30 Eylül 2010

"Looking For Eric" (2009)

Tıpkı "Bend It Like Beckham\Hayatımın Çalımı: Beckham" gibi futbolla flört eden bir İngiliz filmi ve isminin Türkçe çevirisinde çalım kelimesi geçiyor. Ken Loach'un "Looking For Eric"i "Hayata Çalım At" çevirisiyle gösterime çıktı Türkiye'de. Eric Bishop tipik bir kaybeden. Dibe vurmak üzere. Sonradan öğreniyoruz ki hayatının aşkını bebek emzirirken görmek onu nakavt ediyor ve ikisini terk ediyor. 30 sene sonra bu kişiyi görmesi gerekiyor ve ne yapacağını bilemiyor. İki ayrı kadından olduğu anlaşılan iki ergen oğlunun sorunları da her şeyin üstüne sos olmaktadır. İmdadına içtiği ot sonrasında kendisiyle iletişime geçen efsanevi futbolcu Eric Cantona'nın hayali yetişiyor. Bu hayali de Eric Cantona kendisi oynuyor ve çok çok başarılı. Aslında bir amatör oyuncunun üstüne bu kadar yük bindirmek riskli bir işti Ken Loach için fakat Cantona bu işin hakkından fazlasıyla geliyor. Bazı futbol blogları bu filmi tanıtmaya başlamışlardır veya yakında başlayacaklardır. Sert tavrına alışkın olduğumuz Ken Loach'tan incelikli bir film gelmiş bu sefer. Tam bir Cumartesi öğleden sonra filmi. 

28 Eylül 2010

"High Plains Drifter" (1973)

 
Clint Eastwood'un artık yönetmenlikte ısınma turları atmaya başladığı film olarak değerlendirilebilir "High Plains Drifter/Kasabadaki Yabancı". Bu filmden önce "Play Misty For Me\Ölümün Sesi"yle (1971) ilk filmini çekmişti. Bu şaşırtıcı ve özgün ilk filmin ticari başarısı hakkında bir fikrim yok ama Eastwood'u tekrar isimsiz şarışın rolünde görüyorsak bunun iki sebebi olmalı. Birincisi Eastwood ilk filmde ticari anlamda başarısız oldu, yönetmen olarak da mutlaka bir kariyer yapmak istediği için tutması daha garanti bir şablona döndü. İkinci olarak da Eastwood'un gerçekten yapmak istediği şey bu türe bir selam çakmaktı. Öyle veya böyle veya başka bir sebepten yola çıkarak elimizde iyi bir film var. Filmi izlemediyseniz yazının bundan sonrasını okumayınız. Film baştan aşağı alegorik simgelerle dolu. Yüksek düzlüklerde sürüklenmekten bıkmış olan tanrısal figür yeryüzüne iner ve intikamını alır.  Bu tanrısal figür de Eastwood'a özgü anti-kahraman özelliklerinden vazgeçmiş değildir. Ona yan bakan kendisini ya samanlıkta ya mezarlıkta bulur. Bir klasik kahraman gibi her şeyi yapmaya muktedirdir fakat kasaba insanlarına kin duyduğu için onlara önce eşeklerini kaybettirir sonra da buldurtur. Film adeta bir dinsel semboller resmi geçididir. Bu dinsellik doğrucu davutluk şeklinde değil de hikayenin merkezinde ölüm olmasından dolayı filmde yer almaktadır. Ben filmi Eastwood'un abartılı Blondie tripleri dışında çok beğendim. 70li yıllardan bir muhteşem film daha diye tanımlıyorum "High Plains Drifter"ı.

Düzeltme: Aslında bu linki vermeyi yazıyı yazarken düşünüyordum, fakat unutmuşum. Kendisi buraya yorum bırakınca hatırladım. Yeni bir sinema blogu keşfettim. Muhammed Tiryaki'nin estarabi.blogspot.com adresli blogu bir harika. Çok çalışkan bir arkadaş. Eastwood'la ilgili şu yazısına ve Mr. H'le ilgili şu yazısına bakmanızı tavsiye ederim.

"Little Miss Sunshine" minibüsü

Bu minibüsten ne kadar çok aradığımı yazmıştım. Benim için bulması çok zor bir objeydi (precious). Bir iki kişiye hediye etmek ve kendime de bir tane edinmek yaklaşık iki yılımı aldı. Şimdi her tarafta varlar.   

27 Eylül 2010

Buyrun ne bakmıştınız? / İstismar filmi

Nihayet muradıma erdim. Danny Trejo'yla ilgili yazımda bu filmi merakla beklediğimi yazmıştım. Hikayeyi biliyorsunuz. "Grindhouse" projesinin bir çıktısı "Machete/Ustura". Meşhur sahte fragmanı bir hatırlayalım. 


Filmi izledikten sonra biraz kafam karıştı. "Machete" iyi bir eğlencelik hiç kuşkusuz. Hiç yavaşlamayan temposuyla size adrenalin dolu bir 100 dakika vadediyor. Peki "Machete" gerçekten bir b filmi mi? Yoksa b filmi kalıplarını kullanarak çekilen zekice film gibi bir tür mü doğuyor? "Grindhouse" çok özgün bir projeydi ve bence hakettiği övgüyü de aldı. Peki biz "Machete"den ne bekliyoruz? B filmi gibi çekilmiş ama aslında gizliden gizliye b filmi olduğunu reddeden bir film mi? Bu tavır artık ne yazık ki özgün değil. O yüzden "Machete"yi izlerken sıkıldım. Çünkü "Machete" aslında istismar filmlerin de istismarından başka bir şey değil.  

26 Eylül 2010

The worst f**king job in the world


Yaptığım bir gözleme Woody Allen'ın da katıldığını görmek beni mutlu etti. Kadın garsonlarla ilgili bir yazı yazmıştım. Amerikan filmlerindeki kadın garsonların, sıklıkla birer kaybeden (loser) stereotip olarak yansıltıldığını iddia etmiştim. O yazıdan sonra izlediğim Martin Scorsese'nin "Alice Doesn't Live Here Anymore/Alice Artık Burada Oturmuyor" (1974) adlı filminde de kaybeden bir bayan garson görmüştüm. Woody'nin "Deconstructing Harry/Yaramaz Harry"sinde de benim fikirlerimi destekleyen bir diyalog var. Kadın düşkünü, növrotik, New York'lu yazar ile siyahi fahişe arasında geçiyor. Fahişe soruyor "Niye bunalıyorsun?", yazar "Bunalıyorum işte, sen hiç bunalmaz mısın, işinden bunalmaz mısın?", fahişe baklayı çıkartıyor ağzından "İşim iyidir, garsonluk yapmaktan bin kat iyidir.". Bunun üzerine Woody "
Çok komik. Tanıdığım bütün fahişeler garsonluktan bin kat iyi diyor. Garsonluk dünyanın en kötü mesleği olmalı. İnanılmaz." diyor. Garsonluk, fahişeliğe tercih edilmeyecek bir meslek olarak algılınıyor Cookie adlı karakter tarafından. Bu durumu şablonlar çıkarmayı ve stereotip yaratmayı çok seven Amerikan sinemasının bir hatası ve bu hatayı farkeden Woody'nin itirazı olarak algılıyorum. Tüm konuşma metni aşağıda:

Woody- Cookie, sen tam bir sanatçısın. Dudaklarını Smithsonian'a koysalar yeridir.
Cookie-Biraz zorlandın. Beceremeyeceksin sandım.
Woody-Biraz odaklanma sorunum var. Ama sonunda doğru fantaziyi buldum. Altıncı caddede görüdüğüm bir kadını... Ve Svetlana Stalin'i beraber düşündüm. Şu diktatörün kızını. İşe yaradı.
Cookie- Bu haplar ne için?
Woody-Onlar mı? Bunalım.
Cookie-Niye bunalıyorsun?
Woody-Bunalıyorum. Sen hiç bunalmaz mısın? İşinden sıkıldığın olmaz mı?
Cookie-İşim iyidir. Garsonluk yapmaktan bin kat daha iyi.
Woody-Çok komik. Tanıdığım bütün fahişeler garsonluktan bin kat iyi diyor. Garsonluk dünyanın en kötü mesleği olmalı. İnanılmaz.
Cookie-Niye üzgünsün bakayım?
Woody-Manen iflas ettim. Bomboşum.
Cookie-Nasıl yani?
Woody-Korkuyorum. Ruhum yok. Anlıyor musun? Bak, gençken Lefty'i beklemek... Godot'yu beklemekten daha az korkutucuydu.
Cookie-Ben kaçırdım.
Woody-Evrenin parçalanmakta olduğunu biliyor musun? Karadelik nedir bilir misin?
Cookie-Elbette. Paramı onun sayesinde kazanıyorum.

25 Eylül 2010

Cemaatçi Rambo


Bu Rambo dünyanın birçok bölgesinde varlığını sürdüren The Brethren cemaati üyesi. Olabildiğince basit bir hayatı savunan cemaat üyeleri; motorlu taşıtlar, tv, sinema, alkol, sigara, kızartma gibi dünyevi zevklerden ellerini ayağını çekmek istemektedirler. Garth Jenings'in 2007 tarihli "Son of Rambow/Rambo'nun Oğlu" adlı filminden, facebookta hayranı olduğum Sundance Film Festival sayfası sayesinde haberim oldu. Robert Redford'un kişisel çabalarıyla hayata geçirilen Sundance Film Festival adını, aktörün oynadığı "Buthch Cassidy and the Sundance Kid/Sonsuz Ölüm) (1969) filminden alır. Her yıl dünyanın her yerinden indie filmler Utah'a gelir ve Oscar'a alternatif olan Sundance Bağımsız Film Festivali'nde yarışırlar. "Son of Rambow" da İngiltere menşeili, bu yarışmada yarışmış bir bağımsızdır. The Brethrens cemaati üyesi William Proudfoot (isme bak) adlı ufaklık, bir gün derste öğretmen televizyonu açınca, tv kendisine haram olduğu için, sınıf dışına çıkar. Aynı esnada yan sınıfın ve genelde okulun problem çocuğu Lee Carter da dersten atılmıştır. İkisi bir kazaya bulaşırlar ve soluğu idarede alırlar. Sonra aralarında bir bağ oluşur ve William kazara Carter'ın sinemada korsan çekim yaptığı Rambo filmini seyreder (film 80lerde geçiyor). Carter abisinin kamerasını araklayarak çekmeyi düşündüğü aksiyon filmindeki dublörlük işi için William'ı düşünmektedir. İki kafadar hoş bir amatör film çekme sürecine başlarlar. Bu arada aralarında oluşan kuvvetli bağı zedelemek işi Fransa'dan gelen değişim programı öğrencisi Didier'e düşecektir. Dostluk üzerine hoş bir çocuk filmi olarak değerlendirilebilir "Son of Rambow". Eskiden yılbaşı günleri TRT'de yayınlanan filmler gibi bir havası var. Hiçbir cemaatin hayalgücünün önünde duramayacağı da mesaj olarak filmde veriliyor. Amatör film çekme sevdası üzerine çekilmiş "Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak","İki Film Birden", "Zack and  Miri  Make a Porno/Garip Bir Aşk Öyküsü" gibi filmleri akla getiriyor. Eh işte!

Son of Rambow Trailer
Yükleyen levierge. - Filmler ve diziler Dailymotion'da

24 Eylül 2010

Kanal D'nin ayıbı

Geçenlerde kanallar arasında gezinirken tanıdık bir melodi çarptı kulağıma. Sergio Leone'nin veda filmi olan "Once Upon a Time in America/Bir Zamanlar Amerika"nın pan flütle çalınan muhteşem tema müziği.  Müziğin sahibi herkesin önünde saygıyla eğildiği müzisyen Ennio Morricone. Kanal D denen sığ kanal "Öyle Bir Geçer Zaman Ki" adlı sığ bir dizi çekmiş ve bu tema müziğini kullanıyor.  O kadar kulak tırmalıyor ve o kadar iğreti duruyor ki yani Zeki Demirkubuz bir "American Pie" çekse o kadar yakışmaz. Müzikleriyle öne çıkan filmler listemde yer vermiştim bu filme. Çok sevdiğim için çok tepki verdim bu Türkish esnaflığına. Mail attım ve tepkimi ortaya koydum. Hep kolaya kaçmak yerine zoru seçmeyi ne zaman başaracağız ülke olarak?

"I Killed My Mother" (2009)

"I Killed My Mother/Annemi Öldürdüm"ün en ilgi çekici özelliği bence yönetmeni Xavier Dolan'ın 20 Mart 1989 doğumlu olması. Orson Welles'in "Citizen Kane/Yurttaş Kane"i yönettiğinde 26 yaşında olmasıyla benzerlik kuruldu, Dolan'ın "I Killed My Mother"ı 20 yaşında yönetmesi ve Cannes'de SACD ödülü alması. Otobiyografik diyor filmi için Dolan. O halde 20 yılda korkunç şeyler yaşamış olmalı. Filmde 16 yaşında bir ergen Hubert. Eşcinsel. Annesiyle beraber yaşıyor. Annesinin çıldırtan ilgisizliği ve nefret edilebilir olması ise malum filmin en büyük kozu. Hubert yaklaştıkça annesi kaçıyor ve bir takım sinsi manevralarla Hubert'tan nefret ettiğinin ona hissettiriyor. Kısaca yaşamı cehenneme çeviriyor Hubert için. Hubert bir yerde "ben neden herkes gibi değilim" diyor. Sanırım bu pek de hoşlanmadığı farklı olma durumunun sebebi olarak annesini görüyor. Sürekli psikolojik şiddete maruz kalmış biri olarak mutsuz ve duyarsız biri olması gayet normal. Sahici annesi filmi izlediğinde bu ben değilim demiş, Dolan ise filmi izlerlerken çok eğlendiklerini ama orada gösterilen şeylerin gerçek olduğunu bildiğini söylüyor. Ben filmin kopardığı yaygarayı biraz abartılı buluyorum. 20 yaşında biri için evet çok iyi bir film ama yıllardır Almadovar'dan beklenen ama bir türlü gelmeyen başyapıt da değil. Ayrıca Hubert da zaman zaman en az annesi kadar antipatik oluyor.  

Alternatif anti-kahraman listem

John Ford'un 1956 tarihli "The Searchers/Çöl Aslanı"nı izlediniz mi? Anti-kahraman nedir sorusunun cevabı: bu filmde John Wayne'nin oynadığı Ethan Edwards karakterinin tam tersidir olmalı. Orada Edwards'ın kişiliğinde hiçbir yanlış bulamazsınız (aslında günümüzden bakınca ırkçı, ayrımcı gözüküyor ama film kurgusu içerisinde tökezleyen hiçbir yönü yoktur demek istiyorum). Batı anlatı dünyası Antik Yunan'dan beri kahraman yaratmayı sevdi ve hala bunu birçok sanat eserinde sürdürüyor. Türkiye'nin de dahil olduğu Doğu anlatı dünyası için de durum aynı. Üniversitedeyken okuduğumuz Christopher Marlowe eseri "Dr. Faust" ile başlayıp Viktorya dönemi İngiliz edebiyatıyla şekillenmeye başlayan anti-kahramanların doruk noktası bence Emily Bronte'nin "Wuthering Heights/Uğuldayan Tepeler" romanındaki Heatcliff karakteridir. Bu romanın bir iki sinema versiyonu da vardır. Orada da görüleceği üzerine Heathcliff, yani anti-kahraman, klasik kahramanın hiçbir açık vermeyen mükemmel mizacının aksine bazı kişisel kusurlara sahiptir. Bazen fiziksel kusurları da olabilir. Klasik kahramanın aksine çetrefilli işi gerçekleştirmek için isteksiz de olabilir. Kanun kaçağı, sapkın,şiddet eğilim sahibi olabilir; hırsızdır, kadın-çocuk-yaşlılara acımayabilir, faşist, şerefsiz olabilir. Sinemadaki en iyi anti-kahraman Travis Bickle'dır çoklarına göre. Tyler Durden'lar, Edward Scissorhands'ler, Hannibal Lecter'lar, Mad Max'ler, John Mclaine'ler, Dirty Harry'ler, İsimsiz Blondie'ler, Leon'lar, Gelin'ler  falan en bilinen anti-kahramanlardır. Bunlar benim de en sevdiğim anti-kahramanlardır. Geçtiğimizi günlerde tanıtımını yaptığım listverse.com sitesindeki en iyi 10 anti-kahraman listesine de bir göz atmanızı öneririm. Benim bu yazıda gerçekleştirmeyi düşündüğüm şey, başlıktan da anlaşılacağı üzere alternatif bir liste hazırlamak.

10- Alvin Straight (Richard Farnsworth)- "The Straight Story/Straight'in Hikayesi" (1999), David Lynch.
Aslında manyak ruhlu karakterler yaratmada usta olan David Lynch'in Alvin Straight'i bir anti-kahramanda olması gereken birçok özelliğe sahiptir. Arasının bozuk olduğu kardeşinin kötü olduğunu öğrenen Alvin Straight, yüzlerce km. ötedeki kardeşini görmeye bir çim makinesiyle gitmek ister ki yaşı buna hiç müsait değildir. Tankla, helikoptere dalan John Rambo'dan ne kadar farklı değil mi?

9- Jack Twist (Heath Ledger) - "Brokeback Mountain/Brokeback Dağı" (2005) Ang Lee.
Ethan Edwards'ın kemiklerini sızlatan bir film "Brokeback Mountain" ve bir karakter Jack (f**ing) Twist. Hani şu gey kovboyların filmi. Hiç aklında yokken dağa çıkıp gey olan ve bununla mücadele edip, yenik düşen Jack Twist'i çok ilginç (ve başarılı) bir anti-kahraman olarak değerlendiriyorum. Bu ezber bozucu filmin anti-kahramanı Jack bence en az Joker kadar başarılı bir performanstır. (Jack Nicholsun'un Joker'ini daha başarılı buluyorum bu arada).

8- Rupert Pupkin (Robert De Niro) - "The King of Comedy/Komedi Kralı" (1982) Martin Scorsese.
Zamanında filmle ilgili bir şeyler yazarken, isminin sürekli yanlış telafuz edildiğinden bahsetmiştim. Bu yazıyı yazarken ben de aynı hataya düştüm ve ismini yanlış yazdım. Filmde kendisini hafife alanlara yapığı gibi bana da mı esaslı bir ders verecek acaba? Rupert Pupkin bence unutulmaz bir anti-kahraman.

7- Bree (Felicity Huffman) - "Transamerica" (2005) Duncan Tucker.
Cinsiyet değiştirme ameliyatı için son hazırlıklarını yapan ve bunun için para biriktiren travesti Bree, yıllar önce yaşadığı bir gecelik ilişkiden bir oğlu olduğunu öğrenir. Üstelik oğlu hapistedir ve ondan yardım istemektedir. Gider ve oğlunu hapisten kurtarır. Oğlu onu kilise görevlisi bir misyoner zannetmektedir. New York'tan L.A'e araba yolculuğu başlar. Mükemmel bir yol filmidir "Transamerica". Yukarıda verdiğim kısa özetten de anlaşılacağı üzere Bree de su katılmamış bir anti-kahramandır. Jack Twist ve Bree'yi bu listeye almamdan dolayı homofobi yaptığım anlaşılmasın. Bu karakterlerin cinsel tercihleri hayatlarına ve de dolayısıyla filme inanılmaz bir yön veriyor ve hem karakterleri hem de filmleri unutulmaz kılıyor.

6- Johnny (David Thewlis) - "Naked/Çıplak" (1993) Mike Leigh.
Çok uzun zamandır bu anti-karaman yazısını yazmayı planladığım için "Naked" ile ilgili yazımda Johnny'den bahsetmiştim. Yüz kızartıcı bir suç işlemek gibi bir anti-kahraman ayırt edici özelliğe sahip Johnny. Kendisinde ahlam mahlak hak getire ama anti-kahraman işte na'parsın!

5- Kowalski (Barry Newman) - "Vanishing Point/Ölüm Noktası" (1971) Richard Sarafian.
Tarantino'nun "Death Proof/Ölüm Geçirmez"inde karakterlerden biri, Amerikan sinemasında çekilmiş en iyi film "Vanishing Point"tir der. Bu filmdeki Kowalski karakteri anlaşılmaz olduğu kadar saygı değerdir de ama suça bulaşmıştır. Kamu mallarına ve başkasının malına zarar vermek gibi kanunen ceza almasını gerektirecek eylemler yapar. Bu filmi izleyip de Kowalski'nin yanında yer almayacak bir insan düşünemiyorum. Eastwood da öyle hissetmiş olmalı.

4- Bennie (Warren Oates) - "Bring Me The Head of Alfredo Garcia/Bana Onun Kellesini Getirin" (1974) Sam Peckinpah.
Geçen ay bu filme değinmiş ve Bennie'yi gözüm kapalı en iyi anti-kahramanlar listeme sokarım demiştim. Uyurken bile güneş gözlüğünü çıkarmayan ve bir avuç dolar için ne şerefsizlikler yapan Bennie, bu adamda iyi bir şeyler olmalı düşüncesini filmin sonuna kadar seyircide canlı tutabiliyor. Anti-kahramanlık da bu olsa gerek.

3- Erika Kohut (Isabelle Huppert) - "Le Pianiste/Piyano Öğretmeni" (2001) Michael Haneke.
Erika'nın adı geçtiğinde, Well, well, well derdi bir Amerikan filmi karakteri. Nasıl anlatmalı ki? En rahatsız edici 20 film listemde yer alıyordu "Le Pianiste". Norman Bates alınmasın ama Erika da izlediğim en tuhaf karakterlerden biri. Bu tuhafın yanına manyak ve psikopat kelimelerini de ekleyebiliriz. Cinsel manyaklıklar en çok anti-kahramanlara gidiyor bana göre. Erika, hadi canım sen de diyebileceğiniz bir bayan. Haneke'nin hayal dünyasının en uç örneklerinden biri.

2- Robert Eroica Dupae (Jack Nicholson) - "Five Easy Pieces" (1970) Bob Rafelson.
Sen o kadar müzik dersleri al, parıltılı bir piyanist ol sonra da üst sınıf aileni bırak git inşaatlarda çalış. Sınıf atlamanın tersi için nasıl bir kelime grubu bulabiliriz acaba? Peki Robert'ı her şeyden nefret ettiren sebep neydi? Kendisini misogony 'den (kadından nefret etme) giderek misantrophy'ye (insanoğlundan nefret etme) sürükleyen şeyler üzerine bir şeyler söylemek iddiasında "Five Easy Pieces". Nicholson'ın zaten en iyi yaptığı şey anti-kahraman canlandırmak. 

1- Rıza (Rıza Akın) - "Rıza" (2007) Tayfun Pirselimoğlu. 
Ve oscar Rıza'ya gider..Ne zaman bu film gelse aklıma, filmden bir replik olan ve yazımın başlığında da kullandığım bu hayat hiç değişmeyecek cümlesi gelir aklıma. Rıza da suça bulaşıyor ve ahlaki düşüklük içerisinde. İpotek altında olan kamyonunu kurtarmak için her türlü anti-kahramanlığı deniyor. Ve her anti-kahramanda yaşadığımız gibi ondan nefret edemiyoruz.

Nefret ettiklerimiz için ileride yazacağım Unutulmaz 10 Şerefsiz Performansı adlı yazımı bekleyiniz. Bu yazıyı yazabilmek için Sam Peckinpah'ın "Pat Garrett and Billy the Kid" filminden feragat ettim. Yazıyı yazarken yaptığım sörfler esnasında karşılaştığım bir anti-kahraman daha var ki onu listeye almayı unutmuşum. Jüri özel ödülünü de Ali'ye gönderiyorum.

21 Eylül 2010

"Koker Üçlemesi": Nasıl becerebiliyor?

Önce "Taste of Cherry/Kirazın Tadı" ardından "Close-Up/Yakın Plan" şimdi de "Koker Üçlemesi"...Beş filmini izlediğim Abbas Kiarostami artık benim için gelmiş geçmiş en iyi yönetmenlerden biridir. Bu kadar etkili yaşama sevinci, insan sevgisi ve umut aşılayan başka bir yönetmen aklıma gelmiyor şu anda. Peki bunu nasıl beceriyor? İran devrimi gerçekleştiğinde Batıya kaçan aydınların aksine İran'ı terketmeyecek kadar, varoluşunu borçlu olduğu unsurları bu kadar tutkuyla seven bir insan becerebilir bunu ancak. Gündelik hayatta hiç de üzerinde durmayacağımız ufak ayrıntılardan öyle evrensel öyküler çıkarıyor ki hayran kalmamak elde değil. "Koker Üçlemesi" de tam da bu tanıma uygun üç başyapıt düzeyinde film. Filmlerin ortak noktası Türkiye sınırına yakın bir yer olan Koker'de geçmesi; ancak Kiarostami son iki film ve "Taste of Cherry"i yaşamın değerini anlatan bir üçleme olarak görüyor. Bu üç filmin yaşamın değerini konu ettiği gerçek fakat benim gibi hiç kimse "Koker Üçlemesi"nin inkarını inandırıcı bulmuyor.
"Where is the Friend's Home/Arkadaşımın Evi Nerede?" (1987)
Çocuk oyunculara başrol veren filmleri hep riskli bulmuşumdur ve onlara temkinle yaklaşmışımdır; ancak arşivimin en değerli filmlerinden biri olacağını hiç tahmin etmezdim "Where is the Friend's Home?"un. Film bir ilköğretim sınıfında açılıyor. Öğretmen ödevleri kontrol ediyor ve Muhammed Rıza adlı öğrenci kitabını kuzeninin evinde unuttuğu için öğretmenden azar işitiyor. Burada Rıza'nın bir ağlama sahnesi var ki 40 yıllık oyunculara taş çıkartır. Filmin kahramanı Ahmet yanlışlıkla Rıza'nın kitabını da eve getiriyor ve mutlaka ona geri vermeli diye düşünüyor. Rıza üçlemenin diğer filmlerinde de geçen Poşteh'te ikamet etmektedir ve Ahmet'in ne yapıp edip oraya ulaşması gerekmektedir. Bu bölümde Ahmet'in annesine laf anlatma daha doğrusu laf anlatamama sahnesi var ki bana göre kusursuz bir sinematografisi var. Bir kaç gün sonra yorumlayacağım "J'ai tue ma mere/Annemi Öldürdüm" adlı Fransız filmindeki anneden bile daha gıcık bir anne rolü var. Sonra Ahmet'in nefes kesici yolculuğu başlıyor ve yetişkinlerle çocukların çelişkisi çok hoş bir şekilde perdeye yansıtılıyor. Poşteh'teki yaşlı adam karakteri de unutulmaz bir karakter bence. O on dakikalık rolü boyunca neredeyse hayatın anlamını özetleyiveriyor. Karakterle bu kadar özdeşleşme yaptırabilen çok az film vardır. Ben sinemayla ilgileniyorum diyen herkesin mutlaka görmesi gereken bir film "Where is the Friend's Home?".


Filmin afişi zaten birçok şeyi anlatıyordur. Sizler benim düştüğüm hataya düşmeyin ve bu filmi "Where is the Friend's Home?"u izlemeden izlemeyin. Öyle yapsaydım bu filmi çok daha fazla severdim eminim. 1990 yılında meydan gelen büyük İran depreminde yaklaşık 40.000 kişi hayatını kaybetti. Ve deprem Koker yakınlarında meydana geldi. Bu filmi çekmeye eminim Kiarostami'nin niyeti yoktu fakat böyle büyük bir acıdan sonra mutlaka kendisini bir şeyler yapmak zorunda hissetti ve ortaya bu yarı belgesel yarı kurgusal film çıktı. Film içinde film tekniğini çok kullanır Kiarostami. Burada da kurgusal kahraman üç yıl önce çekilen "Where is the Friend's Home?"un yönetmeni ve Ahmet karakterini bulmak için oğlu ile birlikte arabasıyla Koker'e doğru gidiyor. Tabi yol üzerinde belgeselci gözüyle Kiarostami bize acıdan kareler gösteriyor. Fakat insanların gündemi hiç de öyle korkunç değil. Kimisi evlenme derdine düşmüş, kimisi tuvalet taşı satın alıyor, kimisi de o sırada oynanan Dünya Kupası telaşında. Kiarostami umut her zaman vardır ve hayat güzeldir mottosunu bu filme iyiden iyiye yedirmiş. Filmin adı: "Life, and Nothing More…/Ve Yaşam Sürüyor".

Bu filmi de mutlaka en son seyretmelisiniz. "Through the Olive Trees/Zeytin Ağaçlarının Altında", "Life, and Nothing More…"un çekim hikayesi fonunda mükemmel bir aşk hikayesini işliyor. Yine kurmaca bir yönetmen var, hatta onun Hanım Şiva adlı bir asistanı da var. Bu ikisi Koker'e doğru yola çıkarlar ve "Life, and Nothing More…"daki oyuncuların bulunması hikayesidir "Through the Olive Trees". Artık iyice büyümüş olan Ahmet de vardır bu oyuncular içerisinde. Film "Life, and Nothing More…"daki damat rolünü oynayan Hüseyin ve sevdiği kızın inanılmaz naif aşk öyküsüne yoğunlaşmaktadır asıl. Umut Hüseyin için de var mı acaba? Her halde hiçbir kelime, herhangi bir filmde; selam kelimesinin bu filmde geçtiği kadar geçmemiştir.
Tek kelimeyle mükemmel bir sinema örneği. Basit bir kamera ve amatör oyuncularla nasıl başyapıt çekilir Kiarostami bize gösteriyor bu filmde ve üçlemenin diğer filmlerinde.

16 Eylül 2010

"Children of Men" (2006)

Post-apokaliptik türde bir film olan "Children of Men/Son Umut" hiçbir zaman beni fazla heyecanlandırmadı ama mutlaka izlemeliyim diye düşündüm. 2027'ye doğru artık dünyada hiçbir kadın hamile kalamaz ve tam bir kaos ortamı yaşanmaktadır. Eski bir aktivist olan Theo, hamile bir kadını emin ellere teslim etmek gibi çok çetrefil bir işle kendisini görevlendirilmiş bulur. Özet verme faslını hiç sevmiyorum. Filmdeki aksiyon oranını eksik buldum. Yabancı düşmanlığı eleştirisini de çok derin bulmadım ama bazı etkileyici sahneler vardı. Mesela onca yıl sonra bebek gören hükümet güçleri ve mülteciler kısa bir zaman şok oluyorlar ve iki dakika geçmeden savaşmaya kaldıkları yerden devam ediyorlar. Bu sahne etkileyiciydi. İyi ama sıkıcı olan filmlerden biri. Örnek mi?

1- "Stealing Beauty/Çalınmış Güzellik"
2- "The Elephant Man/Fil Adam"
3- "Snatch./Kapışma"
4- "Paths of Glory/Zafer Yolu"
5- "The Village/Köy"
6- "The 39 Steps/39 Adım"
7- "Everything You Always Wanted to Know About Sex/Seks Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey"
8- "Edward Scissorhands/Edward Makaseller"
9- "The Rocky Horror Picture Show"
10- "Sevmek Zamanı"

Not: Bu listeyi yedi puan verdiğim filmler içerisinden seçtim.

13 Eylül 2010

S-BBBB

Yani Sevimli Bir Bağımsız Bahtsız Bedevi filmi...Bunların sevimli olmayanları için Oliver Stone işi "U-Turn/Kaybedenler"i veya Coenlerin "Blood Simple/Kansız"ı örnek verebiliriz. Kevin Smith'in (filmdeki Silent Bob karakteri) binbir fedakarlıkla ve zorluklarla çekmeyi başardığı bu sevimli bağımsız kısa zamanda külte dönüşmüş ve video raflarından en fazla çalınan film olmayı başarmıştır. 27.000 dolarla müziklerin telif hakları tutarının, filmin 26.000 dolar tutan masraflarını aşması da sinema tarihinde bir ilk olmuş (evet evet imdb trivia). Bu arada 1994 tarihli "Clerks./Tezgahtarlar"dan bahsediyoruz. "Stranger Than Paradise/Cennetten de Garip" de olduğu gibi, filmin siyah beyaz olması dışında hiçbir itirazım yok. İzlediğim en iyi komedi filmlerinden biri. Sürekli sürpriz servis etmesiyle "The Hangover/Felekten Bir Gece"ye benziyor. İçerisinde çok trajik olaylar ve oldukça müstechen bir dil barındırmasına rağmen insanı tedirgin etmeyen, yaşama sevinci sunan filmlerden biri olmayı başarmasını da ilginç buluyorum doğrusu.

12 Eylül 2010

Şark kurnazlığı


2007 tarihli Tarantino Rodriguez ortaklığında gerçekleşen "Grindhouse" projesi vardı hatırlarsanız. Neydi grindhouse? Grind=çıtırtı, house=ev...80li yıllarda biri karete biri de pespaye erotik film olmak üzere iki film oynatan sinemalara verilen addı grindhouse. Projeksiyondan gelen çıtırtı seslerinden esinlenerek bu ad verilmişti. Benim ilk gittiğim sinema da 86-87 yılında Ankara, Keçiören'de bu tarz bir sinemaydı. Bu ortak projede Tarantino "Death Proof/Ölüm Geçirmez", Rodriguez de "Planet Terror/Ölüm Gezegeni" adlı iki stilize edilmiş B filmi çektiler. Filmler Amerika'da beraber vizyona girdiler ama esnaf Türkiye'de ayrı ayrı vizyona girdiler. Gelenek yerini bulsun diye bu iki film arası için sahte fragmanlar çektiler. Bunlardan "Machete" o kadar beğenildi ki Rodriguez bu fragmanın filmini yapmaya karar verdi. Fragmanda Machete olarak gözüken kişi hakkında benim bir yazı yadığım Danny Trejo'ydu. Fragmana ve filme en çok ilgi çeken kişi Trejo olduğu için onun resminin yer aldığı bir afiş kullanılmalıydı. Aşağıdaki gibi. Ama esnaf Türkiye dağıtımcısı ne yaptı? Trejo'yu kimse tanımaz, Robert De Niro'nun olduğu (yukarıdaki) afişi kullanalalım dediler. Ayrıca filme adını veren machete de ustura değil bildiğiniz döner bıçağı. Bizim gibi bu işleri az çok takip eden kitleyi kandıramadılar ama cahil halkı kandırdılar. HAYIRlı olsun.

10 Eylül 2010

B€nd€ duygu$al filimleri felan sewiyorummmm : )

Bir sığ genç başlığı attım. Fakat Michael Caton-Jones'un "This Boy's Life/Bu Çocuğun Hayatı" (1993) hiç de sığ bir film değil. Amcamın oğlu Haydar'la "Inception/Başlangıç"ı izledikten sonra "DiCaprio'nun çok gençken iyi oynadığı bir film var neydi o?" diye sordu. Benim de aklıma Oscar adaylığı aldığı "What Is Eating Gilbert Grape/Gilbert'in Hayalleri" (1993) geldi. "Hayır hayır, baba bir aktörle oynadığı bir film var" dedi. İşte o film "What Is Eating Gilbert Grape"le aynı yıl çekilen "This Boy's Life"dı ve o baba aktör de Robert De Niro'ydu. Önümüzdeki günlerde "Unutulmaz Şerefsiz (Asshole) Performansları" adlı bir yazı yazacağım ve De Niro'nun bu filmdeki Dwight performansını o listeye ekleyeceğim. Bir rolü bu kadar itici kılmayı başarabilmek ancak De Niro gibi büyük sanatçıların gerçekleştirebileceği bir şey olsa gerek. Film 50li yıllarda geçiyor. Erkeklerden yana şansı pek yaver gitmeyen Caroline genç oğluyla maceradan maceraya akarken karşılarına asshole Dwight çıkar ve izdivaç gerçekleşir. Kendi komplekslerinin acısını Tobby'de (DiCaprio) çıkarmaya çalışan Dwight hayatı bu ikisine zindan eder. Kaybetmek, kaybetmek nereye kadar? Herkesin limitlerini açıkça sergileyen bu psikolojik dramı izlemediyseniz kaçırmayın derim. Sürükleyici film tanımına yüzde yüz uyuyor. Dönem filmlerine karşı olan mesafeli duruşum devam ediyor yalnız...

02 Eylül 2010

"This Is It" (2009)

Biliyorsunuz Türkiye'de kör ölür badem gözlü olur. Bunun en son örneğini İhsan Doğramacı'da yaşadık. İnzivaya çekilmeden önce o kadar eleştiriliyordu ki bütün sorunların kaynağı o zannederdiniz, öldükten sonra yıkama yağlamacılar müthiş bir performans sergilediler. MJ ile ilgili 27 Aralık 2008'de bir yazı yazmıştım. O yazıdaki video silinmiş maalesef ama şuradan bakabilirsiniz. Yani demek istediğim Michael Jackson'ı ölmeden övdüğüm için vicdanım rahat. Üç gün önce yeni oyuncağımı aldım. Samsung UE-40C6000 mkv formatını gösteren bir televizyon. Bu formatta film izlemek inanılmaz keyifli. 3D olayını bir dükkanda kısa bir süre denedim ve benim için olmazsa olmaz bir şey olmadığına karar verdim. Şu an itibarıyle 3D olmayan ve 40 inç olan en iyi televizyonda sanırım Samsung UE-40C6000. "This Is It/İşte Budur"u mkv formatında izledim. Michael Jockson'ı ölüme götüren provaların belgeseli. Çok da yeni bir şey vaad etmemesine rağmen Michael Jockson'ın o yaşta şaşırtıcı performansını görmek için izlenebilir. Yönetmeni de Kenny Ortega'ymış.