08 Eylül 2011

"A Separation" (2011)



Bugüne kadar tükettiğim en iyi sanat eserlerinden biri derken abartmıyordum. Bugüne kadar izlediğim bütün İran filmlerini muhteşem buldum. Abbas Kiarostami’nin “Shirin/Şirin” adlı eserini saymazsak. O film de deneysel bir filmdi. Bir şeyler anlatmak derdi vardı ama bazı deneysel filmlerinin kaderi olan sıkıcılık dezavantajına sahipti benim için. “A Separation/Bir Ayrılık”ı izlemek için iki ay önce Ankara’ya gitmek istemiştim; çünkü filmle ilgili inanılmaz iyi yorumlar okuyordum. Filmi izledikten sonra Ekşi Sözlük’teki bütün yorumları okudum. Tam da tahmin ettiğim gibi filmi beğenmeyen yoktu. Imdb’de de filme oy verenlerin yüzde doksan beşi dokuz veya on vermişti. Bu sonuç kaçınılmazdı. Bu filmin ilgisini çektiği bir insan sinemada alternatif işlerin peşine düşmüş bir kişidir büyük olasılıkla. Bu kişi düşünce dünyasında hareketlilik uyandıracak bir filme karşı duyarsız kalamaz. “A Separation” da bunu çok iyi başarıyor.

(SPOILER, filmi izlemediyseniz yazının bundan sonraki kısmını okumayınız)

Adalet ve vicdan üzerinde çok kafa patlattığım iki mesele. Bazen sınıf ortamında adalet dağıtmanın ne kadar zor olduğunu düşünürüm. Mutlak otoritenin ben de olmasına ve karşımdaki insanların da zihinsel gelişimini tamamlayamamış ve rehberliğe ihtiyaç duyan insanlar olmasına rağmen, adalet dağıtma işi bana zor geliyor. Filmdeki hakim gibi işin içinden çıkılmaz hissettiğim durumlar oluyor. “A Separation”ın amaçladığı şey de bu iki kavramı masaya yatırmak ve benzerlerine adalet saraylarında çok karşılaşılan bir olay üzerinden bu iki kavram üzerindeki puslu havayı dağıtma girişiminde bulunmak. Filmin adından da anlaşılacağı üzere bir boşanma girişimiyle başlıyor film. Bazı karakterlerin filmin ilerleyen dakikalarından iddia ettiği gibi bu boşanma girişimi her şeyin sebebi sanılabilir ama bence bu yanlış bir yargı olacaktır; çünkü hayatın her anında karşınıza adaletli ve vicdanlı olma gereksinimi çıkabiliyor. Bu tür çetrefilli işleri bazı tesadüflere bağlamak da hayatı yanlış okumak gibi geliyor bana. Çünkü başa gelen iyi kötü her türlü işin bir sosyolojik kökleri vardır herhalde. Size lotodan para çıkmışsa sizi loto oynamaya iten, zengin olma hayalleri kurduran bir dürtü olmalıdır mesela. Yolda gördüğünüz birisine aşık olduysanız demek ki algılarınız açıktır (aslında her zaman açıktır) veya bir gereksinim içerisindesinizdir. Bu filmde karakterlerin başların gelenlerle onların toplumsal rolleri arasında da direk bir bağlantı var. Orta sınıfa mensup bir aile boşanmak ister. Ergenliğe yeni adım atmış bir kız çocukları var. Erkeğin de Alzheimer hastası bir babası. Kadın ortamdan ürktüğü için İran’ı terk etmek istiyor ama erkek, babasını bırakamadığı için gitmek istemiyor. Kendi içerisinde çatışıyormuş gibi görünen bu orta sınıf aile asıl çatışmanın bir tarafını teşkil ediyor. Diğer tarafınıysa yaşlı adama bakıcılığa gelen kadının alt sınıfa ait olan ailesi. Bakıcı kadın bir gün hasta adamı evde yalnız bırakıp dışarıya çıkıyor. Bu esnada eve gelen hasta adamın oğlu, babasını ölmek üzereyken yakalıyor ve çılgına dönüyor. Bakıcı kadına öfkelenen adam kendisini dışarı itiyor ve bakıcı kadın çocuğunu düşürüyor. Filmde bizi adalet ve vicdan kavramlarını sorgulamaya iten “suç” bu. Ortada ölen bir canlı var. Birilerinin bunun bedelini ödemesi lazım. Filmin kurgusundaki büyük ustalık sayesinde seyirci bir taraf tutamıyor ve toplumsal eşitsizlik üzerine yoğunlaşıyor. Ve sonunda anlıyor ki sınıflı bir toplumda gerçek adaleti sağlamak imkânsızdır; çünkü o baştan beri yoktur. Bazıları hayata müthiş dezavantajlarla başlıyor ve bu dezavantajlardan dolayı diğerlerine göre hep iki kat daha dikkatli ve iki kat daha vicdanlı olmak zorunda kalıyor. Sonuçta ihale de hep bunlara kalıyor. Üst sınıflar ancak somut bir suç işledikleri zaman acı çekmek zorunda kalıyorlarken alt sınıflar ömür boyu acı çekiyor. Yani adalet mekanizması ancak kanunda tarif edilmiş bir suç işlendiğinde devreye giriyor, oysa alt sınıflar kanunda yazmayan bir cezayı yani berbat bir hayat yaşama cezasını ömürleri boyunca çekiyorlar. Filmin başarısı burada yatıyor bence. Alt sınıfta yer alan kişinin yalan söylediğini anladığınızda bile onu mahkûm edemiyorsunuz. Benim vicdan anlayışım da bu. Çaresizliğin insana her şeyi yaptırabileceğini biliyorum. Sıcacık yuvamda g**tümün üstünde otururken market yağmalayanlara değil de Kaz Dağını yağmalayanlara kızıyorum. Filmin diğer büyük başarısı da dinin ne kadar kafa karıştırıcı bir şey olduğunu bize hatırlatması. Eğer bir dine inanıyorsanız ve insansanız kafanızda onlarca çelişkiyle yaşamak durumundasınızdır. Kim yaşamıyorum diyorsa inanmıyorum o kişiye. Tabi Türkiye’deki insanların yüzde doksanının uyguladığı tırışkadan Müslümanlık değil kastım. Bu gibi durumlarda uzlaşma sağlayabilirsiniz. Çarşamba günü içki içersiniz de Perşembe günü içmezsiniz. Tanıdığım bir iki kişi gibi İddaa oynarsınız da Sayısal Loto oynamazsınız. Domuz eti yemezsiniz de işçinin hakkını alnının teri kurumadan verirsiniz falan! Günlük 20 lira yevmiyeyi verdiğiniz zaman sorumluluğu atmış oluyorsunuz yani. Oh, kebap! Diyeceksiniz ki burada sorun dinde değil insanlarda. Bazı ufak tefek olumlu davranışları önermesi asıl işlevini gizlemiyor bence. O da vurguyu bu dünyadan alıp başka metafizik alemlere vermek ve kaderci, tepkisiz, sorgulamayan dolayısıyla sistemle uyum içinde yaşayan insanlar üretmek. Filmdeki bakıcı kadın da gündelik hayat içinde sürekli çelişkilere düşüyor ve Alo Fetva hatlarını arıyor. Ama dediğim gibi bir insan olduğu için ve toplumsallığa mecbur olduğu için içine sinmeyen bir sürü şey yapıyor. Bu bağlamda dinin kadına ve erkeğe verdiği roller sorgulamaya açık hale geliyor. Bazen iyi senaryoların oyuncuları motive ettiğini ve onları iyi oynamaya ittiğini düşünüyorum. Bu filmi bu teze kanıt olarak sunabiliriz. Bazılarının amatör olduğu belli. Ama hiçbiri aksamıyor. Yani bu filme boynu dönmeyen Necati Şaşmaz’ı koy o bile iyi oynardı herhalde diye düşünüyorum. Çok büyük bir sanat eseri. Bu filmde hâkim sizsiniz. Çok katmanlı düşündüğünüz zaman yargılayacak nesneyi bulmanız işten bile değil.