31 Temmuz 2010

"Frozen" (2010)

Adam Green'in "Frozen/Donmuş"u bana, Chris Kentis'in 2003 tarihli "Open Water/Açık Deniz"ini hatırlattı. İki filmin de teması vahşi doğanın ortasında unutulan hobicilerin başına gelenler. "Open Water"da dalgıçlık merakı olan bir çift vardı, "Frozen"daysa kayak merakı olan bir çift ve bir yancı arkadaş var. Bu üçlü uyanıklık yapıp ucuza bindikleri telesiyejin bedelini ağır ödüyorlar. Filmin afişi zaten filmi büyük ölçüde anlatıyor. Başarılı buldum "Frozen"ı. Bir korku filminden beklenileni karşılıyor. İlgiyle izleniyor. Görüntü yönetimi de oldukça başarılı. Mesaj falan yok.


Frozen (2010) Trailer

MySpace Horror Movies | MySpace Video

One of the worst movies i have ever seen!

Orta seviye İngilizce öğrencileri bu kalıpla sık karşılaşırlar: supelative + present perfect tense. Yani izlediğim en kötü filmlerden biri...Aslında Hasan Karacadağ'ın 2006 tarihli "D@bbe"sini yakın bir tarihte izlemiştim. İkincisini izler beraber yorumlarım diye düşünmüştüm. Birincisi çok kötü bir film değildi. En azından bir filme benziyordu. İyi kötü anlaşılır bir kurgusu, yer yer de geren bir atmosferi vardı. Fakat bu ikincisi, bu ne kardeşim ya! Plane made out of fart, say hello to that beloved! Garip garip ses ve görüntü efektlerini sıralayınca korku filmi mi oluyor? İngilizce shitty diye tarif edilen ama çok kötü oldukları için ilginç bulunan, ilgiyle izlenen filmler mevcuttur. Bu "D@bbe 2" onlardan bile kötü. Daha önce yorumladığım; "Scrapbook", "Pink Flamingos", "Gece 11.45" gibi filmlerin kategorisine soktum "D@bbe 2"yi. Tarantino bir filminin girişinde "Tarantino'nun çektiği üçüncü (dördüncü?) film" gibi bir şeyler yazmıştı. Karacadağ da gözümüzün içine baka baka "Hasan Karacadağ'ın üçüncü filmi" yazıyor girişte. Kendisini Osman Baydemir'e havale ediyorum. "Türkler korku ve aksiyon çekemez" lafını bana yutturacak film çok gecikti.

29 Temmuz 2010

İlişkiyi masaya yatırma filmi

Bir çok ankette 2009'un en iyi filmlerinden çıkan "[500] Days of Summer/Aşkın (500) Günü" gerçekten de harika bir filmmiş. Marc Webb'in filmi türevlerinin aksine çok gerçekçi bir romantik-komedi. Tom ve Summer'ın 500 günde yaşadığı adı konulamayan ilişki, düz bir zaman akışını takip etmeden, şaşırtarak yoluna devam ediyor. Kıl kız ve tutarsız oğlan hikayesi. Müzikleriyle de öne çıkan bir film. Siz de ciddi ilişki yaşıyorsanız; partnerizle bu filmi izleyip, ilişkinizi masaya yatırabilirsiniz. 500 günün dolmuş olmasına dikkat ediniz.

İran sineması beni heyecanlandırıyor

Kiarostami'nin "Taste of Cherry/Kirazın Tadı"nı izledikten sonra İran sinemasına eğilmeliyim demiştim. Abbas Kiarostami'nin filmografisindeki en yüksek puanlı film olan "Close-Up/Yakın Plan" bana bu başlığı yazdırdı. "12 Angry Men/12 Kızgın Adam", "A Few Good Men/Bir Kaç İyi Adam", "Sabotage/Sabotaj", "To Kill a Mockingbird/Bülbülü Öldürmek" gibi mahkeme filmleri izlemiştim daha önce. "Close-Up" uzak ara izlediğim en iyi mahkeme filmi diyebilirim. Filmi böyle bir kategoriye sokmak haksızlık olsa da içeriğinden haberdar etmek için böyle iddialı bir cümle kurdum. Yarı gerçek yarı kurmaca bir dolandırıcılık (fraud) öyküsü "Close-Up". Kendisini ünlü yönetmen Mohsen Makhmalbaf (onun filmlerine de eğileceğim) gibi tanıtıp bir aileyi dolandıran Hossain Sabzian'ın duruşması ve kurgusal dahilikler eseri olan çekimler filmi oluşturuyor. Gerçek bir mahkeme izler gibi Sabzian'ın yakın plan görüntülerini izliyorsunuz ve insan denen karmaşık yaratığı anlamaya çalışıyorsunuz. Özellikle filmin finali unutulmaz. Kişilik bölünmesini bu kadar iyi anlatan bir sahne çok az vardır. Sadece iki filmini izlememe rağmen Abbas Kiarostami'nin çok büyük ve gerçek bir sanatçı olduğunu biliyorum ve muhteşem bir sinema duygusuna sahip olduğunu hissediyorum. Bundan sonra Abbas Kiarostami'ciyim. Bu arada filmin sonunda kendisini oynayan ve afişteki motoru süren kişi olan Mohsen Makhmalbaf'ın filmleri de beni şimdiden heyecanlandırıyor. İran dilini de çok melodik ve çok sevimli bulduğumu belirtmeliyim.

26 Temmuz 2010

İncelikli filim

ONDINE: Movie Trailer. Watch more top selected videos about: Colin Farrell, Alicja Bachleda


1993 yılında Galatasaray futbol takımı, İrlanda'dan Cork City adlı takımla eşleşmişti. Kubilay Türkyılmaz'ın frikik golü aklımda kalmış. İşte İrlanda'lı Neil Jordan yıllarını geçirdiği Cork'ta çeker "Ondine/İlahların Aşkı" adlı filmi. Yine kel alaka film adları çevirisinden biri daha karşımızda. Filmdeki gerçek/masalsı denizkızının adı Ondine. İlahların Aşkının filmin içeriğiyle uzaktan yakından alakası yok. Uzun yıllar siyasi filmler çeken Jordan, bu siyasi sorun büyük ölçüde çözülünce değişik filmlere yönelmişti. "Ondine" de gizemli, hafif trajik, enteresan bir aşk öyküsü. Yine kaybeden karakterler istila etmişler filmi. Colin Farrell'in canlandırdığı Syracuse (filmde kendisine çok yaratıcı bir şekilde Circus yani sirk diyorlar) en büyük kaybeden. Eşi tarafından terk edilmiş, alkolik, başarısız bir balıkçı. Diyaliz hastası kızına anlattığı denizkızı hikayelerinden biri ete kemiğe bürünüyor. Ağına bir denizkızı takılıyor. Kızının yaptığı araştırmalar sonucunda bulduğu hikayenin formülü, Circus'un yaşadıklarına bire bir uyuyor. Ortaya da incelikli, duyarlı, enteresan bir film çıkıyor. Oysa gerçek yaşamın masallarla alakası yoktur ve Circus'un eski karısının ona dediği gibi çünkü sen Syracuse'sun, her şeyi yanlış anlarsın.

21 Temmuz 2010

"Başka Semtin Çocukları" (2009)

Son zamanlarda izlediğim en kötü film. Televizyon dizisi havasında. Ne ele aldığı mesele üzerine (Alevi-Sünni çatışması) önemli şeyler söyleyebiliyor, ne incelemeye çalıştığı semt üzerine (Gazi mahallesi) sağlıklı gözlemler yapabiliyor, ne de aslına olmaya çalıştığı (aşk filmi) türü becerebiliyor. Oyunculuklar abartılı. Bir sürü mantık ve teknik hata var. Özenilmeden çekildiği belli. Örneğin, bir oyuncu askerliği sırasında zorda kalan askerleri Kobra tipi helikopterlerin gelip aldığından bahsediyor. Hiç mi araştırmadınız be gafiller? Ben askerliğimi bu helikopter okulunda yaptığım için biliyorum: kobra helikopterleri taaruz amaçlıdır, insan taşımaz. Veya bir karakter "Değme Felek Tenime Benim" türküsünü söylüyor. Bu hicaz bir türküdür ve hicaz çalarken kısa sap bağlamada başparmak kullanılmaz. Ama kimin umrunda? Tamamen sömürme üzerine inşa edilmiş bir film. Çok çok kötü. Böyle kötü filmi kim beğenir? İşte size filmi beğenen birisinin internette yaptığı bir yorum:

uzun zaman sonra seyrettigim en guzel mahalle filmidir. filmi izlerken cocuklugumun mahalleleri geldi aklıma.
-spoyler icerebilir-
ismail hacıoglunun yurt dısına sevdicegini alıp yırtma hayallerini kacımız dinlemediki aksam tekstik atolyesinden donuste. yada sevdigin kızın alevi olması kac mahalle delikanlısının hayatını karartmadı. yada makine sevdası o yaslarda nasıl basladı die sorarsanız filmde anlarsınız makine mesrudur herkesin cekmesinde yada evde vardır bir tane, cunku mahalle oyle kendi kendine kolay kurulmamısdır zorla kurulmusdur. kuafor kızlar neden cıktıkları mahalleye hep fazladırlar o suslu halleriyle ( sadece eysan fazla kentli kacmıs uslubuyla). volkan kardesimiz tam mahallenin lumpen proleteridir hem solculardan dergisini alır obur yandan mafya ozentilidir butun dusu kapıda adam dovmektir o rugan ayakkabılarla icine beyaz corap giyerek. esas bulent inal tam alevi mahelle solcu abisi olmusdur, zamanında devrimcilik yapmıs sonrasında pavyoncu olmusdur ( yurt dısına gitmis ama basarısız olup geri donmusdur, bu kadar sevilmeyi hakediyormudur oda ayrı sorudur). bu yuzden bu filmde sorgulanan mahallenin o yırtmaya meyyal tipleriyle hayatın gerceklerinin karsı karsıya gelmesi vardır. askerden donus vardır kafayı yemeden gelsede o travmatik bozukluk hep kalıcıdır, hasta ruhlu adamlar her daim mevcuttur, ki hasta ruhlu manyaga oynayan kardesimiz dokturmusdur.
-spoyler kısmı burda biter-
filmde belli tempo bozuklukları vardır cok sey anlatmaya calisirken filmin uzaması karssında montajda daha kısa hale getirilmesi derdi vardır, ama bunlar ilk uzun metrajlıda olur. yonetmen kardesimizin ellerine saglık dioruz, yolu acık olsun.

19 Temmuz 2010

"Kader"i yeniden izlemek

Bu benim "Kader"i üçüncü izleyişimdi. İki sene yaşadığım Sinop'ta sahnelerinin olması bu filme torpil geçmeme sebep olmuş olabilir. Daha önce dediğim gibi Zeki külliyatını üç-beş senede bir gözden geçirmek gerek. Yıllar boyu biriktirdiklerinizle onun filmlerine farklı yaklaşabiliyorsunuz. Aslında "prequel"denen bir Hollywood hilesi olan, hikayenin öncesini anlatıp; hem seyirciyi hem de filmin kendisini sömürmek pek Zeki Demirkubuz'dan beklenecek bir davranış değildi. 1997 yılında çektiği "Masumiyet"in öncesini yaklaşık 10 yıl sonra "Kader"de anlattı Demirkubuz. Belli ki hikayede daha anlatacak bir çok şey keşfetmiş. Bir önceki filmi "Yazgı"yla "Kader" arasındaki isim farklılığının hikayeye de yansıdığını iddia ediyor Demirkubuz. "Kader"i daha doğulu buluyor. Bu yüzden de hikaye hiçbir Demirkubuz filminde olmadığı kadar öne çıkıyor. Ne bileyim bir konfeksiyon işçisi; "Kader"i çok rahat izleyebilirken, bir "Yazgı"yı bir "Bekleme Odası"nı o kadar rahat izleyemez gibi geliyor bana. Bu kötü bir şey anlamında söylemiyorum bunları. Filmin izlediği yolu aydınlatmak istiyorum. Sarsıcı bir etkiye sahip "Kader". Bence diyaloglar ve oyunculuklar çok başarılı. Hala izlemeyenler varsa -önce "Masumiyet"i sonra "Kader"i- mutlaka seyretsinler. Öf, space tuşu bozuk internet kafe bilgisayarında yazmak da çok sıkıcıymış.

16 Temmuz 2010

İki kel alaka film

Filmin sonunu başlığında anlatan bir film "The Stoning of Soraya M./Soraya M'yi Taşlamak". O yüzden gıcık bilgi (spoiler) verebilirim çekinmeden. Filmin adıyla ilgili sorunlarım var öncelikle. Neden Türkçe Soraya M.'nin Recmedilmesi diye çevrilmedi? Hepimiz biliyoruz ki burada stoning'den kasıt recmetmektir. Esnaf Türk dağıtım şirketinin yaptığı bir işgüzarlık olarak görüyorum bu durumu. Bir de bazı şeyleri telafuz etmek kolay değildir. Recm, üzerinde çok spekülasyon yapılan bir durum. İnternette görüntüler mevcut. Bela bir konu. Bu konuda film çekmek de çetrefilli bir iş. Filmi Cyrus Nowrasteh adlı bir Amerikalı çekti. IMDB'de filmin çekildiği yerlerle ilgili bir bilgiye rastlamadım. Filmin İran'da yasaklandığını tahmin etmek zor değil, Türkiye'de gösterime girmemesi için girişimler olduğunu da biliyoruz. Peki nasıl bir film "The Stoning of Soraya M.". Bence kötü ama çok etkileyici bir film. Amacı dünya kamuoyunun ilgisini recm üzerine çekmek ve filmin sonundaki recmetme sahnesi için 70-80 dakika bir tv filmi havasında zırvalamak. Kötü bir hikaye, epikvari tiyatral oyunculuklar, şiirsel lafazanlıklar vs. vs. Recm sahnesi mi? Kelimelerle anlatmak zor.

Bu Amerikan indie'lerini (bağımsız) çok severim. Benim adamlarımdan Paul Giamatti'nin hatırına filmi izlemeye karar verdim. İlk defa Coen filmlerinden başka bir filmde izlediğim John Goodman da filmin sürpriziydi. Bu da kötü film. Ekşi Sözlük'te yapılan bir yoruma katılıyorum. Topla bir avuç kaybeden (a bunch of losers), çıkmazlarını işle, al sana indie film. Sundance'a da yollarsın. Zaten filmin içinde festivale göz kırpılıyor ama olmamış bence. Bir sürü anlamsız diyalog, gereksiz karakterler..Vakit kaybı.





15 Temmuz 2010

"Bekleme Odası"nı tekrar izlemek

Geçenlerde İstanbul'da Cihangir'de bir kahveye gittim. Dediklerine göre Zeki oraya takılıyormuş. Gerçi görseydim ne yapacaktım bilmiyordum ama orada bazı Zeki filmlerinde ve bazı diğer nitelikli filmlerde oynamış aktör Ufuk Bayraktar'ı gördüm. Bir kaç gün önce beni ziyarete gelen arkadaşım da sürekli "Bekleme Odası"ndan bahsedince, tekrar izlememek kaçınılmaz oldu. "Bekleme Odası"nı izleyince her üç beş yılda bir Zeki külliyatını yeniden ele almak lazım diye düşünmeye başladım. Zira üç sene önce izlediğim bu film o tarihlerde zihnimi bu kadar meşgul etmemişti. Çok ilginç buldum Zeki'nin "Bekleme Odası"nda yapmak istediklerini. Tam olarak da kavramış değilim. Bu filmi çekmesinin iki sebebi olabilir gibi geliyor bana:
1. sebep (yaygın görüş) Zeki kendisine tanrısal bir varlık muamelesi çeken hayranlarından sıkılmış olmalı ki kendisini tüm zaafiyetleri, limitleri ve üç kağıtçılıklarıyla perdeye yansıtıyor ve "ben de sizin gibi bir ademoğluyum" mesajı vermeye çalıştı. Menemende sigara söndüren, maç izleyen, kolaylıkla yalan söyleyen, hatun götüren, insan satan ve bilimum [normal] insan davranışı.
2. sebep de şu olabilir gibi geliyor bana. Zeki kendisiyle dalga geçerek veya kendisiyle dalga geçebilen bir insan profili çizerek yine takdir bekliyor, insanları etkilemeye çalışıyor. Ağır mı oldu? Kendisini tanımıyorum ama insan doğasını az çok tanıyorum. Birisi bu bloğa yorum yaptığı zaman mutlu olduğumu itiraf etmek istiyorum. Bu da buna benzer bir şey olabilir. Böyle bir durum varsa kendisini ayıplamam; çünkü o üreterek, ortaya bir şey koyarak bunu yapmış olur o zaman. Bir de hiçbir şey üretmeden takdir bekleyenler var, onları ayıplarım işte.
Her iki durumda da kendisi benim en sevdiğim yerli yönetmen olmaya devam ediyor. Filmde bir yerde asistanı kendisine "bütün filmleriniz takdir ediliyor" gibi bir yıkama-yağlama servis ediyordu, o da "bırak ya hepsi palavra" diyordu. Kendisiyle karşılaşsam şunu sormak isterdim: sen gerçekten insan doğasını anlamaya mı çalışıyorsun?.


Zeki Demirkubuz - Bekleme Odası from elmalma brand communication serv on Vimeo.

09 Temmuz 2010

Yarılmadım

"Recep İvedik 2"yi izlediğimde yarıldım diye bir başlık atmıştım. Sigara Yanıkları bloğun yazarlarından Travis "bari sen yapma yahu" diye yazmıştı. O aralar ben Angelopoulos filmlerini falan yazıyordum bol bol. Herhalde şaşırmış olmalı, Angelopoulos filmleri izleyen birisinin Recep İvedik'e gülmesine. İlk iki Recep İvedik filmlerinde zeka parıltısı bulmadığımı iddia etmem kendimle çelişmem anlamına gelir. "Yahşi Batı"da tek saniye bile gülmediğimi ve filmi hiç enteresan bulmadığımı da belirtmek istiyorum. Yani burada beni güldüren şey salt tuvalet edebiyatı ve küfür değil demek istiyorum ki Recep İvedik açıkça küfür kullanmaz. Evet Recep İvedik bir projedir, esnaflığın en başarılı örneklerinden birisidir, ticari sinemanın Türkiye'deki en başarılı karşılığıdır, banaldir, iğrençtir; ama zeka yoksunu, katıksız tuvalet edebiyatı da değildir. İlk iki filmdeki hikaye kurgusu da iyi kötü vardı; fakat bu son filmde bu kurgu tamamen boşlanmış ve birinci "Vizontele" gibi ardı ardına sıralanan skeçler bütününe dönüşmüştür. Ara ara tebessüm ettirmenin ötesinde basbayağı güldüren anlar mevcuttur ama bu bahsettiğim yönüyle çok eksik bir filmdir bana göre. Kendi adıma, ilk iki filmin hatrına bir şans daha vereceğim ekibe. Bu sefer de özentisiz bulursam üçüncü serisinden sonra izlemeyi bıraktığım "Saw/Testere" serisi gibi vedalaşacağım kendileriyle.

06 Temmuz 2010

"Date Night" (2010)

Yine benim adamlarımdan biri olan Steve Carell aşkına gittim filme. Bir romantik komedi gibi duruyor değil mi film? Yarım saat falan öyleymiş gibi de yapıyor. Derken bir suç güldürüsüne dönüşmüyor mu aksiyon sosuyla beraber. Carell'ın salaklıklarına "40 Year Old Virgin/40 Yıllık Bekar"dan beridir hayranım. Ondan önce bir de "Bruce Almighty/Aman Tanrım"daki spiker rolu var çok beğendiğim. Nedense bu film bana 1977 tarihli Mel Brooks şaheseri "High Anxiety/Yükseklik Korkusu"nu anımsattı. Hitchcock filmlerinde ne vardır? Suça bulaşmış (bazen de bulaşmamış) bir adam kapana kısılmıştır, 30 saniye sonra bile ne olacağını merak edersiniz ve mutlaka işin içinde bir sarışının parmağı vardır. Gerçi burada bir sarışının parmağı yok ama restoran arka kapısından itibaren "Date Night/Çılgın Bir Gece" bir Hitchcock filmi gibi ilerliyor ve bunu komedi sularında gerçekleştiriyor. Bu yüzdendir ki Shawn Levy'nin filmi bana Hitchcock filmleriyle dalga geçen "High Anxiety"yi hatırlattı.

Komik adam Fransızları uyardı

"Hollywood Ending/Hollywoodvari Bir Son" filmiyle ilgili bir yazı yazmıştım. Gerçi yazıdaki video uçmuş, o yüzden yeni okuyanlara pek bir şey ifade etmeyecektir. Orada Woody'nin Fransızlara nasıl giydirdiğini anlatmıştım. Bu sefer Woody Fransızlara mekanlarında giydirmiş. Eğer bu filmimi de beğenmezseniz gider yeni bir film çekerim, onu da beğenmezseniz intihar ederim diyor. Haberin linki burada. Bir insan bu kadar mı zeki olur! Bu arada yeni filmi "You Will Meet a Tall Dark Stranger/Esmer Uzun Boylu Bir Yabancıyla Buluşacaksın" kulağa çok hoş geliyor. Suç komedisi gibi. Kendisi de oynasaydı tadından yenmezdi. Şöyle kendisini belanın ortasında sanan ama aslında olmayan, her şeyi yüzüne gözüne bulaştıran, nevrotik bir Woody...

05 Temmuz 2010

Dünyanın en sürprizli filmi

Bana göre "Psycho/Sapık"dır dünyanın en sürprizli filmi ama İrlanda'lı yönetmen Neil Jordan'ın "The Crying Game/Ağlatan Oyun"u (1992), Sinema dergisi ve bilimum internet yorumcusuna göre dünyanın en sürprizli filmiymiş. Neil Jordan'ın "Ondine" adlı filmi şu sıralar vizyona girmek üzere veya girdi. Bu filmle ilgili olumlu yazılar okurken yönetmenin 1992 tarihli "The Crying Game"i hep karşıma çıktı. Bir de başlıktaki iddiayı öğrenince mutlaka izlemeliyim dedim. Britanyalı bir asker, İrlanda'da IRA (İrlanda Kurtuluş Ordusu) gönüllüleri tarafından şantaj amaçlı kaçırılır. Duygu yoksunu gönüllülerin içerisinde farklı olan Fergus ve asker arasında ilginç bir dostluk gelişir. Asker ölmesi durumunda Fergus'tan Londra'ya gidip sevgilisi Dil'e bir mesaj iletmesini ister. Asker, kaçmaya çalışırken askeri bir aracın altında kalarak ölür ve Fergus da operasyondan kaçmayı başarır. Londra'ya gidip Dil'i bulur. Acılı ve heyecanlı olaylar gelişir. Nefes kesici bir film. Oyunculuklar olağanüstü. Hikaye kurgusu sıradışı. Ve fakat ben filmi izlerken durdurup, internetten bir şeylere bakınca filmdeki sürprizi kendi kendime keşfettim. Haliyle o sürprizde şok olma hadisesini yaşamadım. Yaşasaydım filmi daha çok severdim ama eminim beni "Psycho"dan daha fazla hırpalamazdı.

02 Temmuz 2010

"Anadolu'nun Kayıp Şarkıları" (2010)



Nezih Ünen'in belgeseli sekiz yıllık bir süreç sonunda seyirciyle buluşabildi. Bu buluşmanın çok kısıtlı kaldığını belirtmekte fayda var. Az sayıda salonda, çok az süreyle vizyonda kalabildi. Hem Türkiye'de para verip sinemada belgesel izleyecek kişi sayısı azdır, hem de Anadolu'nun çoksesliliği bela bir konudur. Olayın siyasi boyutu da vardır. Anadolu'yu tek tip insanlardan oluştuğunu zanneden veya öyle olmasını isteyen varsa bu filmden uzak dursun. Köşe yazarı Mehmet Barlas'ın bile "izlerken kendi ülkemi keşfettim" dediği film size de çok şeyleri keşfetmeyi vaadediyor. Bu insanlar uzaydan mı geldi, burası neresi diyebileceğiniz sahneler barındırıyor film. Filmle ilgili yorumları okurken; insanların, filmin siyasi boyutuna çok takıldıkları dikkatimi çekmişti, oysa adından da anlaşılacağı üzere film müzik üzerine yoğunlaşıyor. Herkes müziğini icra ediyor filmde. Müzik üzerine çekilen bir belgeselden Türkiye'nin sorunlarını çözmesini bekleyemeyiz. Aksine, film bazı ezberleri bozduğu için de başarılı sayılmalıdır. 20-30 yaş arası bir çok insan hayatlarında ilk kez gördükleri şeylere tanık olacaklar bu filmde. Yerel müziklere elektronik müzikal altyapı eklenmesini de ben sömürücü bir tavırdan ziyade, arayışçı bir tavır olarak değerlendirdim.