30 Ağustos 2011

"Köprüdekiler" (2009)


Bir yerli futbolcu için, yurtdışına transfer olduktan sonraki ilk maçından sonra basında olumlu futboluyla otoritelerin dikkatini çekmeyi başardı gibi yorumlara rastlanır. Hiçbiri için performansıyla seyircileri büyüledi gibi yorumlar çıkmaz. Aslı Özge'nin "Köprüdekiler" adlı filmi de birçokları için eminim samimi çabasıyla dikkatleri üzerine çekmeyi başaran bir film olabilir ama bence performansıyla seyirciyi büyülüyor. Türkiye'de sinema eğitimi almış ve yurtdışında yaşayan yönetmenin sinema anlayışı, anlatan değil gösteren bir anlayış. Derdi, kamerayı doğal akışında akan hayatın içerisinde gezdirmek. Bu yüzden ışık, ses, müzik, kamera oyunları gibi sinemasal hilelerden uzak duruyor. Bu tarz bir sinema anlayışı çok zordur. Bir kere seyircilerin yüzde 90'ınını kaybetmek durumunda kalır yönetmen. Tıpkı tipik bir seyirci olan annem gibi. Bu ne biçim bir film, hiçbir şey olmuyor gibi bir yorum yaptı. O zaman senin hayatında da hiçbir şey olmuyor, neden sürekli şikayet ediyorsun diye sorduğumda cevap alamadım. Ne diyordum? Anlatan değil de gösteren sinema anlayışı çetin bir sınav verir seyirci gözünde. Sürekli bir çatışma, dramatik kurgu bekleyen seyirci zaten kafadan uzaklaşır filmle, azınlıkta kalan ve filmin derdini anlamaya çalışan nitelikli seyirci de filmi sürekli inandırıcılık ve doğallık yönünden teftiş eder. Açık yakaladı mı sözlüden kırık notu verir filme. Ben "Köprüdekiler"in inandırıcılık ve doğallık açısından hiçbir sorunu olduğunu düşünmüyorum. Otur doksan beş! Aslında o kadar da belgeselvari değil film. Oyuncular kendi hayatlarını oynadıkları için belgesel olduğu sanılıyor ama duygular, durumlar, dramatik çatışmalar yok değil. Hayatları Boğaz Köprüsü üzerinde geçen üç karaktere odaklanıyor film. Fikret köprüde çiçek satan bir Roman. Kuştepe'de inanılmaz zor şartlarda yaşıyor. Bazı yerlerde okuduğuma göre hala köprü üzerinde görülebilirmiş. Yönetmenin röportajlarına göreyse konuşmayı sevmeyen, iletişime oldukça kapalı bir insanmış. Görürsem bir röportaj yapmayı deneyebilirim ama muhtemelen reddedilirim. İki sene önce çalıştığım ilköğretim okulunda; her sınıfta iki, üç Roman öğrenci vardı. Dışlanmışlık, ötekileştirilme o kadar hissedilirdi ki bu insanları sisteme uyamıyorlar diye eleştirmek büyük bir haksızlık bence. Bu dünyanın her yerinde böyle. Finlandiya gibi refah seviyesinin en yüksek olduğu bir toplumda bile Çingeneler gördüm ben. Sanırım her toplum dönüştürmeyi başaramadığı topluluğa Çingene, Gipsy, Roman, Roma gibi adlar koymuş. Bunları da babalar gibi dışlıyorlar sonra da rahat durmadıkları için eleştiriyorlar. Bir insan kendisine sırt çevirmiş bir topluma karşı neden aidiyet hissetsin veya neden o sistemi ıhya etsin ki? Ben işini doğru dürüst yapmayan garsonlar veya tezgahtarlara da kızamıyorum. Kendime soruyorum, acaba ben 500 lira maaşla bir büfede eşşek gibi çalıştırılsam, orayı ne kadar severdim ve ne kadar kendimi işime adardım diye. Fikret de aynı bu şekilde doğduğundan beri kendisine sırt çevirmiş bir sisteme, topluma karşı adeta bir otobüs durağı kadar duyarlı. İlkokula dahi gidememiş Fikret'in etrafında olup bitenlerle ilgili en ufak bir fikri bir yok. Bu bitkisel hayattaymış gibi olma durumu inanılmaz başarılı veriliyor filmde. Fikret'in repliklerini anlamayabilirsiniz. Anlamlandırmayabilirsiniz. Bu bir acemilik değil. Yönetmenin biliçli seçimi. Çünkü Fikret manasız bir hayatın içerisinde debelenip duruyor. İkinci karakter dolmuş şoförü Umut. Kendisine eşlik eden eşi Cemile de olayların bayağı merkezinde. Onlar da kendi hayatlarını filmde oynuyorlar. Onları da filmin bıraktığı yerde aynı şeyleri yaşamaya devam ederken bulabilirsiniz. Hayata Roman olarak gözlerini açmadıkları için Fikret'e göre daha şanslı görülebilirler ama onlar da aslında sistemin umurunda olmayan geri dönüşümsüz karakterler. Dolmuşun sahibi metaforunda hayat bulan sistem, onları birer kullan-at mal gibi görmektedir. Bütün bunların yanında ikilinin bir de kişisel, ruhsal, cinsel çatışmaları hayatı iyice çekilmez yapıyor. İlk başta bunlar da acemi oyuncu gibi görülüp filmi sıkıcı yaptığı düşünülebilir ama biraz dikkat ederseniz; sokakta, şurda burda insanların diyaloglarına kulak misafiri olursanız çevrenizde binlerce Umut ve Cemile olduğunu fark edebilirsiniz. Üçüncü karakter de trafik polisi Murat. İçlerinde en şanslısı o. 2500 lira maaşı var, interneti var, sıradan bir insanın arzu ettiği her şeye sahip olabilir. Görücü usülü bulunabilecek hemşire bir eş.. Etti 5000 lira gelir. Vizyonu; ev, araba, çocuk, ikinci ev, ikinci çocuk, köyde ev olan biri için bulunmaz bir nimet. Murat da muhtemelen bunları yaşayacak ama onun derdi de iletişimsizlik. Kendisini hiçbir şekilde ifade edemiyor. Anca milliyetçi, muhafazkar söylemlerde slogan atar gibi laflar ediyor. Bu arada bu olayı diğer karakterler de yapabiliyor, ilginç değil mi? İnternetten düşürdüğü kızlarla geçen diyalogları bence klasik. Oradaki o iletişimsizlik hali harika bir şekilde veriliyor. Murat'ın sistemden payına düşen de bu. Polis olmuş, düzenli ve orta düzeyde bir geliri var ama bireyselliğine Jüpiter kadar uzak. Normal şartlarda topluma yön vermesi beklenen birisi ama kendisine bile yön veremiyor. Sistem bütün elemanlarıyla (okul, aile, din, ülkü ocakları, msn vs.) bir zombi yaratmış. Murat kendisini oynamayan tek oyuncu. Normalde polis olan ağabeyi bir rolü oynayacakmış ama devlet memurlarının oyunculuk yapması yasak olduğu için Murat biraz da mecburen bu rolü oynamış. Mükemmel bir iş çıkartmış. Bu kadar başarılı olduğuna göre ya çok iyi oyuncu ya da gerçek hayatında da böyle biri. Umarım ilk seçenek geçerlidir. İki yıldır en çok merak ettiğim filmlerden biriydi "Köprüdekiler". Diğer çok merak ettiğim filmlerse Tayfun Pirselimoğlu'nun "Pus" (2010) ve "Saç" (2010) adlı filmleri. Bu filmleri bulma konusundaki çabalarım devam ediyor. Umarım onlar da "Köprüdekiler"in yaptığı gibi performanslarıyla beni büyülerler.        


Köprüdekiler Film Fragmanı Video - Didem Delen   didem_d