31 Aralık 2010

Yan sanayi "Lethal Weapon", "Tango & Cash", "Se7en"

Türkler tür sineması çekemez. Bu iddiamı bana yalatacak filmi hala ısrarla bekliyorum. Uzun zamandır izlemeyi düşündüğüm "Av Mevsimi"ni nihayet izledim. Etrafında birçok tartışma dönmüş olan bir filmdi. Beğenmeyeceğimi hissediyordum da içimden bir ses acaba diyordu. Bir film buğulu bir sesten bir şiirle başlıyorsa veya bina içinde güneş gözlüğü takan bir karakter barındırıyorsa Allah'a yakın bana uzak olsun. Elbette ki bunlar filmin bütün kusurları değil ama film oldukça fazla kusur barındırıyor bana göre. Kolay olması açısından artılarından bahsetmem gerekirse mesela tüm Yavuz Turgul filmlerinde mevcut olan birazcık kalburüstü görüntü yönetimini sayabiliriz. Hiçbir stand-up'ına gülmediğim ama sinemada zaman zaman beğendiğim Cem Yılmaz'ın birazcık kalburüstü performansını da sayabiliriz. Aç parantez Cem Yılmaz medyada o kadar çok yer alıyor ki ve o kadar farkedilebilirliği var ki onu bir filmde bir rolde görünce seyircide inandırıcılık sorunu oluşmaması çok zor artık. Aynı duyguyu "2 Genç Kız" filminde Hülya Avşar'da da yaşamıştım kapa parantezi. Filmin eksileri: Hasan karakterinin işlevsizliği, genel olarak bütün karakterlerin ,bu kadar uzun süreye rağmen, yüzeysel kalan işlenişi, yan karakter olması beklenilen karakterlerin yavanlığı, bir sürü gereksiz popüler zırva, skin drink çatışma ölme öldürme sahneleri, insanı hüzünlendiren yetersiz Şener Şen performansı, altı üstü popüler bir film olup da bu kadar önemli bir şeymiş gibi caka satması vb. Önceden bu kadar iş yapan filmlerin seyirciyi sinemaya gitmeye teşvik ettikleri için yararlı olduğunu düşünürdüm. Bu düşüncemi gözden geçireceğim. Bu tür kötü taklitler acaba sinemamızı ileriye mi götürüyor yoksa geriye mi? Bir yan sanayi "Se7en"a ne kadar ihtiyacımız var? Olmuyor işte. Taklit etmeye çalıştıkça batırıyoruz. Ama ceplerimiz doluyor diyorsanız diyecek bir sözüm yok. Size Nazan Öncel'in şu şarkısını armağan ediyorum.

Bu arada bu film benim amcamın oğlu Haydar'sız gittiğim ilk filmdi. Kendisiyle uzun süredir devam eden birlikteliğimiz her güzel şey gibi bitti. Zaten bu hayatta güzel olan ne varsa ya zararlıdır ya da biter. Son günlerde şekersiz çay içmeye başladım da oradan biliyorum. Kendisine, ailesine ve tüm Arjantin halkına mutlu seneler dilerim. Blog benim arkadaşım, 370 yazı yazmışım; saçmalama hakkım saklıdır.

30 Aralık 2010

"The Grudge 3" (2009)

Takashi Shimizu: anasını boyayıp babasına satan adam başlıklı yazımda bütün Garez serisini izlemeyi tamamlayınca Toshio'nun veya Kayako'nun lanetine maruz kalacağım gibi bir korkumun olduğundan bahsetmiştim. Seri tamamlandı ve görünürde bir şey yok. Aslında bu kadar kötü bir film olduğunu biliyordum ama seriyi tamamlama adına izledim. Takashi Shimizu'nun sadece yapımcı olduğu filmin yönetmenini anmaya bile değmez. İlk ve tek kronolojik sırayı takip eden Garez filmi olma özelliğini barındıran film, Amerikalıların sevdiği gibi tam bir ekmek yeme projesi. Bir Garez filminde hikayeyi zorlama bulabileceğimi hiç tahmin etmezdim. Bir sürü gereksiz laf kalabalığı ve uyduruk cinayet sahneleri. Gerçekten çok gereksiz bir film. Google'dan bu film için çaldığım megabytelar için özür diliyorum. 

28 Aralık 2010

"A Time for Drunken Horses" (2000)

Son günlerde devam eden iki dil (Kürtçe) tartışmalarını izleyince uzun zamandır aklımda olan "A Time for Drunken Horses/Sarhoş Atlar Zamanı"nı izlemek istedim. Bu uzun süre, İranlı Kürt asıllı yönetmen Bahman Ghobadi'nin bir başka filmi "Turtles Can Fly/Kaplumbağalar da Uçar"ı beş altı yıl önce izlediğim zamandan günümüze kadar olan bir süreye tekabül ediyor. "A Time for Drunken Horses" İran'da gösterime girmiş ilk Kürtçe film, muhtemelen dünyada da öyledir. Filmin dilinin Kürtçe olması filmin belki de en az önemli olan özelliği; çünkü tıpkı "Turtles Can Fly" gibi "A Time..." da kısıtlı imkanlarla nasıl muhteşem filmler çekilire çok iyi bir örnek. Bu iki film her yerde birlikte değerlendirilir. Kamerasını çevirdiği insanlardan tutun da dayanılmaz dram yüküne kadar bir çok ortak noktası vardır. Daha önce izlediğim Abbas Kiarostami filmlerinin aksine Ghobadi sineması umuttan hiç söz etmiyor. Sınırlı sayıda olan mizah ögeleri bile filmin dayanılmaz dram yüküne katkıda bulunuyor. İnsanların yaşadığı sefalet oldukça çıplak bir şekilde gösteriliyor. Tamamı amatör oyunculardan oluşan kadro kendi hayatlarını kamera önünde yaşamaya devam ediyorlar. "Turtles Can Fly"da olduğu gibi "A Time..."da da oldukça sempatik bir karakter var. "Turtles Can Fly"da Satellite'nin doldurduğu sempatik karakter boşluğunu bu filmde özürlü Madi karakteri dolduruyor.

Gerçekten çok etkileyici bir dram ve çok güçlü bir sinematografi.Tam bir sinema olayı diyebiliriz "A Time..." için.

25 Aralık 2010

"Four Rooms" (1995)

Herkesin fikrine değer veren bir insan olarak, 16 yaşındaki bir movie-buff öğrencimin tavsiye ettiği bir filmi izlemiş olmaktan dolayı çok mutluyum. Tam da Tarantino'nun yönetmen olmadığı ama dahil olduğu projelerle ilgili bir yazı yazmayı düşünürken bu filmi izlemiş olmak da iyi oldu doğrusu. Allison Anders, Alexandre Rockwell, Robert Rodriguez ve Quentin Tarantino tarafından çekilen, bir otelde Noel gecesi yaşanılanları anlatan dört kısa filmden oluşuyor "Four Rooms/Dört Oda". Filmin ilk saniyesinde görülen Miramax logosu zaten beni etkilemek için çoğu zaman yeterli oluyor. Bağımsız filmlere verdiği destekle tanınan bu şirketin logosunun yanında Tarantino'nun "A Band Apart" logosu da eklenince film maça 1-0 önde başlıyor benim için. Tim Roth tarafından canlandırılan kat görevlisi Ted'in dört farklı odada yaşadığı uçuk kaçık hikayeler ard arda sıralanıyor. Sanırım yapımcılar en az sempatik olanından en çok sempatik olanına doğru bir sıralama yaptıklarını düşünmüşler fakat bence en sempatik olanı Rodriguez'in çektiği üç numaralı film. Buradaki absürd mizah dozu hayli tatmin edici diyebilirim. Filmin en zayıf halkasının bir numaralı bölüm olduğunu düşünüyorum. Tarantino'nun çektiği bölüm ise yine bolca diyalog barındırıyor. Eski filmlere, yiyeceklere, içeceklere, arabalara bol bol referans yapılıyor. Kaç kere f**k kelimesinin geçtiği yine sayılamıyor. Grafik şiddet yine bir yerlerden bulaşıyor ve tam bir Tarantino filmi izlemiş oluyorsunuz. Tim Roth'un aşırı mimikli oyunculuğu da dezavantaj olarak düşünülebilir ama her şeye rağmen hoş bir işbirliği diyebiliriz "Four Rooms" için.

23 Aralık 2010

"Due Date" (2010)

Haftasonları bana maç izlemeye gelen bir sap misafir grubum vardır. Dört kişilik çekirdek kadro bazen 10-15 kişiye ulaşabilir. İşte bu dört kişilik çekirdek kadroyla, geçen hafta maç çok sıkıcı olduğu için bir film izleme kararı aldık. Seçtiğim film Todd Philips'in 2009'u kasıp kavuran filmi "The Hangover/Felekten Bir Gece"siydi. En büyük artısı sürekli şaşırtmak olan bu filmi ikinci kez izleyince aynı etkiyi almak mümkün olmadı tabi. Bu arada, aynı yönetmenin "The Hangover"ın en dikkat çekici karakterini canlandıran Zach Galifianakis'le Robert Downy Jr.'u bir araya getirdiği film "Due Date/Git Başımdan"ı izledim sinemada. Bir yol filmi olması, tuvalet edebiyatına yer vermesi, zorda kalan karakterler barındırması gibi özelliklerinden dolayı birçok kaynakta "The Hangover"ın devam filmi diye lanse edildi "Due Date". Gerçek bu şekilde değil; çünkü"The Hangover Part II" adıyla Todd Philips zaten şu anda devam filmini çekmekle meşgul. "Due Date" üzerimde beklediğim etkiyi yaratmadı diyebilirim. Özellikle filmin ilk yarısı ritmini bulma konusunda ciddi sıkıntılar yaşıyor. Diyaloga dayanan bir mizah anlayışı var ama bu diyaloglar da zeka parıltısına sahip olmadığı için film güdük kalıyor. İkinic yarıdaysa film daha bir "The Hangover"a benziyor ve bir durum komedisine dönüşmeye başlıyor. Zack kendisinden beklenen asshole'lukları yapmaya başlıyor fakat yine de film kurtarılamıyor. Son tahlilde tam bir patlamış mısır filmi. Arkadaşlarla bir aktivite gerçekleştirelim diyorsanız gidebilirsiniz.  


DUE DATE: Trailer. Watch more top selected videos about: Entertainment, Zach Galifianakis

17 Aralık 2010

"I'm a Cyborg, but That's OK" (2006)

Güney Kore'li yönetmen Chan-wook Park'ın ilginç isimli filmi "I'm a Cyborg, But That's OK/Ben Bir Robotum Ama Sorun Değil" uzun zamandır aklımdaydı. Bazı yazılarda sıradışı imgelemelerle(?) dolu olduğunu okumuştum ve evet Uzakdoğucu kızlarca en çok tutulan filmlerden biriydi. Neredeyse ilk defa bir filmi izlemeyi yarım bırakıyordum. Belki de o kadar da sıkıcı bir film değildir de bu aralar canımın biraz sıkkın olmasından dolayıdır bu inanılmaz işkencenin sebebi. O 105 dakika geçmek bilmedi. En son Tarkovsky'nin "Andrey Rublyov"unda bu kadar zorlanmıştım. Neyse, bir daha onaylamış bulunuyorum ki Uzakdoğu dramaları, aşk filmleri, sanat filmleri, komedi filmleri bana göre değil. Bundan sonra çok iyi övgüler okumadığım sürece, korku dalı hariç Uzakdoğu filmlerinden koşarak uzaklaşıyorum.

15 Aralık 2010

Bana göre milenyumun en iyi 15 filmi


Sinema dergisinin yaptığı anketle ilgili düşüncelerimi yazarken ilerleyen günlerde benim en iyi 15 film listemi yayınlayacağımı yazmıştım. Bu listeyi hazırlamak kolay olmadı. İlk başta elimde 21 film olduğunu gördüm ve zor bir eleme sürecinden sonra ancak 15'e indirebildim. Elediğim diğer altı filme de acıyorum; fakat hayat bu...Birileri klübe girer, birileri giremez. Arşivimden sekiz ve üstü not verdiğim filmleri seçerek bu listeyi hazırladım ve ilginç bazı istatistiklerle karşılaştım. İstatistiklerle uğraşmayı çok severim bu arada. O yüzden bu aralar futbolda Barcelona takımını takip etmeyi çok seviyorum. Mesela geçen haftaki maçta 938 pas yaptılar. Konuyla ilgili ilginç bir yazı için tıklayınız. Neyse biz konumuzdan fazla uzaklaşmayalım. Nedir bu karşılaştığım ilginç istatistikler? Sinemada beni en çok etkileyen dönemin 70ler olduğunu sanıyordum, meğer ben 90larcıymışım. Arşivimde 70lerden 114 film mevcutmuş. Sekiz ve üstü not verdiğim film sayısı 44, yani yüzde 38. 80lerde durum 148'e 62, yani yüzde 41. Bu yazının konusu olan milenyum dönemi (2000-2010) film sayısı 418 ve sekiz ve üzeri not alan film sayısı 134, yani yüzde 32. Ve 90lar yüzde 47'lik oranla birinci. 223 film ve çok iyi film notu alan film sayısı 107. Yani 2007'de AKP'nin aldığı oy oranına eşit. Şüphelenmeli miyim? Ben yine konudan sapmadan şu listeye başlayayım en iyisi...  

15- "The Hangover/Felekten Bir Gece", Todd Philips, 2009.
İzlediğim zamanda gaza gelerek "The Big Lebowski"den bile daha iyi tanımını geri alıyorum şu anda ama gerçekten beş dakika rahat bırakmayan bir film. Nasıl senaryo zanaatçılığı yapılıra tokat gibi bir cevap. Bu da fazla lümpen bir tanım oldu da neyse. Yarılacaksınız.

14- "Memento/Akıl Defteri", Christopher Nolan, 2000.
Benim gibi bulmaca, bilmece çözmeyi pek sevmeyen birinin bu filmi çok tutması ilginç aslında. Hala Nolan'ın en sevdiğim filmi olma özelliğini sürdüren "Memento", zihin jimnastiğinin sinemada babası sayılabilecek bir film. Tarkovski'nin "Stalker/İzci"siyle atışır bana göre.

13- "3-Iron/Boş Ev", Kim Ki-Duk, 2004.
Korku olmayan en sevdiğim Uzakdoğu filmidir "3-Iron".Bu filmi Bin-Jip adıyla duymuş olabilirsiniz. Takipçilerim bu konudaki görüşümü bilirler. Tekrarlamayayım. Olağanüstü hikayesi ve insanı sinir edecek kadar iyi olan minimalist görüntü yönetimiyle büyüleyici bir film. Bir Güney Kore filminde Arapça bir şarkı inanılmaz bir etki yaratıyor desem hadi canım der misiniz?


Gafsa  de Natasha Atlas
Yükleyen saphir18. - Video klipler, sanatçı röportajları, konserler ve çok daha fazlası.

12- "The Pan's Labyrinth/Pan'ın Labirenti", Guillermo Del Toro, 2006. 
Faşizm ancak bu kadar etkili anlatılabilirdi. Fantazi ve acı gerçekleri bu kadar iyi harmanlayan başka bir film daha bilmiyorum. Sinemanın bir büyüsü varsa bu film o büyüyü tüm hücrelerinize üflüyor olmalı. Şu ana kadar izlediğim en iyi İspanyol filmi diyebilirim.

11- "Uzak", Nuri Bilge Ceylan, 2002.
Sanat filmine burun kıvıranlardansanız, bu filmde dört beş dakika boyunca bir adamın sigara içme sahnesi olduğunu hatırlatayım da uzak durun. Konuşmak yerine göstererek anlatmayı tercih eden filmlerden "Uzak". Aslında farkında olmadan her gün onlarca kez karşımıza çıkan iletişimsizlik üzerine çok ilginç tezleri var. Basitliğin görkemini yakalamada kendisini alt edebilecek çok az film vardır bana göre. 

10- "LOTR/Yüzüklerin Efendisi", Peter Jackson, 2001-2003.
Burada bir esnaflık örneği sergileyerek bir üçlemeyi tek bir film gibi aldım. Aşağıdaki etiketler bölümünde Listeleme kültürü'ne tıklarsanız bunu daha önce de yaptığımı görürsünüz. Başlı başına bir sinema fenomenidir bu üçleme. Çok şey söylemeye lüzum yok bence.

9- "Amerose Perros/Paramparça Aşklar ve Köpekler", Alejandro Gonzalez Inarritu, 2000.
Meksikalı yönetmen Inarritu'nun adıyla özdeşleşen kesişen hayatlar tarzı filmlerin en ünlüsü. Bu tarzı aslında 1989 yılında Jim Jarmusch "Mystery Train/Gizemli Tren"le başlatmış oluyor fakat nedense altın ayı ödülü hep Inarritu'ya verilir. Yine de "Amores Perros"a laf yok. Bir Latin Amerika destanı. Yürüyen karizma derler ya işte öyle bir film.

8- "Sonbahar", Özcan Alper, 2008.
İzleyip en çok etkisinde kaldığınız film diye geyik muhabbetleri vardır ya, sanırım "Sonbahar" böyle bir kategoride benim için başlara oynayabilir. Bu filmi izleyebilmek için Ankara'ya gittiğimi hatırlıyorum da bir daha izlemek için hala neyi bekliyorum merak ediyorum doğrusu. İşte sinema bu olmalı dedirtecek cinsten bir film benim için.

7- "Requiem for a Dream/Bir Düş İçin Ağıt", Darren Aronofsky, 2000.
Formalist sinemanın en yetkin örneklerinden biri. Gördüğüm en sağlam medya eleştirilerinden biri. Göze şırıngayla bir şeyler enjekte ediyor, daha ne yapsın? Bir canlı bomba adrenaline sahip desem abartmış olmam herhalde.

6- "Eternal Sunshine of the Spotless Mind/Sil Baştan", Michel Gondry, 2004.
Sinema dergisi yazarlarına göre yedinci sırada olan film benim listemde altıncı sırada. O yazıda da değindiğim gibi, genç kızlarla üzerinde en çok fikir birliğine ulaştığımız şey bu film. Hayır, hayır posterini Facebook profil fotoğrafım yapmayı düşünmüyorum.

5- "Hero/Kahraman", Yimou Zhang, 2002.
Çin tarihinin en önemli filmi olan bu film bir sinema şaheseridir. Çok toplumsal sorunlara parmak basmayan, antik çağlarda Çin'de geçen bir kahramanlık öyküsüdür. Hatta çoklarına göre evet bir Karete Filmi'dir. Çocukluğu bu filmlerle birlikte düşler dünyasına dalarak geçmiş biri olan ben, karete filmlerinin şahını elbetteki listeme koyacağım. Görsellikteki başarısı öyle böyle değil.

4- "Sin City/Günah Şehri", Frank Miller, Robert Rodriguez, 2005.
Kusursuz denebilecek stilize bir anlatım tarzı vardır "Sin City"nin. Çizgi roman uyarlamalarının en başarılı bulunanıdır. Yılan hikayesine dönen devam filmi bir türlü gelmedi. Bir zamanlar Imdb'de Rodriguez sayfasında ha çekti ha çekecek gibi gözüken "Sin City 2" filmi şu anda gözümemektedir. Israrlar bekliyoruz.

3- "Kill Bill", Quentin Tarantino, 2003-2004.
Yine esnaflık yaparak iki filmi tek filmmiş gibi listeye aldım. Bu yazıda da tekrarlıyorum: bu filmi izlerken uyuya kalan erkek kardeşim bana bir şey olursa mezarıma gelmesin. Bir tuhaflık magnum opus'u.

2- "Mulholland Dr./Mulhollan Çıkmazı", David Lynch, 2001.
Yazarların listesinde de ikinci sırada yer alan film benim de ikinci sıramda yer almış. Her şey günlük gülistanlık olduğu için ve hiçbir problem olmadığı için hayattan sıkılan İskandinav ülkeleri halklarına her gün bu filmi izletmek etkili olabilirdi diye düşünüyorum. 

1- "Million Dollar Baby/Milyonluk Bebek", Clint Eastwood, 2004.
Milenyum filmleri içerisinde beni en çok etkilemiş, bana göre en iyi film Eastwood şaheseri "Million Dollar Baby"dir. Sinemada çokça işlenen kaybetmek ve kazanmak üzerine epik bir drama. Gösterime girdiğinde Sinema dergisindeki eleştirisinde, Murat Emir Eren'in Eastwood'dan Sert Bir Kroşe başlığını hatırlıyorum. Listesinde 13. sıraya koymuş "Million Dolar Baby"yi. O başlık beni çok etkilemişti ve izlemeden filmin 10 numara bir film olduğunu biliyordum. Yanılmadım.

14 Aralık 2010

"Little Big Man" (1970)

80li yıllarda hem Galatasaray hem de Fenerbahçe'de futbol oynamış kısa boylu futbolcu İlyas Tüfekçi'nin lakabı, Arthur Penn'in bu filminden gelmektedir. Beni, jeneriğini bile sonuna kadar izlettirecek kadar etkilemiş bir film olan "Dances with Wolves/Kurtlarla Dans" (her MHP kurultayında bazı gazeteler bu başlığı atarlar) filmine benzeyen bir şeyler bulabilme umuduyla filmi izlemek istedim. "Dances with Wolves"taki epik drama yükünü bu filmde bulmak imkansızdı; çünkü "Little Big Man/Küçük Dev Adam" bir kara mizah westerni. Her iki filmin de ortak teması Kızılderelilerle bağ kuran beyaz bir adam..Kızıldereliler bilindiği üzere klasik western filmlerinde vahşi yaratıklar olarak resmedilirler. 1970 gibi klasik yıllara çok da uzak olmayan bir yılda, Kızılderelilerin insani yönleriyle ilgilenen bir film çekilmesini dikkate değer buluyorum. Son günlerde Türkiye'de oldukça yüksek perdeden dile getirilmeye başlanan tarihimizle yüzleşelim çağrılarına bakınca, bu filmde kullanılan Kızıldereli soykırımı gibi ifadeler buradan manidar görülüyor. 19. yüzyıl boyunca yaklaşık 20 milyon Kızıldereliyi sistematik bir biçimde yok eden Amerika gibi bir ülkede çekilen bir filmde, soykırım lafı kullanıldı diye yer yerinden oynamıyor; çünkü onlara tarih dersi adı altında bir yığın palavra anlatılmıyor (lütfen ezberden slogan sallayacağınıza, biraz çok yönlü okuma yapınız). Amerikan devletinin yeryüzündeki en az masum devlet olduğunu düşünüyorum doğrusu ama bu yönleri hoşuma gitti. 10 yaşından itibaren Kızıldereliler tarafından yetiştirilen Jack Crabb'in (soyada bak) bir beyazlarla bir kızılderelilerle beraber süren uzun yaşam öyküsünü işliyor "Little Big Man". Uzun demişken IMDB Trivia (önemsiz bilgiler) bölümünden okuduğuma göre Dustin Hoffman bu filmdeki performansıyla bir Guinness rekoru sahibi. Bir karakterin 17. ve 121. yaşlarındaki halini birden canlandırarak bu geniş aralıktaki rekorun sahibi. 121. yaşındaki bir insanın ses tonunu verebilmek için de bir saat boyunca ciğerlerini yırtarcasına bağırmış.

Bu harika metod oyunculuk gösterisini izlemenizi tavsiye ederim. Filmin en güçlü yanı Hoffman'ın performansı. En zayıf halkası da güya Kızıldereliler kendi dillerinde konuşuyorlar ama bingo İngilizce konuşuyorlar. "Dances with Wolves" bu ucuzculuğa kaçmamıştı. Bence günümüzde bir karakteri konuştuğu dilde değil de İngilizce konuşturan hiçbir film büyük sanat eseri olamaz.

11 Aralık 2010

Takashi Shimizu: anasını boyayıp babasına satan adam

Sinema tarihine baktığımda Alfred Hitchcock'un 1934 tarihli "The Men Who Knew Too Much/Çok Şey Bilen Adam" adlı filmini 1956 yılında aynı adla yeniden çektiğini, Michael Haneke'nin 1997 tarihli "Funny Games/Ölümcül Oyunlar"ı 2007 yılında "Funny Games U.S/Ölümcül Oyunlar" adıyla yeniden çevirdiğini, Türkiye'dense Memduh Ün'ün 1958 tarihli "Üç Arkadaş" adlı filmi 1971 yılında yeniden çektiğini hatırlıyorum. Japon yönetmen Takashi Shimizu'dan başka aynı projeyi üç defa hayata geçiren başka bir yönetmen bilmiyorum. Aslında bir yeniden çevrim olan John Carpenter'in tüyler ürperten filmi "The Thing/Şey" (1982) adlı filmin yeniden çevirileceğini okumuştum bir yerlerde. O gerçekleşirse aynı filmi üçüncü defa vizyona çıkmış olacak ama dediğim gibi üçünü de hayata geçiren başka biri bilmiyorum.
Beeeeeeaaaaaaaa!!! Hiç Garez filmi izlediniz mi? Ben altı tane izledim. Öncelikle filmin adından başlayalım. Ju-On olarak da bilinir Garez filmleri. Ju Japonca curse (lanet) anlamına gelen kelimenin, On da grudge (garez)  anlamına gelen kelimenin ilk heceleriymiş. O halde filmin İngilizce adının Cur-Gru, Türkçe adının da Lan-Ga olması lazım da neyse. Tüm Garez filmlerinin dayandığı temel mantık şu: bir adam karısını (resimdeki Kayako) ve oğlunu (resimdeki çocuk Toshio) vahşi bir biçimde öldürür ve olayın geçtiği eve gelen herkes veya her aile bu nefrete maruz kalırlar. Bütün Garez filmleri bir kişinin adıyla anılan bölümlerden oluşur ve o bölüm de o kişinin akıl almaz tedirgin edici atmosferde Toshio ve Kayako tarafından korkutulması üzerinedir. Serinin hikayesi 2000 yılına gidiyor. Takashi Shimizu video piyasası için bir film çeker. Film The Curse (Ju-On, Lanet) olarak adlandırılıyor. Bu ilk film de temel Garez yapısı üzerine kuruludur. Filmin kulaktan kulağa yayılan başarısı üzerene Shimizu aynı yıl "The Curse 2"yi çeker. Bu filmin ilk yarım saati birinci filmden bazı bölümlerin aynısı olup geri kalanı yeni bölümler şeklindedir. Bu projenin tuttuğunu gören Shimizu, filmleri sinemada gösterime sokmak üzere tekrar çeker. 2002 yılında "The Grudge/Garez", 2003 yılında "The Grudge 2/Garez 2" gösterime girer. Filmler gösterime girer girmez Sam Raimi (Örümcek Adam'ların yönetmeni) filmlerin haklarını satın alır. Ve altyazı okumayan tembel ve salak Amerikan halkı için 2004 yılında İngilizce "The Grudge" ve 2006 yılında "The Grudge 2" projeleri Shimizu tarafından hayata geçirilir. Bu iki film de aslında Japonya'da geçer ama karakterler Amerikalıdır ve İngilizce konuşmaktadırlar. Ben seriyi tersten takip ettim. Dört beş sene önce 5. ve 6. filmi izlemiştim. Geçen hafta son zamanlardaki Japon korku filmi merakımın etkisiyle şunların bir de Japon versiyonlarını izleyeyim bari diyerek 3. ve 4. film izledim. Sonra bunların da aslında bir video versiyonları olduğunu öğrenince 1. ve 2. filmleri izledim. Filmleri pek birbirlerinden ayırmıyorum. Hepsi de beni bazı konularda yeterince tatmin etti, bazı konularda ise memnun etmedi. Memnun etmediği konular: tüm Uzakdoğu filmlerinde yaşadığım sorun olan tiplerin ve isimlerin birbirlerine çok benzemesinden dolayı dikkat dağılması sorunu. Kioto, Kayako, Kazmao, Küreko...Hepsinin dışı görünüşü ve ses tonları da çok benzeş olduğu için kağıt kalemle not tutmadan bu filmleri izlemek zor. Japon korku filmlerinde mantık arama işini uzun zaman önce bırakmış olmama rağmen Garez serisinin mantıksızlık konusunda Halka serisine veya Cevapsız Arama serisine tur bindirdiğini söylemeliyim. Beni tatmin eden konulara gelirsek, bir korku filminden beklediğim birinci özellik olan tekinsiz atmosfer yaratımı konusunda bütün Garez filmleri sınıfı geçti. Hele o merdivenler yok mu? Tavan araları...Açılan kapılar...İnsanda müthiş bir soğukluk ve tedirginliğe sebep olan, fazla aydınlık olmayan evler, işyerleri...Bazı karakterlerin anlaşılmaz tavırları, özellikle Toshio'nun tedirgin edici bakışları falan bütün bunlar Garez serisini benim için unutulmaz kıldı. Özellikle 3. ve 4. filmin çok tedirgin edici bulduğumu söylemeliyim. Mutfaktan ayva almaya bile zor gittim mesela. Bira eşliğinde izlemek zorunda kaldım bazı filmleri. 2009 yılında gösterime giren "The Grudge 3" var. Yönetmen Shimizu değil ve Toshio ve Kayako rollerinde başkaları oynuyor. Ve Amerika'da geçiyor. Seriyi tamamlama adına izlerim belki ama çok kötü olacağını şimdiden seziyorum. Bir batıl inancım da seriyi tamamlayan herkesin bu gareze maruz kalacağı yönünde..Bakalım göreceğiz. Beeeeeaaaaaaa!


   

09 Aralık 2010

Yeşil cadde holiganları buluşuyor


İçimden bir ses, spor ve taraftarlık üzerine mükemmel bir film olan "Green Street Hooligans/Holiganlar"a ve sirk gösterisi devam filmi "Green Street Hooligans 2/Holiganlar 2"ye konu olmuş ezeli West Ham United ve Millwall rekabetinin seneye aynı ligde devam edeceğini söylüyor. Bu hafta itibariyle West Ham United İngiltere Premier Lig'de sonuncu. Küme düşmeye en yakın aday. Takip ettiğim kadarıyla işler hiç iyi gitmiyor West Ham klübü için. Film sayesinde ezeli rekabetin rezil tarafı imajı üzerine yapışıp kalan Millwall takımıysa İngiltere Championship liginde onuncu sırada. Play-off oynamaları için en az altıncı olmaları lazım ve altıncıdan sadece beş puan gerideler. Bana seneye ikisi de Championship'te buluşurlar gibi geliyor. Dilerim ikisi de çok başarılı olur ve Premier Lig'de buluşurlar. O zaman bizler de televizyondan bu adrenalin şölenine tanık oluruz. Zira Championship Türkiye'de yayınlanmadığı için karşılaşmalarını izleme şansımız olmayacaktır.

05 Aralık 2010

Milenyumun en iyi 15 filmi

Merkez Dergi Grubu'nun çıkarttığı Sinema dergisi, yazarlarına 2000lerin en iyi 15 filmini seçtirdi. Daha önce okurlarına son 15 yılın en iyi filmlerini seçtirmişti. Ben bizzat kendim kişisel olarak (!) bu tür listeleri incelemeyi severim. Elbette itirazlar olacaktır. Ama yine de koskoca eleştirmen adamların bir bildiği vardır. İlerleyen günlerde yayınlayacağım kendi listemden şu anda beş film görebildim. Buyrun liste:

15- "Le Pianiste/Piyano Öğretmeni", Michael Haneke, 2001.
Haneke'nin en yapı bozucu hatta sinema tarihinin en yapı bozucu filmlerinden biri. Tuhaf karakter yaratımında 10 numara (bu arada bu 10 numara kullanımı şu aralar gençlik arasında çok yaygın. Ota buna 10 numara 10 numara diyorlar. Ağustos ayında İstanbul'a arabasını almaya gittiğim şahıs lastik 10 numara, yakıt tüketimi 10 numara, performans 10 numara, kaporta 10 numara...Kahrolsun klişeci zihniyet). "Amelie" için ayy çok güzelll yorumunu yapanlar, uzak durun.

14- "Lost in Translation/Bir Konuşabilse", Sofia Coppola, 2003.
Bu filmle ilgili o kadar iyi eleştiriler okumuştum ki bulabilmek için Ankara'nın diviksçilerinde yıllarımı harcamıştım. Çok iyi bir filmdi ama listeme girmez sanırım. Film amaçladığının aksine ben de müthiş bir Tokyo'ya gitme isteği uyandırmıştı.

13- "Lat den ratte komma in/Gir Kanıma", Tomas Alfredson, 2008.
Listede izlemediğim tek film. Aslında uzun zamandır aklımdaydı, bu listeden sonra izlemek şart oldu.

12- "The Return/Dönüş", Andrei Zvyaginstev, 2003.
Rusların Yeni Tarkovski olarak kabul ettikleri ismini yazması zor olan yönetmenin ilk filmi. Her sahnesi tablo gibi olan (biliyorum bazıları bu laftan sonra filmden uzaklaştı) film çocuk oyuncu yönetiminde de çok üstün. Zamanında filmle ilgili bir şeyler yazmıştım.

11- "Hable con ella/Konuş Onunla", Pedro Almadovar, 2002.
Almadovar'ın en sevdiğim filmi. Oldukça özgün hikayesi ve etkileyici oyuncu performanslarıyla çok şey vaad eden bir film.

10- "LOTR: The Fellowship of the Ring/Yüzük Kardeşliği", Peter Jackson, 2001.
LOTR'yi üçleme olarak alsalardı itirazım olmazdı. Ben öyle yapacağım. Söyleyecek söz var mı? Tarihin gördüğü en iyi üçlemelerden.

9- "Dancer in the Dark/Karanlıkta Dans", Lars von Trier, 2000.
Björk gibi bir dünya starından bu kadar inandırıcı bir kaybeden yaratmayı başarabildiği için takdir etmişimdir "Dancer in the Dark"ı. Filmin dram yükü de kaldırılacak gibi değilken, bana en uzak tür olan müzikale kayması benim için filmin tek eksiği. Şu anda çok iyi hatırlamıyorum ama müzikal sahneler eğer karakterin hayalinde gerçekleşiyorsa söylediğimi geri alıyorum.

8- "Children of Men/Son Umut", Alfonso Cuaron, 2006.
En büyük itirazım bu filme. Gerek bu listede gerekse de Imdb Top 250'de ne işi olduğunu hala çözebilmiş değilim. Bir iki seneye kadar Top 250'den gidecektir ama maalesef bu listede baki kalacak. 

7- "Eternal Sunshine of the Spotless Mind/Sil Baştan", Michel Gondry, 2004.
Genç kızlarla üzerinde en çok fikir birliğine vardığımız mevzu bu filmdir herhalde. Bu filmi elde etmek için de iyi mesai harcamıştım zamanında. Gelmiş geçmiş en iyi indie'lerden.

6- "Kill Bill: Vol 1", Quentin Tarantino, 2003.
Ben bir insan tanıyorum, bu filmi izlerken uyuyakaldı. Tanımaktan öte, o kişi benim erkek kardeşim. O gün bugündür görüşmüyoruz kendisiyle. Bana bir şey olursa mezarıma da gelmesin.

5- "Memento/Akıl Defteri", Christopher Nolan, 2000.
Hell, yeah! Nolan da Yeni Kubrick olarak algılanmya başlandı artık. En sevdiğim Nolan filmi. Çok iyi bir zihin jimnastiği mi bakmıştınız?

4- "Spirited Away/Ruhların Kaçışı", Hayao Miyazaki, 2001.
Miyazaki en çok ihmal ettiğim yönetmenlerden biri. Trt'de çıkan Japon çizgi filmlerini anımsattığı için olmalı. Bu adamda bir derinlik var eminim. Zamanında çok iyi değerlendiremediğim bu filmi bir daha izlesem yeni bir şeyler keşfedeceğim, eminim.

3- "There Will Be Blood/Kan Dökülecek", Paul Thomas Anderson, 2007.
Daniel Day-Lewis'in destansı performansı eğer bu filmi milenyumun en iyi üçüncü filmi yapmışsa itirazım var. Nice oyuncu destanları var bunun gibi. Onun dışında evet çok iyi bir epik sinema örneği ama bronz madalya alacak kadar değil kanımca.

2- "Mulholland Dr./ Mulholland Çıkmazı", David Lynch, 2001.
Beni şimdiye kadar en korkutan sahne bu filmde yer alıyor. Akıllara ziyan yönetmenden akıllara ziyan bir film. Gerçekten 10 numara. "Lost Highway/Kayıp Otoban"la beraber bana feleğimi şaşırtmışlardı zamanında. "Blue Velvet/Mavi Kadife"yi de unutmayalım.

1- "In the Mood for Love/Aşk Zamanı", Wong Kar-Wai, 2000.
Bu filmi de yıllarca diviksçilerde arayıp da bulamayınca ümidimi kesmek üzereydim. Ankara'da alakasız bir yerde dvdsini görünce almıştım. Devam filmi "2046"yla beraber ben de hayal kırıklığı yaratmış iki filmdir. Bu listede birinci olması daha da büyük bir hayal kırıklığına sebep oldu. İkisine de yedi vermiştim zamanında. Genç kızların bayıldığı bir film olan "In the Mood for Love", özentili görüntü yönetimi ve ilginç hikayesiyle izlenilebilir bir film ama bence milenyumun en iyi filmi kesinlikle değil.

04 Aralık 2010

"The Driller Killer" (1979) ve "American Psycho"yu (2000) yeniden izlemek

En son keşfettiğim yönetmen olan Abel Ferrera'nın filmlerini kronolojik sıraya göre izlemek isteğimden dolayı açılışı bu ilk normal (!) filmiyle yaptım. Ferrera aynı zamanda başrolde oynuyor. New York'lu ressam Reno'nun adım adım deliliğe doğru evrilmesinin kitsch öyküsü. Filmin başlarında sıradan bir New Yorker gibi duran Reno, kulak tırmalayan bir müzik eşliğinde giderek bir seri katile dönüşür. Benim izlediğim versiyonunun görüntü ve ses yönetimi çok kötü olduğu için filmden pek bir zevk alamadım. Ayrıca "The Driller Killer/Matkapçı Katil" basbayağı kötü bir film; ancak Abel Ferrera'nın nasıl bir sinema peşinde olduğuyla ilgili ipucu veriyor. Yani New York'ta geçen bağımsız suç öyküleri. İnsanın karanlık tarafıyla ilgilenen bir sinema anlayışı. Nereden okuduysam bir sitede bu filmin ve Brian De Palma'nın "Body Double/Sahte Vücutlar"ının, "American Psycho/Amerikan Sapığı"nın favori filmleri olduğu yazıyordu. "American Psycho"yu arşivcilik yıllarımın başlarında izlemiştim ve henüz "Psycho/Sapık"ı, "The Silence of the Lambs/Kuzuların Sessizliği"ni ve "The Texas Chainsaw Massacre/Teksas Katliamı"nı (1974) o dönemde izlememiş olduğum için bu filmden de pek bir şey anlamamıştım ve altı gibi düşük bir not vermiştim. Bu filmde kaliteli bir şeyler olduğunu seziyordum ve tekrar izlemek istiyordum. "The Driller Killer" buna vesile oldu. Filmin hiçbir yerinde ne "The Driller Killer"dan ne de "Body Double"dan bir iz yok. Bir tek sahnede Patrick Bateman'ın egzersiz yaparken televizyonda "The Texas Chainsaw Massacre"ın sonundaki manyak sahnenin oynadığını görüyoruz. Sanırım o vurgular film için değil de kitap için yapılmış olmalı. Filme dönecek olursak her kaliteli seri katil filminde olduğu gibi "American Psycho"da da destansı bir oyunculuk performansı var. İsmi fena halde Norman Bates'i çağrıştıran Patrick Bateman rolünde Christian Bale akıl almaz bir performans sergiliyor. Zaten filmin bir yerinde Ed Gein'den bahsederek yukarıda saydığım seri katil filmleriyle olan akrabalığını açığa çıkarıyor. Çok tuhaf bir karakter olan Bateman da görünürde elit bir New Yorker'dır. En iyi arabalara binip en güzel kadınlarla beraber olmaktadır ve işinde oldukça başarılı. Oldukça zengindir ve çok çekici bir fiziğe sahiptir. Ama filmin çok başarılı bir şekilde işlediği üzere o da tıpkı "The Driller Killer" gibi adım adım deliliğe doğru yol almaktadır. İnsanlıkla bağlantısını filmin ilerlediği dakikalara paralel olarak kaybeder. Etrafında kendisinin sahip olduğundan daha iyi bir özelliğe sahip olan herkesi öldürmek ister. Şu sahnede kendisinden daha iyi karta sahip olan meslektaşını nasıl kısakandığına bir bakar mısınız?



21. yüzyılın en iyi 100 romanı arasında sayılan kitabı okuyanlar filmin kitapta anlatılanın az bir bölümünü yansıtabildiğini düşünseler de bence olağanüstü bir film "American Psycho". Bazen insanda Amerikan Sapığı olma isteği uyandıran insan iki yüzlülüklerine cepheden saldırıyor. Bale'in performansının insanda bu adam seri katil olmalı duygusu uyandırması da cabası. Stilize görüntü yönetimi ve filmi daha da tuhaf yapan kıl mizah anlayışıyla avangard bir film. Mutlaka izleyin. Devam filmi "American Psycho 2: All American Girl" ise hatırladığım kadarıyla bir sirk gösterisi kıvamındaydı ve şimdilik tekrar izlemeyi düşünmüyorum.