07 Ağustos 2011

Dört film

Daha önce bir günde üç film izlediğim olmuştu ama dört tane izlememiştim. En çok beğendiğimden başlayayayım. Son bir haftada birbirine benzeyen çok film izledim. Bunlar Amerikan bağımsız sinemasından, iyi ya da kötü sistem karşıtı, okulları fon alan, düşük bütçeli, starsız filmler. "Pump Up the Volume" (1990) de bunlardan biri. Aynı adla 80li yılların ünlü bir disko şarkısı varmış. Şarkı günümüzde çok önemsenmiyor ama film sinema dünyasında çok saygı duyulan bir film. "Heathers/Çılgın Kızlar"da da asi ruhlu bir genci canlandıran Christian Slater burada nevrotik lise öğrencisini çok iyi canlandırıyor. Gündelik hayatında oldukça pasif bir görüntü sergileyen Mark, babasının hediye ettiği amatör radyo istasyonundan yaptığı korsan yayınlarla neredeyse dünyayı değiştiriyor. Yaşadığı taşra kasabasının (suburb) dünyasının baştan aşağı değiştirmeyi başarıyor. Horny Harry Hard-On mahlasıyla gün içerisinde konuşulmayan ama ayan beyan var olan rahatsız edici konuları korsan yayınlarında konuşuyor. Bu kadar etkili olabileceğini tasarlamadığı bu zararlı eylemi kaçınılmaz olarak; okul, müdür, rehber öğretmen, polis, vali gibi otoriter figürlere dokununca wanted/aranıyor olmak durumunda kalıyor. Tam olarak ayakları yere sağlam basmasa da geçerli, somut çözüm önerileri sunmasa da sağlam bir sistem eleştirisi var "Pump Up the Volume"un. Tipik bir batılı tarzı değiştirmeyi düşünmeden isyan etme olayı. Ama olsun bu bile bir şeydir ve saygıyı hak ediyor. İlgiyle izlenen, çok yaratıcı, kafalarda soru işaretleri uyandıran bir film. Slater'ın performansı üst düzey. Aynı şekilde Nora Diniro rolünde Samantha Mathis'in performansı da çok iyi. Kendisinin ilginç bir hikayesi var. Geçen hafta Amy Winehouse ölünce genç yaşta ölen yetenekli müzisyenlerden bahsedildi. Janis Coplin, Kurt Cobain, Jimi Hendrix, Jim Morrison gibi genç yaşta ölüp efsane mertebesine ulaşan müzisyenlerin adları anıldı. Bu tür efsaneler sinema dünyasında da mevcuttur. En son Heath Ledger bu mertebeye ulaştı. Ondan önce en çok da James Dean böyle bir muamele görmüştür. Bir de Johnny Depp'in sahibi olduğu barda uyuşturucudan ölen River Phoenix vardır. Yakışıklılığı, "My Own Private Idaho/Benim Özel İdahom"daki performansı ve genç yaşta gelen ölümüyle bir efsane olmuştur. Phoenix altın vuruşu yaptığında yanında Samantha Mantis vardı. Asi genç kategorisinden hep ilgi çekmiştir Mantis. "Pump Up the Volume"u izlerken bir şey farkettim. 70li veya 80li yılların filmlerinde sigara içme eylemi; bir isyankar olma halini, özgürlükçü duruşu falan simgeliyor. Ama günümüzün filmlerinde; bir zayıflık halini, kaybeden olma halini simgeliyor. Tu kaka ediliyor sigara içen kişiler. Bence ikisi de yanlış bir tutum. Sonuçta yüz kızartıcı bir suç değil sigara içmek ama iyi, övülecek bir iş de değil.
İkinci filmim şiddetin ozanı diye anılan Sam Peckinpah'a ait. "Pat Garrett & Billy the Kid" (1973). Yeni Amerikanın sancılı doğum sürecinde yaşamış bu iki karakter, Peckinpah filminde gerçek hayattekinden biraz farklı bir kurguyla resmediliyorlar. 21 yaşında Garrett tarafından öldürülen Kid o zamana kadar 21 cinayet işlemişti. Aralarında filmdeki gibi bir dostluk yoktu. Yok olan bir dönemi simgeliyordu Kid. Amerikan filmlerinde kirli sakallı bir ihtiyar those were the times/ne günlerdi der sık sık. O günlerin figürlerindendi Kid. Yeni bir düzen oluşturan arazi sahipleri, tüccarlar, girişimciler, yatırımcılar Kid gibi çıkıntıları istemiyorlardı elbette. Filmde, Kid'in üstüne eski dostu Garrett'i salarak bir dog-eat-dog dünyası yaratıyorlar yani kardeşi kardeşi kırdırtıyorlar. Bunu yaparken Garrett'a ünvan (rozet) veriyorlar. Filmde bir rolü de olan Bob Dylan'in "Knockin' on Heaven's Door" parçasını bu film için bestelediğini öğreniyoruz. Ben bu şarkının Vietnam'dan dönenler için bestelendiğini zannediyordum oysa şarkının girişinde anne bu rozeti benden sök, artık onu kullanamam sözleri Garrett'in ruh halini çok iyi yansıtıyor. Tıpkı günümüz Türkiye'sinde AKP'ye yamanmaya çalışarak var olacaklarını düşünenler gibi, Garrett da yeni düzene eklemlenerek var olabileceğini düşünüyor ama Kid'i harcayıp harcamama konusunda çok kararsız. Filmin hemen başındaki muhteşem sahnede, yıllar sonra düzenin kendisini de sinek gibi harcadığını görüyoruz. Bu dünya sana da kalmadı Garrett. Muhteşem bir konusu var PGBTK'in. Her Peckinpah filminde olduğu gibi inanılmaz cool erkek karakterleri de. Bence Clint Eastwood'un 1992'de çektiği "Unforgiven/Affedilmeyen"e kadar western türünü mezara gömüyor.

Şampiyonlar ligi maçlarını izlemek için aldığım D-Smart aboneliğinin bana hoş sürprizleri oldu. Birkaç Türk sineması kanalında uzun süredir merak ettiğim filmleri izleme şansına sahip oldum. Dün izlediğim "Hasip ile Nasip"i (1976) daha önce de izlemiştim ve aklımda kaldığı kadarıyla müthiş bir siyasi taşlama örneğiydi. Aynen hatırladığım gibi çok eğlenceli bir siyasi taşlama örneği "Hasip ile Nasip". Atıf Yılmaz'ın filminin girişi bile Türkiye sağ siyasetinin geçmişini bir çırpıda ve etkili bir şekilde özetliyor. Filmde yaşananlara bakınca 1976'da günümüze taşra siyasi yapısının çok da değişmediğini görmek acı verici. Film Google Video'da da mevcutmuş. Merak edenler oradan izleyebilir. "Teslimiyet"le ilgili yazımda andığım "Köçek" (Caniko) (1975) da dün gece yayınlandı SineTürk kanalında. Agah Özgüç'ün kitaplarında çok anılan bu filmi de uzun yıllardır merak ediyordum. Gerçi bu film de internette bir yerlerde mevcutmuş ama oradaki ses kayıdı çok kötü. Müjde Ar'ın ilk başrolü "Köçek". Doğuştan bir hermafrodit olan Caniko erkek olmayı tercih etmiş. Kötü adamlar kendisine tecavüz etmek isterken manzarayı çakınca bir bıçak darbesiyle Caniko'yu ızdırabından kurtarıyorlar. Filmde bir castration/hadım etme sahnesi olduğunu belirteyim. Filmin televizyon gündüz kuşaklarında yer bulmamasının sebebi, bu sahne ve filmin farklı içeriği olmalı. Gerçi o yıllarda yavaş yavaş Türk sinemasını esir almaya başlayan bayağı erotik-komedi anlayışını yansıtan bazı sahneler de filmde var. Ben filmi inandırıcılıktan epeyce uzak ve sıkıcı buldum. Ama farklı bir film olduğu yadsınamaz. Bir kere izlemek lazım..