20 Eylül 2011

Ölüm üçlemesi



2002 yılında ilk filmi “Hiçbiryerde”yi çeken Tayfun Pirselimoğlu beş yıl aradan sonra “Rıza”yı yönetti. Gişeye yönelik film yapmayan ve finansman bulmakta oldukça zorlanacağı sürpriz olmayan yönetmen, acaba “Rıza”yı çekerken kafasında bir Ölüm Üçlemesi çekme düşüncesi var mıydı? Ben olmadığını zannediyorum. “Rıza”nın gördüğü ilgi kendisine bu düşünceyi ve fırsatı vermiş olmalı. Neyse öyle ya da böyle bugün elimizde ilginç bir üçleme var. Bu üç filmi de yakın tarihte izledim. “Rıza”yı ikinci kere izlemiş oldum. İlk izlediğimde duyduğum hayranlıktan bir eksilme olmadı. Şehrin çirkin mekanlarında yaşamaya çalışan diğer hayatları çok iyi yansıtıyordu ve vicdan olgusu üzerine insanı düşünmeye sevk eden bir hikayesi vardı. Üçlemeye adını veren ölüm olgusunun filmin dokusuna bu kadar çok etki ettiğini daha iyi kavradım. İki karakterin ölümle olan yüzleşmesi birbirine benziyordu ve aslında bu yüzleşmenin arka planında yatan hissizleşme durumu da çok başarılı veriliyordu. Üçlemenin ikinci filmi “Pus” (2009). Kopya dvd üreten bir işyerinde çalışan Reşat üçlemenin karakterleri arasında gerçek hayattan en fazla kopmuş, en tuhaf karakter gibi geldi bana. Reşat’ın hissizleşmesi inanılmaz boyutlarda. İnsana hayatın devam ettiğini hissettiren bazı şeylere ilgi duyuyor. Motosiklet, kasiyer kız, güvercin gibi ama bunlara ilgi duyarken aslında hayattan kopmayla kopmama noktasının en kritik anında olduğunu seyirci hissedebiliyor. Yani uzatmaları oynuyor. Sonra da kopuyor zaten. İnsanlara anlamsız anlamsız bakan, doğru dürüst diyaloga giremeyen veya girmeyen Reşat’ta klasik anlamda bir vicdan beklemek de gerçekçi olmuyor dolayısıyla. Suç diye tarif edilebilecek eylemleri gözünü kırpmadan işleyebiliyor Reşat. Bu filmi de çok beğendim. Üçlemenin son ayağı olan “Saç” (2010) da çok ilginç bir film. Bu filmdeki Hamdi karakteri de üçlemedeki diğer karakterler gibi hayattan kopmuş bir karakter ama bu biraz da zorunluluktan olmuş. Kanser hastası Hamdi aslında yaşama tutunmak istiyor. Brezilya’ya gitme hayalleri kuruyor örneğin. En önemlisi bir kadına aşık oluyor. Üçlemedeki diğer filmlerin aksine bu filmde güzel olan, güzelliği temsil eden bir şey var. Bu kadına sahip olmak isteyen Hamdi’yi iletişimsizlik ve hayatın çirkinliği engelliyor. Sonuç olarak Hamdi de kopma noktasına geliyor. Bu filmler vesilesiyle okuduğum birçok yorumda sanat filmi diye tabir edilen filmlere insanlar vermiş veriştirmiş. Sanat filmi tanımı çok problemli bir tanım bence. Sanat filmi diye bir şey varsa sanat olmayan filmler de var demektir. O zaman da sorun sanat olmayan filmlerde olmalı; çünkü sinema bir sanat dalıdır. Aslında buradaki belirleyici unsur filmin içeriği. Klasik giriş, gelişme ve sonucu olan filmler yani dramatik bir çatışmadan doğan bir sorun üzerine örülen hikayeyle beslenen filmler izleyiciyi yormuyor ve zihinsel sorgulama talep etmiyorlar. “Neredesin Firuze” buna tipik bir örnek olabilir. Bir film insanı düşünmeye zorluyorsa, kafa patlatmaya zorluyorsa bunu yapma zahmetine girmeyenler veya bunu yapacak altyapısı olmayanlar filmi sanat filmi diye etiketleyip illa bir hikaye anlatıcısı tarafından koyun gibi güdülenmeleri gereken insanlar olduklarını açığa çıkarmış oluyorlar. Yedi dakika boyunca camdan bakıp sigara içen adam filmleri diye dalga geçiliyor bu filmler. “Uzak”ın son sahnesi kastedilmiş olmalı. O sahnede Muzaffer’in hissettiği duygu yoğunlaşmasını, iç muhasebeyi, ikili ilişkileri anlamlandırma çabasını hatta daha ileri gidelim kendisine uyguladığı vicdan otopsisini anlayamıyorlarsa diyeceğim ve aklıma bir istatistik gelecek. Japonya’da bir kişi yılda ortalama 25 kitap okuyor, Türkiye’de altı kişiye yılda bir kitap düşüyor. Ve nüfusun %95’i televizyon izliyor. Müthiş bir düşünce tembelliği var insanlarda. Bu tembellik yüzünden özgün fikirler üretemeyenler toplumsal iklime uygun söylemleri tekrarlamaktan başka bir şey yapamıyorlar. Hal böyleyken sanat filmlerini küçümseme durumu da kaçınılmaz oluyor.