30 Ocak 2009

"Eternity and a Day" (1998)

Angelopoulos'la birbirimizi tanıma sürecimiz devam ediyor. 125 dakika gibi, bir Angelopoulos filmi için kısa sayılabilecek uzunluktaki Eternity and a Day (Sonsuzluk ve Bir Gün, 1998); hayatı bir arayış içerisinde geçmiş olan ve son gününü yaşadığını bilen bir yazarın, flashbacklerle düşsel bir şekilde anlatılan anıları eşliğinde bu son gününde yaşadıklarını anlatıyor. Bu yazarın hayatı boyunca aradığı şeyin ucu buraya da dokunuyor. Bir Yunan şairin, Osmanlıya karşı ayaklanan Yunan halkına ilham vermek için yazdığı fakat bitiremediği bir şiirin kaybolan satırlarını arıyor filmin kahramanı. Fakat bu durumun filmde ajitasyon olacak bir şekilde verilmediğini söylemek isterim. Brahms'ın Macar danslarını andıran müziği unutulacak cinsten değil. Bu kadar başarılı bir çocuk oyuncu gördüğümü de hatırlamıyorum. Veya hatırlamak için çok düşünmem lazım diyeyim. Ve görüntü yönetimi...Diyecek söz yok. Adam bu işi biliyor. Fotoğrafa bakınız ve filmde bunun gibi sayısız olağanüstü güzel görüntüler olduğunu hesaba katınız, ne demek istediğimi o zaman anlayacaksınız. Spike Lee'nin 25th Hour (25. Saat, 2002) adlı filmiyle hikaye açısından benzerliğini de ilginç buluyorum.

29 Ocak 2009

"Süt" (2008) 1. bölüm

Bugün Süt (Semih Kaplanoğlu, 2008) filmine gitmek istedim. Bir saat öncesinden sinemaya vardığımda bana; henüz kimsenin bilet almadığını, bir kişi için filmi oynatamayacaklarını, filmin başlama saatinde tekrar gelmemi söylediler. O saatte gittiğimde bir kişinin daha filmi izlemek için geldiğini fakat bu sefer de salonda bazı sorunlar olduğu için gösterim yapamayacaklarını söylediler. Recep İvedik'i (Togan Gökbakar, 2008) dört küsür milyon kişi izlerken, geçen senenin en iyi Türk filmlerinden biri olan Yumurta'nın (Semih Kaplanoğlu, 2008) dahil olduğu üçlemenin ikinci filmi Süt'e koskoca Ankara'da iki kişi gitmek istiyor. "Sinema bir eğlence midir yoksa bir sanat mıdır" sorusu tekrar aklıma geldi. Bizim toplumumuzca bir eğlence olarak algılandığı bir gerçek. Sonbahar'ı (Özcan Alper, 2008) gösterime girdiği ilk gün yedi sekiz kişiyle izlediğimi söylemiştim. Üç Maymun'da (Nuri Bilge Ceylan, 2008) da fazla kişi yoktu. Sinemaya gidenlerin çoğu eğlenceli bir iki saat geçirmek ve fazla düşünmeden stres atmak istiyor. O yüzden gerçek film izlemek isteyenler artık evde film izlemeyi tercih ediyorlar. Ev sineması sistemlerinde ve DVD satışlarında gözle görülür bir yükselme var. Bazı filmler gösterime bile girmeden direkt olarak DVD piyasasına sunuluyor. Yani sinema salonları artık birer sosyalleşme mekanı olmaya başladı. Eskiden de çoğunlukla öyleydi ama yine de başk yerde film izleme imkanı olmadığı için adam gibi film izlemek isteyenleri de sinema salonlarında daha sık görebiliyordunuz. Bu durum toplumdaki genel gelişmişlik düzeyiyle doğrudan alakalı. Fakat hiçbir şeyin yerinde saymadığı gerçeğine bağlı olarak bu konuda az da olsa bir ilerleme gerçekleştirildiği yadsınamaz bir durum. Kız Kulesi Aşıkları'ndan (İrfan Özüm, 1993), Sarı Tebessüm'den (Seçkin Yaşar, 1992); Süt'lere, Yumurta'lara, Sonbahar'lara geldik. Türk sineması Recep İvedik'ler, Çılgın Dershane'ler, Muro'lar sayesinde sanayileşmeye başlayınca mutlaka ve mutlaka adam gibi film çekmek isteyenlerin ellerine daha fazla fırsatlar geçecektir.
İtiraf: Recep İvedik'e ben de gittim ve güldüm.

28 Ocak 2009

"The General" (1927)

Sinema dünyasında hep bahsedilir. Charlie Chaplin, çağdaşı Buster Keaton'ı kıskanıp yolunu kesmiştir. Aslında Buster Keaton O'ndan çok daha yetenekli bir sinema insanıymış falan... Okuduğum birçok kaynakta, Charlie Chaplin'in kişiliği hakkında olumsuz görüş bildiren çok sayıda insan var. Bu konuda fazla yorum yapamayacağım. Elimdeki tek Buster Keaton filmi, 1927 tarihli The General (General, Buster Keaton, Clyde Bruckman) adlı film. Şarlo'nun filmleriyle beraber izlediğim en iyi komedi filmlerinden biri. Yine; kapasitesinin üstünde bir işe girişen, girişmek zorunda kalan, sakar, kırılgan, duygusal, azimli bir adamın bir görevi (task) ifa etmek için verdiği inanılmaz mücadele ve bu mücadele esnasında meydana gelen akıl almaz absürtlükleri anlatıyor The General. Çok eski zamanlardan unutulmaz bir film mi bakmıştınız? The General tam size göre öyleyse. Elimde başka bir Buster Keaton filmi yok, fakat Sunset Blvd.'da (Sunset Bulvarı, Billy Wilder, 1950) bir cameosu (ünlü kişilerin filmlerde görünmesi) olduğunu hatırlıyorum.

"WALL-E" (2008)

Son on yılda animasyon türünün katettiği mesafeyi hiçbir tür katedemedi. Sessiz sedasız bir devrim yaşandı animasyon filmlerinde. Animasyonu küçümseyen insanlara karşı hep savunmuşumdur bu türü. Geçtiğimiz yılın son aylarında fırtınalar koparmış bir film var biliyorsunuz. Bu film şu anda imdb Top 250 listesinde 35 numarada yer alıyor. O'ndan daha önde başka bir animasyon yok. Peki gerçekten de WALL-E (Vol.i, Andrew Stanton) çekilmiş en iyi animasyon filmi mi? Benim fikrimi sorarsanız, görüntü yönetimi açısından evet ama komple bir animasyon filmi olarak hayır. Herhangi bir Türk forumuna girip "manyaq görüntü qalitesi var abijiim" yazabilirim ama biraz daha seviyeli sitelere girip "this is the best animation movie i have ever seen" yazamam. Temiz bir yedi alır benden. Bazen derslerim esnasında öğrencilerime animasyon filmleri izletirim. Bu yüzden geçen sene Ratatouille'yi (Ratatuy, Brad Bird, Jan Pinkaya, 2007) beş kere izlemek zorunda kaldım. WALL-E; biraz fazlaca yetişkinlere hitap etmesinden dolayı, bir Ratatouille kadar, bir Monsters, Inc. (Sevimli Canavarlar, Pete Docter, David Silverman, Lee Unkrich, 2001) kadar, bir The Incredibles (İnanılmaz Aile, Brad Bird, 2004) kadar, bir Toy Story (Oyuncak Hikayesi) filmleri kadar, bir Shrek (üçüncüsü hariç) filmleri kadar, bir Bee Movie (Arı Filmi, Steve Hickner, Simon Smith, 2007) kadar çocukların ilgisini çekmez. Bu filmler farklı sınıflar üzerinde test edilerek tarafımdan onaylanmıştır. Çocukların ilgisini çekmek zorunda mıdır? Tabi ki hayır, zaten animasyon türü yetişkinlere de hitap etmeyi başardığı için son on yılda büyük aşama katetmiştir. Fakat benim dikkat çekmek istediğim konu, yukarıda saydığım filmlerin çocukları etkilediği kadar WALL-E asla etkileyemez.

"Bakamadım geriye, gözlerim yaşlı idi"

Sonbahar (Özcan Alper, 2008) Fransa'nın Angers kentinde düzenlenen festivalde en iyi film müziği ödülünü aldı. Ayşenur Kolivar, Yuri Yedcanko, Sumru Ağıryürüyen ve Onok Bozkurt adlı dört kişi hazırlamış film müziklerini. Filmin fragmanındaki yapı bozucu kemençe açışını takiben Hey Gidi Karadeniz adlı türküyü söyleyen kişi Gökhan Birben'e dikkatinizi çekmek istiyorum. Bu türküyü duyduğumda kısa süreli bir şok geçirdim. Dört sene Karadeniz bölgesinde (Sinop) yaşadığım için Karadeniz müziklerine karşı özel bir ilgim var. Kazım Koyuncu öldükten sonra kaliteli Karadeniz müziği yapan kalmadı diye düşünüyordum. Bu sebeple, bu türküyü söyleyen kişiyi araştırmaya başladım. Gökhan Birben; Gülbeyaz dizisine yaptığı müziklerle tanınmış ve akabinde üç adet solo albüm çıkrmış, Rize Pazar'lı bir sanatçı. Oldukça yerel bir sesi var ve anladığım kadarıyla tecimsel kaygıları olmayan bir sanatçı. www.gokhanbirben.com resmi internet sitesi. Kendisinin de ifade ettiği üzere müzikalitesini Kemal Sahir Güler'e borçlu. Altyapı düzenlemeleri konusunda Türkiye'deki en iyi müzisyenlerden biri olan Kemal Sahir Güler, Giresun Görele'li olduğu için Karadeniz müziklerine karşı kulak aşinalığı ve gönül bağı da var. Benim için çölde vaha gibi oldu Gökhan Birben. Şu düzenlemelerin güzelliğine, türkünün duygusal yoğunluğuna bakar mısınız?


27 Ocak 2009

Where the hell have you been?

Amerikan sinemasında yoğun olarak kullanılan stereotiplerden biri de loser (kaybeden) bayan garsonlardır. Sahi, herhangi bir filmde kişiliğinde saygınlık (dignity) barındıran veya çok mutlu bir bayan garson hatırlıyor musunuz? Ben şu anda hatırlayamıyorum. Bu garsonlar iki tip olarak yoğun bir şekilde filmlerde karşımıza çıkarlar. Birinci gruptakiler herkesin sevgilisi rolünde, güler yüzlü, onla bunla muhatap olan bayan garsonlardır; ancak kesinlikle yırtmış, Amerikan rüyasını gerçekleştirmiş falan değildirler. İkinci grupta yer alanlar ise anlaşılmaz tavırlar içerisine giren, bitse de gitsek der gibi görünen bayan garsonlardır. Menüdeki yiyecekleri sayarken suratlarında garip bir ifade belirir. Müşterilerle sorun yaşarlar. Çoğu zaman nikahsız bir birliktelik içerisindedirler. Veyahut eşleri tarafından terk edilmiş ve çocuğuyla yaşam mücadelesi içerisinde olurlar. Erkekler onlara kolay elde edilebilir gözüyle bakarlar. Trailer Park denilen, mobil evlerden oluşan yerleşim yerlerinde yaşadıkları görülür. Korku filmlerinde, barda tanıştıkları yabancıyı my place dedikleri evlerine davet edip öldürülürler. Toplumun bu kişilere bakış açıları da çok iki yüzlüdür. Jodie Foster'ın The Accused (Sanık, Jonathan Kaplan, 1988) filminde sırf garson olduğu için başına gelenleri hatırlayın. Peki gerçekte durum böyle midir? Halkım için araştırdım. Bazı filmlerde insanların çaresiz kaldıklarında yöneldikleri bu meslek fazla bir nitelik gerektirmediği için Amerika'da ve diğer gelişmiş ülkelerde genellikle göçmenler tarafından yapılıyor. Amerika'da saatlik ödeme yapılıyor bayan garsonlara. Bu ücrette yerine göre 2.50 ile 5 dolar arasında değişiyor. Asıl kazancı ise bahşişten elde ediyorlar. Yıllık kazançları 20.000 ile 25.000 dolar arasında değişiyor. Aylık ortalama 2000 dolar desek bugünki kurla 3200 TL, halkın terminolojisiyle üç milyar ikiyüz milyon yapıyor. Amerika'daki ev kiraları ve vergi ödeme koşulları hakkında bilgim yok. O yüzden yorumu sizlere bırakıyorum. Bu yazıda hiçkimseyi rencide etme amacını gütmedim sadece filmlerde yaptığım gözlemleri paylaşmak istedim.

25 Ocak 2009

Sinema 70


Başlıktaki Sinema 70 ile Amerikan sinemasının 1970lerdeki dönemini kastediyorum, bir dönem Ankara’da var olan Sinema 70’i değil…Daha önce de bir yazımda bahsetmiştim. Martin Scorsese, 70ler Amerikan sineması için “neredeyse her hafta bir başyapıt izliyorduk” demiştir. Bloğumu takip edenler fark etmiştir; benim de hayranı olduğum, çok filmle referans verdiğim bir dönemdir 70ler Amerikan sineması. Bu dönemde büyük prodüksiyon başyapıtlarının yanında, low key (iddiasız) denilen küçük bütçeli başyapıtlar da sıkça gösterime girmiştir. Five Easy Pieces (Bob Rafelson, 1970) da bunlardan biri. Filmin Türkçe adını bulamadım. “Five Easy Pieces”, piyanoya başlayanlar için beş basit parça anlamına gelen bir kitabın başlığıymış. Bu filmden nasıl haberim oldu? Sinema dergisinin Ekim sayısında yaşayan en büyük 20 oyuncu diye bir yazı vardı. 10 erkek ve 10 kadın şeklinde bir sınıflandırma yapmışlardı. Erkeklerde iki numarada yer alan (bir numara tahmin edebileceğiniz gibi De Niro) Jack Nicholson’ın en iyi beş performanslarının içerisinde gördüm bu filmi. Nicholson bu filmde gerçekten inanılmaz iyi bir performans gösteriyor. En iyi yaptığı şeyi; yani anti-kahramanı, arıza tipi canlandırıyor. O’nun The Departed’da (Köstebek, Martin Scorsese, 2006) yaptığı fare taklidiyle ne kadar büyük oyuncu olduğu hep söylenir. Videodaki play sekmesine tıkladığınızda O’nun çok iyi köpek taklidi yaptığını da göreceksiniz.

Filme gelecek olursak; (spoiler!!!) Robert Eroica Dupea (!) geçmişine sırt çevirmiş, burjuvazi kökenli bir müzisyen ama arayış içerisinde. Sınıf atlama hayalleri kuranların aksine sınıf düşürüyor, amelelik yapıyor. Giydiği kıyafetler, içtiği içkiler (bira vs. şarap), takıldığı insanlar, konuşma şekli yani kısacası dıştan görünen her şeyi değişirken, erdemden yoksun bir insan olması değişmiyor. Filmden illa ki bir mesaj çıkaralım dersek, sadece burjuvazi sınıfının bir parçası olmak veya sadece işçi sınıfının bir parçası olmak erdemli bir insan olmaya yetmeyecektir diye bir mesaj çıkarabiliriz. Ama Five Easy Pieces, toplumcu (?) bir filmden çok daha fazlası bana göre. Mutlaka görülmesi gereken (a must see) bir film. Nicholson hayranları izlemezlerse ayıp ederler zaten.

23 Ocak 2009

"America America" (1963)


Elia Kazan'ın hikayesini hepimiz biliyor muyuz? Benim kendisiyle ilk tanışmam çocukluğumda elime geçen "Duvar Yazıları" adlı bir kitap sayesinde olmuştu. Orada "Elia Kazan ben kepçe" yazıyordu. Tabi bunu okuduğumda ben, karikatürlerdeki düşünme balonu içerisinde soru işaretleri olan adamlar gibiydim. Daha sonraları üç beş filmini izledikten sonra, 700 sayfalık otobiyografisinin 100 sayfasını okudum ancak sıkılarak gerisini okumadım. 1909 yılında İstanbul'da dünyaya gelen Kazan'ın ailesi Kayserili Rumlardandı. 1913 yılında "huzursuzluk" nedeniyle ailesi Amerika'ya göç etti. Yale Tiyatro Okulu mezunu Kazan ünlü bir tiyatro yönetmeni oldu. Kısa zamanda tiyatro oyunları sahnelemeyi başardığı için kendisine gadget (kullanışlı alet edevat) lakabı takıldı. Aynı zamanda klasik Amerikan sinemasının en önemli yönetmenlerinden biri oldu. 1952 yılında Savcı McCarthy'nin meşhur House UnAmerican Activities Committee'sine (Amerika Karşıtı Faaliyetleri Araştırma Komisyonu) komünist arkadaşlarını ihbar etti. Hayatı boyunca hiçkimseye ve hiçbir şeye sadık kalmadı, sevgisiz bir insan izlenimi bıraktı. İzlemeden önce en çok merak ettiğim filmlerden biri olan America America (1963), Kazan'ın Kayseri'den Amerika'ya sancılı bir yolculuk yapan amcasının öyküsünü anlatıyor. Kusursuz bir filmografiye sahip olmayan America America, sürükleyici ve çarpıcı bir film. Mantık hataları ve ani geçişler barındırıyor. Ayrıca şunu da belirtmeliyim ki eğer milliyetçi duygulara sahipseniz isyan edeceğiniz sahnelerle dolu bir film America America. Türkler barbar ve zulüm getiren insanlar olarak sunulmuş. Fakat itiraf etmeliyim ki etkileyici bir film.

22 Ocak 2009

Türk sinemasının medarı iftiharı: Fatih Akın

Bir visidicide Türk filmleri bölümüne bakarken Fatih Akın'ın Solino'sunu (2002) gördüm. Fatih Akın'ın filmografisi içerisinde, birilerinin Almanya'dan İstanbul'a yolculuk yapmadığı ve içerisinde Türkiye veya Türkçe veya Türk hiçbir öge barındırmayan tek film olan Solino'yu. Bizim ülkemizde çok yaygın bir tavır olan emek vermeden sahiplenme tavrı Fatih Akın örneğinde çok tipiktir. Kastettiğim kişiler o visidiciler değil elbette. Fatih Akın'ı hemencecik kendilerine benzetmeye çalışanlar, O'nu Türk sinemasının medarı iftiharı ilan edenleri kastediyorum. Sonra da; Fatih Akın askerliğe karşı olduğunu, Türkiye'de askerlik yapmayı düşünmediğini ilan ettiğinde, bu kişiler çeşitli internet sitelerde en basit dilbilgisi kurallarının bile kafasını gözünü yararak içerisinde küfür ve slogan barındıran yorumlar yapıyorlar. Merak ediyorum, Fatih Akın acaba ne kadar Türk sineması içerisinde? Bana sorarsanız, filmlerinde Türkçe kullanılsa da Türk karakterler başrolleri paylaşsa da Fatih Akın tam olarak Türk sineması içerisinde değil. Yani bir Yeşilçam figürü değil Fatih Akın. Festivallere Türkiye adına katılmıyor, Almanya adına katılıyor. O yüzden klasik bir Türk filmine veya Türk yönetmene yaklaştığımız gibi yaklaşmayalım lütfen O'na ve O'nun eserlerine.

Not: Visidicideki aynı bölümde Ferzan Özpetek filmleri de vardı.

"Dirty Rotten Scoundrels" (1988)

Bir kaç gün önce Serdar Turgut'un yazısında geçince, sanal alemde araştırma yaptım ve "çekilmiş en iyi komedi filmi" gibi yorumlar gördüm. Umutla izlemeye başladım. Katıksız bir İngiliz olan (Sir) Michael Caine ile katıksız bir Amerikan olan (bum) Steve Martin çok iyi seçim. Yer yer güldürse de Dirty Rotten Scoundrels (Kirli Çürük ve Adi, Frank Oz, 1988) öyle çok ahım şahım bir komedi filmi değil. Amerikan yaşam tarzıyla İngiliz yaşam tarzı bir con movie'de (üçkağıtçı filmi) karşılaştırılarak, aralarındaki çelişkiler bulunmaya ve bu çelişkiler üzerinden bir komedi yaratılmaya çalışılmış. Biraz da aşk sosu(?) katılmış. Filmlerde çok sık rastlanılan; Almanların, İngilizcedeki -th sesini -za şeklinde telafuz etmeleriyle de dalga geçiliyor. Yani çok özgün bulmadım filmi. Bana sorarsanız çekilmiş en iyi komedi filmi olmayla uzaktan yakından alakası yok Dirty Rotten Scoundrels'ın. Benim için bu film hala The Big Lebowski'dir (Büyük Lebowski, Joel Coen, 1998).

20 Ocak 2009

"Ulysses' Gaze" (1995)


Theodoros Angelopoulos, uzun zamandır üzerinde durulması gereken yönetmenler listemde yer alıyordu. Nihayet bugün ilk Angelopoulos filmini izledim. Ama ne film...Ulyses's Gaze (Odesanın Bakışı, 1995) 90lı yıllardın en iyi filmlerinden biridir desem fazla itiraz eden çıkmaz herhalde. Aslında yanılıyorum, çıkacaktır. Aşağıda saydığım filmler sizin favori filmlerinizdense Ulyses' Gaze'den uzak durunuz: Armageddon (Armageddon, Michael Bay, 1998), Mr. & Mrs. Smith (Bay ve Bayan Smith, Doug Liman), The Perfect Storm (Kusursuz Fırtına, Wolfgang Peterson, 2000), Cannibal Holocaust (Ruggero Deudato, 1980), Hababam Sınıfı Üç Buçuk (Ferdi Eğilmez, 2006), I Am Legend (Ben Efsaneyim, Francis Lawrence, 2007) vs. vs...Olağanüstü güzel bir işçiliği var filmin. Her anlamda üstün bir eser. Bu kadar uzun planları bu kadar ustalıkla çekmek benim diyen yönetmenin yapabileceği bir şey değil. Videoda filmin en çok ses getiren sahnelerinden birisini göreceksiniz. Tema müziği dağlayan cinsten. Hikaye anlatımı açısından da on numara bir film. Adı bile belli olmayan bir adamın eşsiz sekanslar eşliğinde Balkanlarda yaptığı acı veren bir yolculuk filmde anlatılan. Her planda karakterin ruh halini siz de yaşayacaksınız. Daha ne desem...Halkın deyimiyle "böyle bi filim yok abijiim!". Filmi izlerken, Harvey Keitel'ın filmdeki en zayıf halka olduğunu düşünüyordum, keşke Al Pacino'yu oynatsaymış diye içimden geçirmiştim. Film bittikten sonra internette yaptığım araştırmada, yönetmenin aslında Pacino'yu oynatmayı düşündüğünü sonradan Keitel'da karar kıldığını öğrendim. Pacino oynasaydı eminim film çok daha klas olacaktı. Angelopoulos'la ilişkimiz daha yeni başladı, henüz birbirimizi tanıma aşamasındayız (:P) ancak hislerim bana diyor ki çok büyük bir sanatçıyla karşı karşıyayım. Haneke'de de aynısı olmuştu.

19 Ocak 2009

Nihayet



Yazın bir hayli yaygara koparan The Dark Knight (Kara Şovalye, Christopher Nolan, 2008) nihayet imdb Top 250 listesinde Il Buona, Il Brutto, Il Cattivo'ya (İyi, Kötü, Çirkin, Sergio Leone, 1966) geçildi. Gönlüm razı gelmiyordu fenomenin The Dark Knight'ın gerisinde kalmasına. Gönlümün razı gelmediği daha çok şey var da, olsun bu da bir gelişmedir. Çok iyi bir film olan The Shawshank Redemption (Esaretin Bedeli, Frank Darabont, 1994) çekilmiş en iyi film mi?

18 Ocak 2009

Lamba

Resimde görülen lambanın özel bir adı var mı bilmiyorum. Bildiğim benim tanıdığım çevrelerce kesinlikle kullanılmaması. Belki yüksek gelir grubuna ait kişilerce kullanılıyordur ama Türk halkının pek itibar etmediği bu tip lambaları genellikle yabancı filmler dışında görmeyiz. Zeynep'in Sekiz Günü'nü (Cemal Şan, 2007) izlerken bu kare dikkatimi çekti. Bundan başka bir dolu filmde bu lambaları olmaması gereken evlerde görmüştüm ancak gerçeği belgelemek bugüne kısmetmiş. Bu ev alt gelir grubuna ait birisinin evi, yani inandırıcılık sizlere ömür. www.imdb.com'da yer almayan Zeynep'in Sekiz Günü, benzer bir çok inandırıcılık sorunu barındırmasına rağmen fena değil diyebileceğimiz bir film. Ha bu arada, filmde bir de ayakkabılarla eve girme sahnesinin olduğunu belirteyim.

17 Ocak 2009

"Kadın Hamlet" (1976)

Neden izlediğim en tuhaf (weirdo) filmler hep Türk sinemasından çıkıyor? "Siz, bizim o güzelim filmleri hangi şartlarda çektiğimizi biliyor musunuz?" diye bahaneler üreten bu adamlara, herşeyi yerelleştirmek zorunda mıydınız diye sormak isterim. Kimilerince Türk sinemasının en kişisel yönetmeni olarak kabul edilen Metin Erksan'ın son filmi Kadın Hamlet bir ucubeye benziyor. Filmlerini sadece kendisi için çektiğini söyleyen Metin Erksan'ı bu çıkışından dolayı takdir ediyorum ama bu kadar da uçmamalıydı. Daha önce de zaten The Exorcist'i (Şeytan, William Friedkin, 1973) uyarlayarak benzer bir iş çıkarmıştı. Kadın Hamlet güldürmeyen bir fıkraya benziyor.

"İyi Seneler Londra" (2007)


Berkun Oya'nın iyi seneler üçlemesinin ilk filmi İyi Seneler Londra (2007) İngilizlerin televizyon filmleri kıvamında başlayıp, öyle devam edip, sonradan açılan başarılı sayılabilecek bir ilk film. İzlenmeden önce çok şey vadetmiyor gibi görünen bir film. Vadetmeyen görünüp de sonradan şaşırtan bir film de olmayan ancak bir şey vadetmeyen gibi görünüp izledikten sonra ayırdığınız vakit için üzüleceğiniz bir film de değil. İlerleyen günlerde değineceğim, Türkiye'de sistemli bir şekilde işleyen olumlu önyargı müessesesinin favorilerinden biri olan Zuhal Olcay ve çocukluğumdaki Cumartesi Cumartesi programının sunucusu, Kaygısızlar dizisinin kahramanı Memnun'un ikinci karısını oynamış Ülkü Duru beni oyunculuk performanslarıyla şaşırttı. Üçlemenin diğer ayaklarını izleyeceğiz (kendisinden biz diye bahseden insanlar e.g: İbrahim Tatlıses, Yılmaz Güney...) tabi ki.

16 Ocak 2009

The Party (1968)

Görüp göreceğiniz en iyi bir çuval inciri berbat etme filmlerinden biridir The Party (Parti, Blake Edwards, 1968). Blake Edwards & Peter Sellers işbirliğinin en iyi örneklerinden olan bu film adeta aptallığa bir serenad gibidir. O kadar seversiniz ki ekrandaki o aptalı, "aferin lan, kat öyle ortalığı birbirine" dersiniz. Tamamen yanlışlık eseri sosyetik bir partiye davet edilen Hintli sakar aktör Hrundi V. Bakshi'nin, bu partide yaşadığı inanılmaz maceralardır The Party'nin özeti. Vücudunu çok iyi kullanır Peter Sellers. Tabi ki dilini de. Hintli şivesi başlı başına bir komedi unsurudur. Slapstick comedy denilen düşmeye, kalkmaya, zor durumda kalmaya ve bu zor durumlar karşısında pratik çözümler bulmaya yani kısacası fiziksel durumların absürtlüğüne dayanan bir komedi gibi görünse de altında bir çok mesaj da içerir film. Batılıların Doğululara bakış açısından tutun, Batılıların kendi içerisindeki sınıf farklılığına kadar bir çok yanlış tutuma eleştiri getirmekten geri durmaz. Türkiye'deki magazin figürlerinin çok sevdiği bir deyim olan "adam gibi adam" deyimini filme uyarlıyorum ve bu adam gibi komediyi izlemediyseniz en yakın zamanda izleyiniz diyorum baylar bayanlar.

13 Ocak 2009

Woody Allen'ın Paris aşkı


Bu yazı, Hollywood Ending (Hollywoodvari Bir Son, Woody Allen, 2002) adlı filmi anlatmak zorunda kalmaktadır. Filmi sağlıklı bir şekilde izlemek isteyenler için yazıyı okumak iyi sonuçlar doğurmayacaktır. 25 Aralık tarihli Sabah gazetesinde, Woody Allen'ın Paris'te bir film çekmeyi çok istediği yazılmıştı. New York'u iyice boşlayan yönetmen Avrupa turnesine Paris'te devam etmek niyetindeymiş. Yönetmenin başka röportajlarını okuduğumda Paris'i bayağı övdüğünü, New York ile boy ölçüşebilecek tek yerin Paris olduğunu söylediğini gördüm. Videodan da anlaşılacağı üzere Hollywood Ending'in sonunda Woody Allen Fransızlara, Paris'e ve Fransızların sinema beğenisine sağlam giydiriyor. Giydiği şapka, karısına olan tutumu Fransızlara atılan taştan başka bir şey değil. Kısaca filmi hatırlamak gerekirse, Woody yine bir loser (kaybeden) yönetmen rolünde. Uzun zaman sonra hasbelkader bir film çekme fırsatı eline geçiriyor. Bunun son şansı olduğunun farkında ancak çekimler esnasında aksilikler peşini bırakmıyor ve kör oluyor. Yılmayan kahramanımız filmi kimseye belli etmeden kör bir şekilde tamamlamayı başarıyor. İşte Fransızlar bu filmi yere göğe sığdıramayıp Allen'ı dahi ilan ediyorlar. Allen da başlıyor Fransızlara giydirmeye. Filmi izlemeyip de yazıyı okuyanlar, bu muhteşem Woody Allen komedisini kaçırmayın derim. Bu arada diyalogda geçen, "here I am a bum, but there I am a genius" (burada bir serseriyim ama orada bir dahiyim) sözünün sahibinin John Carpenter olduğunu hatırlatmak isterim. Kendisi, "In France, I am an auteur; in the States, I am a bum" (Fransa'da bir auteur, Amerika'da bir serseriyim) demiştir.

Çeviri hatası 3

Film adlarında bayağı çeviri hataları mevcut. Derviş Zaim'in bu muhteşem filminin adı da İngilizce'ye kanımca yanlış çevrilmiş. Somersault bildiğimiz takla demek, parende anlamı da varmış. EA Sports'un çıkardığı FIFA oyunlarını oynayanlar çok iyi hatırlarlar, rövaşatanın karşılığı bicycle kick'tir. Futbolcuyu sürersin sıfıra doğru, A ile ortayı kesersin ve D tuşuna abanırsın, spiker bağırır: superbly executed bicycle kick by bilmem ne. Youtube'da Peter Crouch'un Galatasaray'a attığı golün İngilizce anlatımı mevcut. Oradan da check pardon kontrol edebilirsiniz.



12 Ocak 2009

Biyografisini bekliyorum

Franz Liszt (1811-1886) gelmiş geçmiş en önemli piyanistlerden biridir. Ruhunda kopan fırtınalar eserlerine de yansır ve dinlerken bu fırtanalar kapılıp alabora olmak çok olasıdır. "Manyak" diye tabir edebileceğimiz eserleri, yapıtlarının çoğunluğunu oluşturur. Bu eserleri çalmak da oldukça zordur ve kendisi de zaten bu eserleri icra ederken bir çok piyanoyu kırmıştır. Evet yanlış okumadınız, piyanoları kırmıştır. Bir ara yolu Türkiye'den de geçen Liszt'e sinema dünyası nedense ilgi göstermemiştir. Bir Rachmaninov güzellemesi olan Shine'da (Parıltı, Scott Hicks, 1996) bir iki cümle ile geçtiğini hatırlıyorum. Beethoven ve Mozart için yapılan biyografik filmlerden birisinin de Liszt için yapılmasını kendi adıma ve halkım adına Hollywood'dan rica ediyorum. Sinemaya uyarlamak için fazlasıyla malzeme mevcut hayatında. Yaşlılığını canlandırmak için De Niro mükemmel bir seçim olur. Bu arada "manyak" bir eseri için aşağıdaki play butonuna basınız.



"2 Genç Kız" (2005)

Bugün Yılmaz Özdil tarzı yazacağım.
2 Genç Kız (Kutluğ Ataman, 2005) adından da anlaşılacağı gibi...
2 genç kızdan bahsediyor...
Ama...
İyi bahsediyor...
Bu filme...
Neden bu kadar önyargıyla yaklaşmışım...
Anlamakta...
Zorlanıyorum...
Bir de şu var...
Hülya Avşar...
Ki kendisini Fatmagül'ün Suçu Ne (Süreyya Duru, 1986), Çil Horoz (Süreyya Duru, 1987) ve Berlin in Berlin (Sinan Çetin, 1993) filmlerinde...
Çok beğenirim...
O kadar popüler bir figür olmuş ki...
Bir filmde oyandığı zaman...
Kesinlikle inandırıcı olmuyor...
En son inandırıcı olduğu film...
Salkım Hanımın Taneleri'ydi (Tomris Giritlioğlu, 1999)...
Orada da zaten diyaloğu yoktu...
Oylar ceepeye...

"All the President's Men" (1976)

Siyasi gerilim çok sevdiğim bir türdür. Başarılı bir siyasi gerilime asla hayır diyemem. Bu sebepten dolayı heyecanla All the President's Men'i (Başkanın Bütün Adamları, Alan J. Pakula, 1976) izlemeye başladım. Fakat ilk yarım saatte o kadar çok konuşma yapıldı ki filmden koptum. Her beş dakikada yeni bir Mister veya Madam ortaya çıkıyor ve gizli bilgiler veriyordu. Bu görüşmelerin çoğu da telefonda olunca sıkıntı daha da artıyordu. Ayrıca filmin de çok bilinen bir olaydan bahsetmesi, pek bir sürpriz olmayacağı anlamına geliyordu ki siyasi gerilimlerin en sevdiğim tarafları şaşırtıcı olmalarıdır. Sanal alemdeki yorumlar; tam da benim başıma geldiği gibi, filmin ilk izlenişte sıkıntı vereceği ve ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci izleyişte filmde yeni bir şeyler bulunacağı şeklindeydi. Düşünmüyorum.

11 Ocak 2009

"Psycho II" (1983) & "Psycho III" (1986)


Raising Cain ile ilgili yazımda şakayla karışık Psycho'nun (Sapık, Alfred Hitchcock, 1960) devam filmlerini izlemeyi düşündüğümü ve de endişelerim olduğunu belirtmiştim. Bu endişelerimin iki sebebi vardı. Birincisi böylesine riskli bir işe daha önce girmiştim ve sonuç hezimetti. The Texas Chainsaw Massacre (Teksas Katliamı, Tobe Hooper, 1974) da Psycho gibi beni derinden etkilemiş bir korku filmiydi ve O'nun da devam filmleri vardı. Sonucu biliyorsunuz. İkinci sebep ise daha önceden Gus Van Sant'in bire bir aynı planlarla çektiği Psycho'yu (Sapık, 1998) izlemiş olmam ve de sonucun yine çok kötü olmasıydı.
Ve nihayet geçtiğim Cuma akşamı okulda yurt nöbetçisi iken bu iki filmi izledim. Cuma günü olduğu için etüd yapılmıyordu, fazla da öğrenci yoktu. Psycho II'yi (Sapık 2, Richard Franklin, 1983) izlerken, film arada sırada çeşitli sebeplerle bölünüyordu ve ben filmi durdurup sorunu çözmeye gidiyordum ama aklım hep filmde oluyordu. Şunu söylemeliyim ki endişelerim yersizmiş. Genelde devam filmlerinde rastlanılan, senaryoyu zorlamaktan kaynaklanan handikaplar bu filmde yoktu. Tıpkı O'nun yaptığı gibi, film sizi eline geçiriyor ve sarstıkça sarsıyordu. Yerinizde duramıyorsunuz ve bir dakika size rahat bir nefes aldırmıyor. Stilist görüntü yönetimi ve ilki kadar olmasa da yine de ürkütücü bir müzik eşliğinde Bates'in ve annesinin hezeyanlarını izliyorsunuz.
Psycho III (Sapık 3, Anthony Hopkins, 1986) ise Hıncal Uluç'un deyimiyle "ı Ih, olmamış. Kral çıplak!". Fakat buradaki olmamışlık diğer iki filme göre bir olmamışlık. Bağımsız olarak değerlendirildiğinde türünün kalbur üstü örnekleri arasında rahatlıkla girebilecek bir film. Bu filmin bana anlatmayı başardığı şey, Psycho'nun müzikali bile yapılsa izleyebileceğimdir. Sonuçta Psycho, izledikten sonra ömür boyu etkisinden kurtulamayacağınız bir film. Bazı fantastik filmlerde olduğu gibi hafıza sildirmek mümkün olsaydı, hafızamdan sildirip tekrar tekrar izlemek isterdim.
Bu arada, tamamen kendi imkanlarımla Psycho II'nin bir fragmanını (trailer) yaptım. Filmde Bernard Herrmann'ın o muhteşem film müziğinin kullanılmadığını tekrar hatırlatayım.

İştah açan sahneler 3



Sıradaki sahnemiz Korkusuz Korkak'tan (Natuk Baytan, 1979). 90lı yıllarda bu filmi televizyondan defalarca izlerken bu sahne hep dikkatimi çekerdi. Şimdilerde pek nadir bulunan o şişe ayranlar, o rol çalan salatalar ve kışkırtıcı Adana kebap insanın ağzını sulandırıyor. Bu arada garson rolünü oynayan kişinin Actors Studio mezunu olmadığı kesin. Gerçekçilik tuzağına düşmeden yabancılaşma efekti uyguluyor ve bunun aslında bir film olduğunu ısrarla vurguluyor.

Anticipation (önsezi)

Birazdan; Al Pacino'nun oynadığı, Cruising (Devriye, William Friedkin, 1980) adlı filmi izleyeceğim. İçimden bir ses çok iyi bir film izleyeceksin diyor. Düzeltme: film devam ediyor ve gerçek katilin kim olduğunu bu kadar merak ettiğim az film var. Düzeltme 2: Film bitti. Blogta İngilizce bir kelime kullanmak zorunda kalınca Türkçesini mutlaka veriyorum ama thriller kelimesini mecbur kullanmak zorunda kalacağım ve tam olarak Türkçe bir karşılık veremeyeceğim maalesef. Yalnızca gerilim filmi dersek birçok şey eksik kalıyor. Bir thriller olarak oldukça başarılı bulduğum bu film aynı zamanda iğrenç bir film. Notorious denilen yani kötü şöhrete sahip filmlerden. Herkesin izleyemeyeceği, tahammül sınırlarını zorlayan bir yapım. 1980 yılında çekildiği düşünülünce, o dönemde ne kadar büyük bir etki yaptığı tahmin edilebilir, zira günümüzde bile sansürsüz yayınlanması mümkün değil. Eşcinsel gettolara doğru devriyeye çıkıyor Cruising ve izlemesi oldukça nahoş olan sahnelerle dolu. Genelde sonlara doğru hızlanan ritm, bu filmde sonlara yaklaştıkça akıcı özelliğini yavaş yavaş yitiriyor ve sonra da film bitiyor zaten. İzlemek için çok çaba sarfetmeyin bence.

10 Ocak 2009

Ankara'daki modern insanın iletişim sorunu

Aileden Sivas'lı olmakla birlikte, doğma büyüme Ankara'lıyım. Hemen hemen her yerini bilirim. Üniversite bitene kadar da başka şehir bilmedim. O yüzden içinde Ankara geçen filmleri severim. Hemen aklıma gelenler; Masumiyet, Sürü, Düttürü Dünya, Köyden İndim Şehire, Köprü, Uçurtmayı Vurmasınlar vs. Ankara'nın yapısı gereği, modern insanın iletişimsizliği temalı filmlere çok iyi fon oluşturacağını düşünüyorum. Bugüne kadar bunu deneyen olmadı. Türk filmleri çoğunlukla, biliyorsunuz, İstanbul'u mekan olarak tercih eder. İstanbul, iletişimsizlik için çok iyi bir seçim olmakla birlikte bazı dezavantajlara sahiptir. Çok güzel yerleri vardır mesela, yaşayan bir şehirdir, "dişi" bir şehirdir, renklidir, vadedendir, ilişkilerde verici olan taraftır, çok düşünmeye fırsat vermez. Bu yüzden İstanbul'da bu tarz bir film çekecekseniz mekan seçimlerinde çok dikkatli olmak zorundasınız. Fakat Ankara bunların hiçbirine sahip değildir. Açılış sahnesinde Ocak ayında veya Temmuz ayında iş çıkış saatlerinde yolda yürüyen birisine gösterdin mi filmin temasını göstermiş olursun. Eski Garajlar, Kazım Karabekir Caddesi, Dışkapı, DTCF önü, Samanpazarı, Dost Kitabevinin önünde bekleyen acaip kıyafetli insanlar, Tunus Caddesinde Bilkent servisi bekleyenler falan hepsi kasvetli bir film için sıraya girmişlerdir sanki..

08 Ocak 2009

Filmlerde burunların kırılmaması


Hep dikkatimi çekmiştir. Filmlerdeki kavga sahnelerinde, burunlara atılan çok sert yumruklara rağmen burunlar kırılmazlar. Dövüş kareografları bu konuda çok özentili davranmazlar genelde. İstisnai bir örneği sizinle paylaşmak istedim. Film Wild at Heart (Vahşi Duygular, David Lynch, 1990). Nicholas Cage kavga esnasında yüzüne cepheden çok sert bir yumruk alıyor. Sonrasında da gerçekte olabilecekler oluyor. Bu arada, bu blogda hala David Lynch'ten veya bir filminden bahsetmediğim için kendimi kınıyorum (Acast kent bıliv it meen).

İştah açıcı sahneler 2


İştah açıcı sahneler devam ediyor. Şimdiki sahnemiz kusursuz filmden. Rear Window (Arka Pencere, Alfred Hitchcock, 1954). Hitchcock filmlerinde yiyecekler ve yemek sahneleri sık gösterilir. Her ne kadar kısa sürse de, Rear'da da böyle bir sahne var. Ne zaman izlesem kendilerini (sık izlerim), bu sahnede filmi durdurup gidip bir bardak süt koyasım gelir. Sandviç de cabası. Zaten ben İngiltere'deyken (:P) en çok sandviçler hoşuma gitmişti. Film Amerika'da çekilmiş olsa da benim orada yediğim sandviçlerin aynısı. Olsa da yesek.

Çeviri hatası 2

Sıradaki çeviri hatası 1998 tarihli Snake Eyes (Yılan Gözler, Brian De Palma) adlı filmden. Aslında çeviri hatası filmin adında var. Sözlüğe bakıldığında snake için yılan, eyes için de gözler kelimesinin verildiği görülecektir ve sorun olmadığı düşünülecektir. Ancak durum öyle değil. Zar atıldığında 1-1 gelmesi durumunu ifade eder snake eyes, bildiğimiz hepyek yani. Görsel bir benzetme yapılmış. Çevirenlere hak vermiyor değilim, film hepyek adıyla vizyona girseydi çok şansı olmayacaktı ancak yılan gözlerin de filmin içeriğiyle uzaktan yakından alakası yok. Biraz daha düşünülüp daha yararlı bir çözüm bulunabilirdi.

07 Ocak 2009

"Casino Royale" (1967)

İşte böyle bazen denk gelir ve üst üste kötü filmler izlersiniz. Tamamen imece usülüyle çekilen bu filmde Ursula Andress, Peter Sellers, Orson Welles, John Huston, Jean Paul Belmando, William Holden, David Niven, Woody Allen, Deborah Kerr gibi babalar bir araya geliyor ama ortaya tebessüm bile ettiremeyen bir film çıkıyor. Filmin tek artısı Woody Allen'e halivud kapılarını ardına kadar açan film olması. Gerçekten de filmde az da olsa tebessüm ettiren sahneler; Woody Allen'in yer aldığı, toplamda beş dakikayı geçmeyen sahneler. James Bond filmlerinin parodisini yaptığını iddia eden Casino Royale (altı adet yönetmeni var uzun uzun yazmayayım, 1967), aslında kendisinin parodisi yapılması gereken bir film.

06 Ocak 2009

"Yer Demir Gök Bakır" (1987)

Ben çok fazla kitap okumam fakat Yaşar Kemal'in Yer Demir Gök Bakır'ını tıpkı diğer eserleri gibi soluk soluğa okumuştum. Uyarlama senaryoyla film çekmenin çok riskli (halkın deyimiyle riksli) bir iş olmasına rağmen, Türkiye'nin en iyi müzisyenlerinden biri olan Zülfü Livaneli, Yaşar Kemal'in destansı gerçekçiliğin tipik orneklerinden biri olan bu romanını filme çekerek bu riski almaktan geri kalmamış. Filmin artıları o dönemde Türk Sinemasında pek rastlanmayan özentili görüntü yönetimi ve Livaneli'nin konçerto kıvamındaki tema müziği. Eksikleri ise epeyce var. Yaşar Kemal'in o çakır dikeni gibi döne döne insanın başını döndüren kurgusal büyüsünün filmde esamesi okunmuyor. Diyaloglar güdük. Ben yine dile taktım. Bir köylüyü canlandırması beklenen Rutkay Aziz, St. Benoit Lisesi'nde edebiyat dersi verir gibi konuşuyor. Bütün köylüler İstanbul Türkçesi konuşuyor. Olmuyor, olmuyor..

İştah açıcı sahneler 1


Bazen filmlerde o kadar iştah açıcı yiyecekler görürsünüz ki onları o anda yemek için can atarsınız. Benim başıma sık sık geliyor. Niyetim on filmlik bir liste hazırlamaktı ama sonradan düşündüm ki bu seçkileri de çeviri hataları veya tesadüfler gibi bir seriye dönüştürebilirim. Listenin başında hep, benim sinema nedir sorusuna vereceğim yanıt olan, Il Buono, il Brutto, il Cattivo'nun (İyi, Kötü, Çirkin, Sergio Leone, 1966) başlarında yer alan sahneyi düşünüyordum. Bu sahnedeki patatesli, bezelyeli yemek çok iştah açıcı görünüyor. Patateslerin rengi, üzerinde dengeli yer tutmuş yağlar, bezelyelerin kıvamı süper. Az sonra bir katliam gerçekleştirecek olan Il Cattivo'nun nasıl iştahla yediğine bakar mısınız?

Gene Hackman

İri yarı olması dışında; Niğde Atatürk Caddesi'nde (Niğde'de Atatürk Caddesi var mı yok mu bilmiyorum ama her şehirde bir Atatürk Caddesi vardır) yürüse, kimsenin dönüp bakacağı kadar ilgi çekecek bir fiziksel özelliği olmayan Gene Hackman, bence yaşayan en iyi oyunculardan biridir. Tipinin sıradanlığını çok iyi kullanarak unutulmaz içinde fırtınalar kopan adam rolleri sergilemiştir. Filmlerdeki hafif gizemli yanı seyirciye hep bu adamın mutlaka bir hikayesi olmalı duygusu yaşatır. Genellikle de vardır zaten. Varlığıyla en vasat filmlere bile kişilik kazandırır. Imdb.com trivia (önemsiz görünen bilgiler) bölümünden öğrendiğimize göre ilginç özellikleri var Hackman'ın. Mesela 16 yaşındayken deniz piyadelerine katılıp üç sene boyunca hizmet vermiştir. Sert mizacının kökleri buraya dayanıyor olmalı. Bir ilginç nokta da California'daki Pasadena Playhouse'da oyunculuk eğitimi alırken bir öğrenciyle beraber "başarma ihtimali en az olan iki kişi" olarak değerlendirilmişler. Diğer kim mi? Dustin Hoffman. (Düzeltme: Niğde'de Atatürk Caddesi varmış).
Unutulmaz beş performans:
1- Unforgiven (Unutulmayan), Clint Eastwood, 1992.
2- Scarecrow (Korkuluk), Jerry Schatzberg, 1973.
3- Mississippi Burning (Mississippi Yanıyor), Alan Parker, 1988.
4- The French Connection (Kanunun Kuvveti), William Friedkin, 1971.
5- The Conversation, Francis Ford Coppola, 1974.

05 Ocak 2009

Kendine iyi bak

Spoiler (filmin sağlıklı bir şekilde izlenmesini engelleyen bilgi) içerebilir..

Bir tanıdığım kendisine "kendine iyi bak" denmesinden hoşlanmazdı. Bu sözün hem bir daha görüşmeyeceğiz elveda hem de iyi olup olmaman umrumda değil anlamına gelebildiğini düşünürdü. Bu şekilde yorumlama konusunda yalnız değilmiş. Çağan Irmak da son filmi Issız Adam'da (2008) tam da bu şekilde yorumlanacak (birinci şık) şekilde kullanıyor kib'i. Dillerdeki selamlaşma sözcükleri her zaman ilgimi çekmiştir. Mesela İtalyanlar karşılaşınca da ayrılınca da ciao diyorlar. İtalyanca'da "kendine iyi bak"ı bu içerikte veren bir kullanım var mı acaba? Neyse biz filme dönelim. Şunu belirtmeliyim ki ben filmlerde neyin işlenip neyin işlenmeyeceği konusunda ahkam kesenlere karşıyım. Hayatta herşey olabildiği gibi, filmlerde de suç unsuru taşımayacak şekilde herşey işlenebilir. Benim için nasıl işlediği daha önemlidir. Bu bağlamda, Issız Adam'ın neyi anlattığını tartışmayı gereksiz buluyorum. Bana çok ters gelen bir yaşam tarzı olsa da bu şekilde bir yaşam tarzı İstanbul'da, Ankara'da, Niğde'de, Manisa'da, Giresun'da var. Dolayısıyla filmde işlenmesinde de hiçbir sakınca yok. Gelelim biçimsel özelliklere.. Çağan Irmak şu anda Türkiye anaakım sinema içerisinde ne yaptığını en çok bilen yönetmen gibi görünüyor. Bu filmde, yönetmenlerde en çok hayran olduğum özellikler olan gözlem yapma, ayrıntı yakalama yeteneğini çok iyi kullanıyor. Oyunculukların ve diyalogların çok iyi olduğunu söylemeye gerek var mı? Evet, bu şarkıları ben de bilmiyordum. Yazımı Turgay Şeren gibi bitirmek istiyorum. Aferin Çağan'a (Google'a tırnak içerisinde turgay şeren boşluk aferin yazın ne demek istediğimi anlayacaksınız).

04 Ocak 2009

Belki de sadece tesadüftür 3

Raising Cain (1992)


Psycho (1960)
Söz konusu kişi Brian De Palma olunca tesadüf olmadığını Moğolistan ÖSYM Başkanı da biliyor ama ben yine de belgelemek istedim. Psycho'daki (Sapık, Alfred Hitchcock, 1960), içinde kadın cesedi bulunan arabayı bataklığa atma sahnesinin aynısı Raising Cain'de (İçimizdeki Şeytan, Brian De Palma, 1992) de var. Brian De Palma'daki Hitchcock esinlenmelerine itirazım olmadığını belirtmiştim. Bu arada kendisinden son zamanlarda ne kadar çok bahsettim değil mi? Neyse; Raising Cain, O'nun merak ettiğim son filmiydi. Fazlasıyla tatmin olduğumu söylebilirim. Bu adam bölücü. Ekranı bölüyor, kişilikleri bölüyor, cinsiyetleri bölüyor, yapışık ikizleri bölüyor ve bunu çok iyi yapıyor. Psycho içinse çok çılgın projelerim var. Devam filmlerini izleyeceğim, bana şans dileyin. Kan grubum B Rh -.

03 Ocak 2009

Auteur olmak veya olmamak


Zeki Demirkubuz'u keşfettiğimde her gün bir filmini izliyordum. İçerideki odadan sadece sesleri duyan annem "oğlum deli misin sen her gün aynı filmi izliyorsun?" diye sormuştu. Auteur olmak işte böyle bir şey. Kendine ait bir tarzı olmak, kolayca ayırt edilebilen bir farkındalık yaratmak, nevi şahsına münhasır bir film grameri oluşturmak anlamına geliyor auteur olmak. en.wiktionary.com sitesindeki tanımı: An artist, often a film or theatre director, whose complete control over all aspects of a production give the end result a recognisable feel. Bu tanımdan, auteur denebilecek bir yönetmenin aynı zamanda senaryoyu da yazmış olması gerekmektedir anlamı da çıkabilir. O zaman en baba auteur Charlie Cahplin'dir. Çünkü kendisi yazar, yönetir, oynar hatta müzikleri de besteler. Günümüzde auteur olmak için illa da senaryoyu da yazmış olmanın şart olmadığını biliyorum. Hemen aklıma gelen auteur yönetmenler; John Carpenter, Woody Allen, Sergio Leone, Federico Fellini, Krzysztof Kieslowski vb. İyi bir sinema izleyicisi jenerik gösterilmeden bir teste tabi tutulsa dahi bu yönetmenlerin filmlerini kolaylıkla ayırt edebilir. Auteur olmak tabi ki her baba yiğidin harcı değil, başarabilenlere saygım sonsuz ama bence iyi bir yönetmen olmanın olmazsa olmaz şartı da değil. Örnek mi? Elbette ki Stanley Kubrick. Komedi filmi çek dediler, bana göre değil ama imdb.com’a göre kralını yaptı: Dr. Strangelove (1964). Bilim-kurgu yap bakalım dediler, yine daniskasını yaptı: 2001: A Space Odyssey (2001: Uzay Yolu Macerası, 1968). Toplumun insanı bozması, herkes doğuştan masumdur cart curt filmi yap dediler. Yine kralını yaptı: A Clockwork Orange (Otomatik Portakal, 1971). Alın lan size dönem filmi deyip: Barry Lyndon’ı (1975) yaptı. Korku filmi çek dediler, kilometre taşını çekti: The Shining (Cinnet, 1980). Savaş karşıtı film isteriz dediler, hele siz durun bi deyip alasını yaptı: Full Metal Jacket (1987). İlişkiler üzerine bir thriller kem küm dediler: Eyes Wide Shut (Gözü Tamamen Kapalı, 1999). Büyük adamdı..

02 Ocak 2009

Terrence Malick


36 yıllık kariyeri boyunca sadece dört film yapmasına rağmen, Terrrence Malick birçok sinemasever tarafından yaşayan en iyi yönetmenlerden biri olarak kabul edilir. Bana sorarsanız sadece The Thin Red Line'ı (İnce Kırmızı Hat, 1998) yapmış olsaydı bile bu sıfatı hakederdi. Tarif etmekte kelime bulmakta oldukça zorlandığım bu filmi görmeyen varsa şiddetle tavsiye ederim. Savaş filmi kavramına tamamen yeni bir boyut kazandıran bu film, Türk basının ilgili ilgisiz konularda başlık olarak atmayı sevdiği film adlarından da birisine sahiptir (Diğerleri için bkz. Paris'te Son Tango, Kurtlarla Dans, Bazıları Sıcak Sever, Altına Hücum). Terrence Malick'in bir diğer ilginç özelliği de röportaj vermemesi ve resim çektirmemesi. Google görsellerden aratırsanız sadece üç dört resminin mevcut olduğunu görürsünüz. Nasıl bir ses tonuna sahip olduğu da bilinmez. Fakat ilk filmi Badlands'te (1973) jenerikte adı geçmemesine rağmen ufak bir rolde gözüküyor Terrence Malick. Muhtemelen şapkayı kel olduğu için takıyor. Bu büyük sanatçının ses tonunu ve tipini merak edenler yukarıdaki videoyu izlesin lütfen. Senin için hizmetlerim devam edecek halkım...(Bu arada, bir aksilik olmazsa 2009 yılı içerisinde yeni filmi gösterime girecek.)

Seth Rogen

Judd Apatow ve ekibi demişken, bu ekibin en önemli elemanı Seth Rogen'e dikkatinizi çekmek isterim. Knocked Up'taki (Kaza Kurşunu, Judd Apatow, 2007) bum (serseri) rolünü oynayan kişi. Kendisini oynuyor gibi bir havası var. Ayrıca Superbad'in (Çok Fena, Greg Mottola, 2007) de yazarlarından biri ve bıyıklı polis rolünü oynayan kişi. Benim asıl dikkatinizi çekmek istediğim konu; eğer bir gün Joel Coen'in epik filmi The Big Lebowski (Büyük Lebowksi, 1998) yeniden çekilecek olursa, The Dude (Ahbap) rolü için O'ndan daha iyi bir seçim düşünemiyorum. Salaş, serseri duruşuyla bu role cuk oturacaktır. Walter Sobchak ve Donny rolleri için ise şu anda ortalıkta iyi duracak birilerini göremiyorum. Olsun, aynı ekip Seth Rogen'le bir daha çeksin, izleriz yine. Öyle değil mi The Big Lebowski severler?

Judd Apatow ve ekibi

Önceden ZAZ ekibi vardı. David Zucker, Jim Abrahams ve Jerry Zucker'in soyadlarının ilk harfiyle anılan bu ekip Airplane, Top Secret, Hot Shots ve Naked Gun filmleriyle 80li yıllarda kasıp kavurmuştu. Şimdilerde bu ekibin yerini Judd Apatow ve arkadaşlarının aldığını düşünüyorum. The 40 Year Old Virgin (Kırk Yıllık Bekar, Judd Apatow, 2005) ile başladılar, ardından Knocked Up (Kaza Kurşunu, Judd Apatow, 2007) ve Superbad (Çok Fena, Greg Mottola, 2007) geldi. Bugün de nihayet Forgetting Sarah Marshall'ı (Aşkzede, Nicholas Stoller, 2008) izledim. Çeşitli aşamalarda devam birçok film projeleri de var. Yetişkin komedisi denilen tarzda filmler çeken Judd Apatow ve ekibinde çıplaklık ve tuvalet edebiyatı biraz fazla kaçsa da espirilerdeki zeka parıltıları ve durumların komikliği kayda değer özellikler. Favorim The 40 Year Old Virgin.

01 Ocak 2009

Belki de sadece tesadüftür 2


The Party'ye (Parti, Blake Edwards, 1968) ilerleyen günlerde değineceğim. Sivri Akıllılar'a (Zeki Alasya, 1977) ise değineceğimi pek zannetmiyorum.