü, Sam Raimi, 1982)
Gerçekten tekinsiz bir atmosefer sahiptir. Korku filmlerinde mizahın bu kadar ön planda olduğu ilk filmlerden biridir. Bu seriyi sevmeme rağmen, ben olsam ilk 10a koymazdım. Korku filminde mizah çok riskli bir unsurdur. Bu riski iyi yönetmek maharet ister. Bu film bunu iyi başarır; ancak benim korku filmi tercihlerimde mizah unsuru, en azından bu kadar mizah unsuru barındıran filmler yer almıyor.
9- Friday the 13th (13. Cuma, Sean S. Cunningham, 1980)
Bu da 80lerin kült filmlerinden biri ve sayısını şu anda hatırlayamayacağım kadar devam filmi çekildi. Devam filmlerini izlemedim ama hiçbirinin ilk film kadar değerli olduğunu sanmıyorum. Aslında bu filmin de çok değerli olduğunu sanmıyorum. Yine de eh işte. Bu filmi ilk kez Kanal D'nin ilk günlerinde izlemiştim, o zaman gölden çıkan çocuk imgesi beni bayağı korkutmuştu. Cem Yılmaz gösterilerinde bu filmi referans alarak sanki 80lerdeki bütün korku filmleri böyleymiş gibi dalgasını geçer.
8- Psycho (Sapık, Alfred Hitchcock, 1960)
Bu film aslında dünya siyasetinin gidişatını etkilemiştir desem abartır mıyım? Tabi ki öyle değil ama on yıllardır insanların, toplumların, rejimlerin sahip olduğu paranoyak hali bu kadar iyi yansıtan bir film daha bilmiyorum. Hatta her hangi bir şeyi bu kadar iyi yansıtan başka bir film de bilmiyorum. Tüm zamanların en iyilerinden. Bu filmi ilk kez izledikten sonra artık hayat sizin için eskisinden farklı olacak.
7- Nightmare on Elm Street (Elm Sokağı Kabusu, Wes Craven, 1984)
Bu da devam filmleriyle işin cılgının çıktığı filmlerden ve yine hiçbiri ilk film kadar etkili olamıyor. Gencecik bir Johnny Depp izliyorsunuz. Tipik bir 80ler teen-slasher (gençlik-seri katil) filmi. Bu listeye girecek kadar bir mahareti olmadığını düşünüyorum.
6- The Shining (Cinnet, Stanley Kubrick, 1980)
Arşivimde 10 üzerinden 10 verdiğim 18 filmden biri. Bu filmi izlerken ciddi anlamda tırstım. Evde üç kişi daha vardı, eğer yalnız olsaydım hemen yatıp uyurdum herhalde. Böyle filmlerle birlikte hayat çok daha eğlenceli. Sinema tarihinin en başarılı oyuncu performanslarından birini barındırmasına rağmen, tam bir yönetmen şaheseri. Şapka çıkarmak yetersiz kalır.
5- Night of the Living Dead (Yaşayan Ölülerin Gecesi, George Romero, 1968)
Zombilerin altın çağını başlattığı için, bu listeyi hazırlayanlar esnaflık yapmışlar ve bu filmi listeye almışlar. O dönemdeki sinema seyircisini mutlaka korkutmuştur da sekiz sene önce o insanlar zaten Psycho'yu seyretmişlerdi. "They are gonna get you Barbara.." çok meşhur bir cümledir sinefiller arasında.
4- Halloween (Cadılar Bayramı, John Carpenter, 1978)
Carpenter tam bir auteur yönetmendir. Filmi bir anında yakalayın hemen Carpenter filmi olduğunu anlarsınız. Filme gelince, kötü mü? Hayır değil ama en iyilerden biri de değil.
3- Dawn of the Dead (Yaşayan Ölülerin Şafağı, George Romero, 1978)
Hiçbir zombi filmi beni korkutmadı. Sevimli bulurum, izlerim ama korkmam. Bu da öyle bir film benim için. Listeyi hazırlayanlar sanırım bu filmde yer alan alışveriş merkezi dolayısıyla kapitalizm eleştirisi felan ayağına...
2- Alien (Yaratık, Ridley Scott, 1979)
Çok beğendiğim bu film bence bilim-kurgu türüne daha yakın. Bilim-kurgu öyle yutan bir tür ki ona birazcık bulaştı mı filmi bilim-kurgudan başka bir etiketle anmak çok zorlaşıyor. Korku filmi dedin mi ete bıçak girmeli.
1- The Exorcist (Şeytan, William Friedkin, 1973)
Saygı duyuyorum. Filmin ne kadar büyük bir etki yarattığını, kitleleri uzun yıllarca nasıl etkilediğini biliyoruz. Listede birinci sırada olması bence normal.

Burada kendi fikirlerimi belirttim. Benim en sevdiğim 10 korku filmini ilerleyen günlerde yayınlayacağım.

14 Şubat 2010

İki adet geren film

Aslında bu filmleri izleyeli bir iki hafta oldu; fakat teknik sorunlar yaşadığım için ancak şimdi yazıyorum bu iki film hakkında.


Türkiye'de "Evdeki Yabancı" adıyla gösterime giren Orphan (Jaume Collet-Sera, 2009) geçtiğimiz yılın en beğenilen korku filmleri arasındaydı. Yetim veya öksüz gibi bir adla vizyona girseydi hiç şansı olmazdı, bu sebeple dağıtımcı şirketi kutluyorum. Psikopat çocuk teması sayısız kez işlenmiş olmasına rağmen, özgün olmayı başarabilen bu yapıt, seyirciyi şaşırtarak hedefi vurmayı amaçlamış. Film en başından itibaren çocuk da bir arıza olduğunu belli ediyor ama ne olduğunu merak merak merak ediyorsunuz. Bir önceki yazımda bahsettiğim gibi, bu sefer ben amcamın oğlu Haydar'a "bu film nasıl bitecek merak ediyorum" dedim. Çünkü filmin dörtte üçü bittiğinde, bütün bildik korku filmi tripleri formülü artık çözemez hale gelmişti. Daha sonra film, mantıklı ve kaliteli bir sonla bitti. Başlıkta belirttiğim üzere germeyi başardı. Fikirlerine önem verdiğim Atilla Dorsay da bu filmi beğenenler arasında.




Let's Scare Jessica to Death
(Haydi Jessica'yı Ölümüne Korkutalım, John Hancock, 1971) 70lerden gelen bir kült korku filmi. Filmin kahramanıyla seyirciyi özdeşleştirerek korkutma formülünü kullanıyor. Bunu da hakkıyla yerine getiriyor. Başroldeki Zohra Lampert'in üzerine cuk oturan, başarılı performansı bu formülün işlemesinde önemli bir katkıya sahip. Filmin sessiz, sakin, çığlıksız ilerleyen temposu başarılı bir geren atmosfer yaratıyor. Soru işaretleriyle biten film, Jessica'nın bir ruh hastası mı yoksa bir kurban mı olduğu sorusunu seyirciye sorduruyor. İki filmi de başarılı bulmama rağmen; Jessica'nın, Orphan'dan daha fazla gerdiğini belirtmeliyim. Yaşasın 70lerin geren korku filmleri...

"2012" (2009)

Amcamın oğlu Haydar'la sinemada 2012'yi (Roland Emmerich) izliyorduk. Haydar, film arasında "bu filmin sonu nasıl bitecek merak ediyorum" dedi. Ben de "üvey baba ölecek, öz baba aileyi ve insanlığı kurtaracak, mutlu ve tekrar bir araya gelmiş bir şekilde yaşamlarını devam ettirecekler" dedim. Dediklerim aynen çıktı; fakat bu yazdıklarım yanlış anlaşılmasın. 2012'ye kötü bir zanaat eseri diyeni cin çarpar.

12 Şubat 2010

"Hayatımızın En Güzel Yılları" (1972)

Bu film dışında, batı sinemasına ait bazı çok bildik film adlarının Türk sinemasında araklanmasına örnek teşkil eden birkaç film daha biliyorum. Mesela Billy Wilder'ın Seven Year Itch (1955) filmi "Yaz Bekarı" adıyla Türkiye'de gösterime girmişti. Osman Seden'in Tarık Akan'lı, Gülşen Bubikoğlu'lu bir filminin adı Yaz Bekarı'dır (1974). Rock Hudson, Elizabeth Taylor, James Dean'li meşhur film Giant (George Stevens, 1956) Türkiye'de "Devlerin Aşkı" adıyla oynamıştır ve yine Osman Seden; Türkan Şoray'lı, Kadir İnanır'lı Devlerin Aşkı'nı (1976) çekmiştir. The Best Years of Our Lives diye bir film olduğunu biliyoruz. Süreyya Duru'nun aynı adlı bir dram-aksiyonu var. Ben bu filmi 14-15 yaşındayken izlemiştim ve çok etkilenmiştim. En çok izlemek istediğim filmlerden biriydi. Bugün bir daha izleme şansı buldum. Aslında bayağı kötü bir filmmiş, pek yazacak bir şey yok; ancak bu filmdeki tema şarkısına dikkat çekmek istiyorum. O yıllarda beni etkileyen, filmin dram yüküymüş meğer ve bu şarkı da bu yüke epeyce katkıda bulunuyor.
Youtube linki burada.
Youtube'a giremeyenler için Yasaktube linki de burada.
Bu arada, bu nasıl bir pantolondur abiciğim?



Rocky tarzı dayak yeme de mevcut filmde. İtalyan tribününde, en altta oturan bıyıklı dayıya dikkat edin lütfen. Kötü oyunculuklar serime ekliyorum onu.

09 Şubat 2010

"Sunshine Cleaning" (2008)

Little Miss Sunshine'nın yapımcısından diye bir etiketi olursa, ayrıca yine isminde "sunshine" kelimesi tekrar edilirse, hadi gel de izleme bu sevimli bağımsızı! Little Miss Sunshine filmi bloğumda üç kere kendisinden söz ettirmiş:
1
2
3
Aynı yapımcıdan, bu sefer Chiristine Jeffs imzalı Sunshine Cleaning'in (Günışığı Temizleme Şirketi, 2008) adı geçen filmden aşağı kalır bir tarafı olmadığını düşünüyorum. Farklı formüller üzerinden ilerleseler de bağımsız filmlerin kendilerine has dokusunu ikisi de çok iyi veriyor. Benzer yanları yok mu? Var elbette. İkisi de kaybedenlerin yırtma öyküsü üzerine kurulu. Dram türüne daha yakın seyreden Cleaning'in ayakları yere biraz daha sağlam bassa da mizaha sırtını tamamen çevirmiş değil. Aynı şekilde Little Miss'in de sabun köpüğü bir film olduğunu asla söyleyemeyiz.
Bağımsız film kadın kaybedeni nasıl biridir?
Boşanmıştır, çocuğu vardır, sigara içer, çok kötü bir işi vardır, evli sevgilisi vardır, sorunlu ailesi vardır, geçmişinde parlak unsurlar vardır...
Kahramanımız Rose bunların hepsine sahip. Birgün kanlı canlı olay mahalini temizleme işi gibi oldukça yaratıcı, karlı bir o kadar da zor bir işe girişir. Ne dersiniz yırtacak mı? İzleyin ve görün.
Fwd: ilt: fwd:ilt: fwd: ilt y@WrU k€di r€siml€ri, Ay çokkk $ekerrrr :))))))))

08 Şubat 2010

Zuhal Olcay'ı, Haluk Bilginer'i beğeniyorum


Haluk Bilginer’i değil de Zuhal Olcay’ı ben de beğeniyorum. Nedir bu başlık şimdi? Sinema dergisi her sayısının en arkasında yerli oyuncularla, aynı sorularla röportaj yapar. Bu oyuncular genelde dünya sinemasını pek takip etmedikleri için en beğendiğiniz oyuncular listesinde bu iki ismi sık anarlar. Onlara bir gönderme yaptım. Ben de bu röportajı kendi kendime yaptım. Röportaj serisini başlatmayı düşünüyordum zaten uzun zamandır. Kendi kendime röportaj yaparak bu seriyi başlatmış oluyorum böylelikle.

Sinema: Favori filmleriniz nelerdir?
B.D: Cevap
burada.
Sinema: Favori yönetmenleriniz kimlerdir?
B.D: Sinemayı öncelikli olarak bir yönetmen sanatı olarak görürüm. Benim için asıl star yönetmendir. Dünya tarihinde yaşamış en önemli şahsiyetlerden birinin Hitchcock olduğunu düşünüyorum. O bir numaradır benim için. Roman Polanski, Joel Coen, Brain De Palma, Stanley Kubrick, Tim Burton, Martin Scorsese, Quentin Tarantino, Dario Argento, Clint Eastwood, David Lynch, Terence Malick, Michael Haneke, Woody Allen, Ridley Scott, John Carpenter, Darren Aronofsky, David Fincher, Sergio Leone, Theo Angelopoulos, Alejandro Gonzalez Inarritu, Krzysztof Kieslowski, Michael Mann, Jim Jarmusch, Billy Wilder (garantidir), Elia Kazan, Emir Kusturica, Fatih Akın, Francis Ford Coppola, Hal Ashby.
Yerlilerden ise Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu, Reha Erdem, Tunç Okan, Ömer Vargı, Cemal Şan, Tayfun Pirselimoğlu, Özcan Alper, İnan Temelkuran olabilir favorilerim.
Yabancılarda klasikler, yerlilerde ise çağdaş yönetmenler listeyi domine ediyorlar. Bunun sebebi Türk sinemasında yeni yeni kıpırdanmaların başlaması, eski yönetmenlerin birkaç istisna dışında hep kötü filmler çekmiş olmalarıdır. Dünyada en iyi sinemayı Amerikalıların yaptıklarını düşünüyorum. Acı ama gerçek böyle.

Sinema: Hangi oyuncuları beğeniyorsunuz?
B.D: Sırasıyla De Niro, Nicholson, Pacino ve Hoffman benim kare asımdır. Bunlardan bir alt seviyede Steve Buscemi, Edward Norton, Gene Hackman, Gary Oldman, oyuncu olarak Clint Eastwood ve Woody Allen, Coenlerin filmlerindeki John Turturro, John Goodman, Matt Damon, Bruce Willis, Mel Gibson, Danny Trejo, Stanley Tucci, Seth Rogen. Unuttuklarım mutlaka olmuştur. Biraz seksist bir yaklaşım olacak ama kadın oyunculardan beni çok etkileyen bir oyuncu yok.

Sinema: Çalışmak istediğiniz yönetmenler kimlerdir?
B.D: Favorilerim arasında listelediğim yerli yönetmenler bu soruya cevabımdır.

Sinema: Yarısında çıktığınız bir film var mı?
B.D: Yok, ama nedense Cars’ı (Arabalar, John Lasseter, Joe Ranft, 2006) yarıda bıraktım. Sebebini hatırlamıyorum, fakat vazgeçmedim o filmden.

Sinema: İş gereği bulunduğunuz en acayip mekan neresiydi ve orada neler yaşadınız?
B.D: Mesleğim öğretmenlik. Toplamda 56 öğrencisi olan bir lisede, toplam mevcudu dört olan bir sınıfta derse giriyordum. Bir keresinde iki tanesi gelmedi. Çok çok sıkıcıydı.

Sinema: Sizce son 10 yılın sinema olayı nedir?
B.D: marlonbarando bloğunun açılması… Şaka bir yana, etkisini ilerde hissedeceğimiz 3d teknolojisinde yaşanan gelişmeler.

Sinema: Mutlaka oynamak istediğiniz bir rol veya içinde bulunmak istediğiniz bir proje var mı?
B.D: Milliyetçi duygular okşanmadan İstanbul’un fethinin etkileyici ve objektif bir şekilde filme çekilmesini isterim. Film, o dönemde insanlar hangi dilleri konuşuyorsa o dillerde olsun. İçinde aşk olmasın. Yönetmeni de ben olayım. Zeki Demirkubuz bir müzikal çeksin.

Sinema: İdealinizdeki set ve yönetmen nasıl olmalı?
B.D: Yönetmen olaya tamamen hakim olduğunu herkese hissettirmeli. Doğaçlamalara izin verilmeli ama oyuncular kendi haline de bırakılmamalı. Prodüksiyon anlamında hiçbir şey aksamamalı.

Sinema: Çocukken ne olmak isterdiniz?
B.D: Net bir fikrim yoktu.

Sinema: Hangi konuda güçlüsünüz?
B.D: Çalışkan ve sakin biri olma özelliklerimi seviyorum. Başkaları da var tabi. (gülücük işareti)

Sinema: Hangi konuda zayıfsınız?
B.D: Çabuk demoralize olabiliyorum; ancak çabuk da toparlayabiliyorum.

Sinema: Batıl inançlarınız var mı? Doğaüstü olaylara inanır mısınız?
B.D: Yoktur, inanmıyorum.

Sinema: Ölümden sonra ne var?
B.D: Bu sorunun bir sinema dergisinde ne işi var diye sormak istiyordum yıllardır. Bunu bilemezsiniz, buna inanırsınız ya da inanmazsınız.

Sinema: En büyük hayaliniz nedir?
B.D: En büyük hayalim yönetmen olmak. Kafamda bazı senaryo projeleri de yok değil.

Sinema: Favori kelimeniz nedir?
B.D: Yok. Bütün kelimelere eşit mesafedeyim. Küfürler hariç.

Sinema: Bundan on yıl önceye dönseniz kendinize ne öğüt verirdiniz?
B.D: Daha çok film izle ve bir şeyler yaz derdim.

Sinema: Sabırsızlıkla beklediğiniz bir film, konser, sanat olayı var mı?
B.D: Göreceksiniz, Tim Burton Dr. Jekyll & Mr. Hyde’ı sinemaya uyarlayacak ve başrolde Depp oynayacak. Bu projeyi merakla bekliyorum. Çok iyi olacağı kanısındayım. Brain De Palma yine eskisi gibi süper filmler çeksin istiyorum bir de.

Sinema: Hayatınız bir filme çekilse adı ne olurdu?
B.D: Film adlarının çok önemli olduğunu düşündüğümü birkaç kez blogda yazmıştım. Benim hayatımda filme çekilecek kadar önemli bir şey olmadı, o yüzden bir şey diyemeyeceğim.

Sinema: Yeni bir sinema projeniz var mı?
B.D: Yeni değil de bir tane sinema projem var. Adı da Pazar, Pazartesi, Perşembe olacak. Bu günlerde gazetede yazı yazan bir köşe yazarının, hayatında işlerin iyi gitmediği bir üniversite öğrencisiyle yazıları aracılığıyla konuşması ve gelişen, karmaşıklaşan olaylar üzerine.



03 Şubat 2010

Teknik sorunlar

Teknik sorunlar yaşıyorum. Sorunsuz günlerde buluşuruz yakında inşallah. Bu yazıyı da Diğer'lerde etiketleyeyim bari.