31 Temmuz 2011

"Do the Right Thing" (1989)

Bir sinemaseveren hemen bugün yapacağı en doğru şey "Do the Right Thing/Doğruyu Seç"i izlemek olacaktır. Hayatımda izlediğim en iyi filmlerden biri...Bir indie...Çok çarpıcı bir ırkçılık teşhiri olup aynı zamanda alabildiğine sevimli, sempatik bir film olmayı başarıyor. Barack Obama'nın eşiyle ilk randevusunda gittikleri film olarak ün yapmıştı. Amerika'nın günümüzdeki saldırgan politikalarında bir değişiklik olmadığını görünce filmin işe yaramadığı düşünülebilir ama bence o Obama'nın problemi. Filmi iyi okuyamamış demek ki..

Dört sene önce izlediğim muhteşem film "25th Hour/25. Saat"den (2002) sonra Spike Lee'nin filmlerini izlemem gerektiği düşüncesi sürekli aklımın bir köşesindeydi de anca vakit bulabildim. Bu arada vcd'den Türkçe dublajlı bir filmini daha izlemiştim. "The Inside Man/İçerideki Adam" (2006) Türkçe dublajdan ne kadar tat alınabilirse o kadar tat vermişti bana. Lee'nin en iyi filmi kabul edilen "Do the Right Thing" gerçekten dediğim gibi tam bir sinema olayı.

Brooklyn'de oldukça sıcak bir gün. Mahallenin sakinlerinin çok büyük bir bölümü siyahi, Hispanik Amerikalılar da mevcut. Dolayısıyla kimsenin durumu parlak değil. Ben şuna inanırım: ekonomik durum bozuksa sorun, bela kaçınılmaz olarak gelip seni bulacaktır. Bu mahalledeki insanların da ekonomik durumları çok kötü olduğu için kaos kaçınılmaz olarak yaklaşmaktadır. Olaylar Mookie'nin etrafında gelişir gibi gözükmektedir. Bizzat yönetmen Spike Lee tarafından canlandırılan Mookie karakteri; sorumsuz, rahat ama sempatik ve vicdan sahibi bir profile sahip. Mahalledeki tek beyaz olan İtalyan Sam'in pizza dükkanında pizza dağıtıcısı olarak çalışıyor. Sam'in iki oğlu var. Biri agresfi rollerde çok başarılı gözüken John Turturro'nun canlandırdığı Pino. Zencilerden nefret ediyor ve uyum içinde yaşamaya inancı yok. Diğeri de "Stranger Than Paradise/Cennetten de Garip"in unutulmaz Eddie'si Richard Edson'ın hayat verdiği Vito karakteri. Görece olarak saf ve iyi niyetli. Baba Sam karakteri de sürekli sövüp sayan biri olarak gözükse de uyum içinde yaşanılabileceğine inancı tam ve onun pizzalarıyla büyüyen mahalle halkını seviyor. Bir diğer siyahi olmayan karakter de Koreli bakkal. O da daha bir sene önce gelmesine rağmen iş yaptığı için mahallelinin tepkisini çekiyor. Aslında filmin tartışmasız bence en büyük başarısı onlarca irili ufaklı karakteri çok iyi işlemesi. Filmde iki üç dakika gözüken karakterler bile hikayeye çok önemli katkıda bulunuyorlar. Hiçbir karakter gereksiz değil. Ve dediğim gibi hepsi çok başarılı bir şekilde işleniyor. Bunda diyaloglardaki başarının önemi yadsınamaz. Unutulmaz diyaloglara sahip bir film.

(SPOILER) Filmin ırkçılığı çok iyi tahlil ettiğini düşünüyorum. Şunu belirtmem gerekir ki burada yazdıklarım veya filmde gerçekleşenler zencilerin dünyanın her yerinde en büyük ırkçı saldırılara maruz kaldıkları gerçeğini değiştirmiyor. Kendi adıma bir dünya vatandaşı olarak onlardan özür diliyorum. Spike Lee'nin "Do the Right Thing"de yaptığı takdire şayan şey ihaleyi bir guba yıkmamak oluyor. Irkçılığın her yerden gelebileceğini düşünüyor. Filmde kimse masum değil. Örneğin yangını çıkartan zeka özürlü biri. Yaşlı bir kadın olaylar başlayınca kendinden geçiyor. En sempatik Mookie, kendisini oğlu olarak kabul eden adamın dükkanının camını ilk indiren kişi olmuyor mu? Linçten zor bela kurtulan Koreli bakkal ölü bedene bile saldırmaya çalışmıyor mu? Herkes bir ucundan bu hengameye destek veriyor. Lise tarih kitaplarında yazdığı gibi bir Sırp milliyetçisinin Bosna-Hersek veliahtını öldürmesinin 1. Dünya Savaşı'nı başlatması misali, kimsenin ciddiye almadığı Buggin Out adlı karakterin düşünmeden gerçekleştirdiği bir eylem olayların fitilini ateşliyor. Yani herkes bir hareketin gelmesini bekliyormuş gibi. Spike Lee bu ruh halini bize teşhir etmek istiyor.  Yüzyıllar boyunca buraya nasıl gelindiğini, bir günde yaşanan gündelik olaylardan hareketle, bize kabak gibi gösteriyor.İşte sinemanın gücü dedirtebilecek bir film..


DO THE RIGHT THING: Movie Trailer. Watch more top selected videos about: Richard Edson, Spike Lee

30 Temmuz 2011

Özür dilerim video paylaştım


Normalde video paylaşmayı sevmem. Bana sıkıcı gelir ve biraz da kolaya kaçmak olarak algılarım video paylaşma olayını. Bazı blog yazarları sadece video paylaşarak işi götürüyorlar. Hiçbir emek vermeden, başkalarının hazırladığı bir materyali paylaşarak takdir görmeye çalışıyorlar. Bugün bu olayı ben de yapmak istedim ama ayıp olmasın diye bu paylaşımdan önce iki adet sinema yazısı yazdım. Yani yeterince emek verdiğim için kendimde bu hakkı görüyorum. Paylaşmak istediğim video da beni çok etkiledi. Fransız futbolcu Thiery Henry'nin Arsenal formasıyla attığı 226 golü 14 dakikaya sığdırmışlar. Bu kadar kısa bir sürede ne kadar büyük bir futbolcu olduğunu anlayabilirsiniz. Çok rezil bir fotoğrafını koydum ama bence yürüyen bir karizmadır Henry. Bana göre de gelmiş geçmiş en iyi golcülerden biridir, belki de birincisidir. Messi'yi artık farklı bir kategoride değerlendiriyorum. Onu artık bir sporcu olarak değil, dünyayı büyüleyen diğer büyük sanatçılardan biri gibi değerlendiriyorum. Bana futbol izlerken en çok yusuf yusuf duygusunu yaşatan futbolcudur Henry. 2000 yılı UEFA finalinde Arsenal formasıyla yaşattığı tedirginliği unutamam. Nasıl o maçta gol atamadı hala anlamış değilim. O sene Arsenal'deki ilk senesiydi. Devamındaysa hepimizin (tüm futbolseverlerin) bildiği o muhteşem performansı geldi. Tarihin en iyi takımlarında biriydi Henry'li Arsenal. Bazı İngiliz filmlerinde rastladığım Arsenal'e yönelik sıkıcı futbol eleştirisi onun döneminde tarihe gömüldü, çünkü o takımı seyretmek bir ayrıcalıktı. O takıma kişilik kazandıran en önemli unsur da Henry idi. Gol atınca sevinmezdi Henry. Dünya bu kadar acı dolu bir yerken bir gol attım diye sevinecek değilim diyerek gönülleri fetediyordu. Videoda da göreceksiniz bütün golleri estetik ve müthiş bir oyun zekasının ürünü. Gerçekten de oyun zekası olarak çok özel bir futbolcuydu Henry. Yani Mustafa Sarp, Caner Erkin, Mert Nobre gibi futbolcularda olmayan şey onda fazlasıyla vardı. Gençliğinde 100 metreci olduğu için çok da iyi bir atletti. Arsenal'den ayrılıp Barcelona'ya gitmesini herkes gibi ben de yadırgadım. Orada önemli katkıda bulundu, hatta o çok istediği Şampiyonlar Ligi kupasını da kazandı ama Arsenal'deki gibi bir efsane olamadı hiçbir zaman. Barcelona'da gol atınca sevinç gösterileri yapmaya da başladı. Gol attıktan sonra kameraya dönerek eliyle sırtında yazılı olan ismini göstermesine çok şaşırmıştım. Sanki koskoca Henry'nin ismini göstermeye ihtiyacı vardı. Yedek kalacak adam mıydı Henry? Sonra ver elini Amerika. Şimdiki Amerika kariyerine bakıyorum da bir kırmızı kart bile görmüş. 20 yaşından beri kırmızı kart görmüyordu. Umarım mutludur ama bana sanki bunalımdadır gibi geliyor. Düşler sahnesinin en önemli aktörlüğünden, Amerika gibi futbolun sinek ikili muamelesi gördüğü bir ülkeye gitmek..Unutmayacağız seni..

"Mr. Smith Goes to Washington" (1939)


Frank Capra'nın klasiği "Mr. Smith Goes to Washington/Bay Smith Washington'a Gidiyor" Imdb Top 250'nin 101. sırasında yer alıyor. Bu yüzden izledim filmi...Tesadüf eseri senatör olan ve de çok ideal bir adam olarak sunulmayan saf, taşralı Jeff Smith'in Washington'daki politik dejenerasyonla mücadelesi anlatılıyor. "Mr. Smith" aklıma birçok Kemal Sunal filmini getirdi. "Bekçiler Kralı"ndaki "Mr. Smith" etkisi bence çok farkedilir. "İyi Aile Çocuğu", "Gol Kralı", "100 Numaralı Adam" gibi filmlerde de Kemal Sunal, politik olmasa da bir takım bozukluklarla mücadele eden dürüst, sakar, beceriksiz adam rolündeydi. Çok saygı duyulan bir film "Mr. Smith". Gücünü evrensel ve avangard olmasından alıyor. Mr. Smith'in tek başına mücadele ettiği meclis, bugün bile, herhangi bir kapitalist ülke meclisinden farksız. Doğayı ve insani değerleri hiçe sayan politikalar her yerde. Mr. Smith'in karşı çıktığı baraj projesini alın bugün Türkiye'de planlanan yüzlerce HES projesine uyarlayın, arada çok fark göremeyeceksiniz. Film, bu yüzden zamanının ötesinde ve hemen hemen her yer böyle olduğu için evrensel. Filmdeki basın eleştirisi de keskin. Her zaman güçlünün yanında yer alan basın, 1939 Amerika'sında da yandaşmış. Bugün Zaman, Star, Taraf, Bugün, Yeni Şafak, Radikal vs. gibi gazetelerin atalarını "Mr. Smith Goes to Washington" filminde görebilirsiniz. Bence de film saygıyı hak ediyor. James Stewart'ı "Rear Window/Arka Pencere"den dolayı çok severim. Hatta bir dönem stewartj@mynet gibi bir mailim bile vardı. Alfred Hitchcock "Vertigo/Ölüm Korkusu" (1958) filminin ticari başarısızlığını James Stewart'ın yaşlı görüntüsüne bağlamıştı ve bir daha kendisiyle çalışmamıştı. Bu filmde de 31 yaşındaki Stewart'ı çok toy bir halde görünce nereden nereye demekten kendimi alamadım. Toy ama her zamanki gibi rolünün hakkını sonuna kadar veren bir performansı var Stewart'ın. İsminin neden her yerde Jean Arthur'dan sonra yazıldığını anlayamadım. Oysa filme ismini verecek kadar önemli bir rol Stewart'ınki. 

"Heathers" (1988)

Kaliteli indieler için arayışım devam ediyor. Michael Lehmann'ın "Heathers/Çılgın Kızlar"ını bu arayış kapsamında izledim ve sonuç yine tatmin edici. Aslında bugün izlediğim bir başka indie için hayatımda izlediğim en iyi filmlerden biri tanımını rahatlıkla kullanabilirim ama kronolojik sıraya dikkat etmem gerektiği için önce "Heathers"ı tanıtmam gerekiyor. Amerikan lise filmlerini hepimiz biliriz değil mi? Hiçbir zaman en çok tv izlenen saatlerde yayınlanmazlar. Hafta sonu gündüz kuşağında veya hafta içi geceyarısı kendilerine yer bulabilirler. Bazı klişe karakterleri vardır. Amerikan futbolu takımının abazan ruhlu erkekleri, cheerleader denilen aptal ponpon kızları, geek denilen iletişim özürlü kız veya erkekler, nerd denilen başarı müptelası kız veya erkekler, şerefsiz hocalar, çıkarcı müdürler vs. Bu filmlerde genelde Prom denilen yıl sonu balosu da yaklaşmaktadır. Herkes bir eş arayışı içerisindedir. Bu klişelerin hemen hemen hepsi "Heathers"da mevcut ama filmin artısı başarılı bir kara komedi oluşu. Kara komedi deyince birilerinin öldüğü akla gelecektir. Doğru. Liselim rolleri için çok uygun bir fiziği olan Winona Ryder'in canlandırdığı Veronica ile yine asi genç rolü için çok uygun bir fiziği olan Christian Slater'ın canlandırdığı JD'nin oynandığı Bonnie and Clyde oyunu nasıl sonuçlanacak acaba? Film klişe bir lise filmi gibi başlayıp evrile evrile bir kara komedi klasiğine dönüşüyor. Filmin afişinde yazan bir gün klasik olursa şaşırmayın cümlesi filmin karakterini çok iyi yansıtıyor. İddiasız, çok kimsenin farkında olmadığı bir film ama epeyce gizli hayranı var ve kitlelerce keşfedilmeyi bekliyor. Benim nazarımda filmin en büyük eksiği, suçluların suç mahalinde parmak izi bırakmayı önemsememeleri. Bazı filmlerde görürüz. O kadar çok parmak izi bırakıp da nasıl yakalanmazlar. Benim gibi bu tür ufak ayrıntılara önem veren cinsler var işte.. 

28 Temmuz 2011

"Teslimiyet" (2009)

Bu toplumda travesti kadar ötekileştirilmiş, başına her an bir şey gelme ihtimali bu kadar yüksek olan bir insan çeşidi var mıdır acaba? Toplumun yüzleşmekten korktuğu, hep hasıraltı ettiği sorunların başında gelir travestilerin sorunları; çünkü genel ikiyüzlü algı; bu insanların günahkar, hedonist, kötü niyetli kişiler olduğu yönündedir. Medyaya yansıyan ve içinde travesti öznesi bulunan haberler hep şiddet sosuyla servis edilir. 14 yaşındayken garson olarak çalışıyordum. Bir işyerine yanlış sipariş götürmüştüm. Orada bulunan travesti bana öyle kızmıştı ki, öyle çok korkmuştum ki anlatamam. Büyük şehirlerde yaşayanlar çokça rastlamışlardır böyle agresif travestilere. Çünkü belirttiğim gibi hayatları hep bir mücadele şeklinde geçer. İkinci Dünya Savaşını yaşayanlar gibi. Emre Yalgın'ın ilk filmi "Teslimiyet"in başrolündeki travestilerin hayatları da hep acılarla dolu. Bazı yorumlarda başrolünde bir travestinin olduğu ilk Türk filmi diye anılıyor "Teslimiyet". Başroldeki kişinin gerçekten de travesti olduğu kastediliyorsa bu tanım doğru sayılabilir. Bülent Ersoy'un ameliyat olmadan hemen önce oynadığı filmler var gerçi. Bir de Orhan Oğuz'un 1992'de yönettiği "Dönersen Islık Çal" filmi var.  Bu filmin başrolünde de bir travesti vardı ve Fikret Kuşkan canlandırmıştı bu rolü. Ondan daha önce Müjde Ar'ın bir hermafroditi canlandırdığı "Caniko" (1975) adlı bir film var. Travestilerin bu kadar gerçekçi ele alındığı bir film olmadığı kesin ama. Tarlabaşı'nda geçiyor film. O yaşa kadar hetero yaşamış Gökhan Tarlabaşı'ndan ev tutuyor. Kız arkadaşı kendisini saçma sapan bir şekilde terk ediyor. İlk başlarda kendisiyle dalga geçen travesti komşularından birisiyle bir yakınlaşma yaşıyor. Acaba bu aşk imkanlı mı imkansız mı? Film teknik anlamda eleştirilebilir. Bana göre de bazı kusurları var. Ben kendi adıma çok çok iyi bir film diyemem "Teslimiyet" için (bence iyi bir film) ama filmin çok cesaretli olduğunu kimse inkar edemez. Üzerine kapanacak kapıları bile bile bu filmi çekmek bir özveri işi. Öyle de oldu zaten. Bazı ödüller almasına rağmen kimsenin haberdar olmadığı bir film "Teslimiyet". Kendi adıma hiç tanımadığım bir dünyayı bana gösterdiği için filmi izlediğimden dolayı mutluyum. Film izleyenlere çok tuhaf, tarif edilemez duygu çeşitliliği yaşatıyor. Bu tür bir çeşitliliğe hazırsanız izleyebilirsiniz.      


25 Temmuz 2011

"Grave of the Fireflies" (1988)

Bir sene içerisinde Imdb Top 250'deki bütün filmleri izleme projesinin bir faaliyeti olarak izledim "Grave of the Fireflies/Ateşböceklerinin Mezarı"nı. Yönetmen Isao Takahata (?). Filmde; Japonya, İkinci Dünya Savaşı sonunda bombalanırken, iki kardeşin verdiği yaşam mücadelesi anlatılıyor. Anne ve babasını kaybeden iki kardeş açlıkla ve yoksullukla mücadele ediyorlar. Filmi izlemeden önce okuduğum yorumlarda, filmin çok acıklı, ağlatan cinsten bir film olduğu vurgulanıyordu. Ben o etkiyi hissetmedim. Sürükleyici, duyarlı, yer yer sevimli bir film ama son tahlilde "Grave of the Fireflies" da Imdb Top 250'ide nasıl yer bulabildiğine anlam veremediğim filmlerden biri oldu benim için. Filmin acıklı sonu başlarda seyirciye açıklanıyor. Bu da olay örgüsünü olumsuz etkiliyor ve umulan vicdan muhasebesi işlemiyor. Veya ben çok duyarsız bir insanım. Belki sizlerde beklenen etki oluşacaktır. Listede izlemediğim 45 film var. Listede bu filmden geride de "Mr. Smith Goes to Washington/Bay Smith Washington'a Gidiyor" var. Bir tane Harry Potter ilk yüzde ama o oralarda kalmayacaktır, gerileyecektir. "Mr. Smith"i en yakın zamanda izleyeceğim. Benim en sevdiğim film olan "Rear Window/Arka Pencere"nin yıldızı James Stewart'ın oynadığı bir film olduğu için artı bir motivasyonla izleyeceğim filmi.

24 Temmuz 2011

Elveda sinema

Elbette ki sinema sanatıyla vedalaşmıyorum. Yedi yıldır abonesi olduğum Sinema dergisiyle vedalaşıyorum. Onun yerine artık Altyazı dergisini takip edeceğim. Altyazı'yı Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi çıkarırken, Sinema'yı Turkuvaz dergi grubu çıkarıyor. Bu grub Çalık Holding'e ait. Başbakanın kankası olduğu için kılını kıpırdatmadan ATV ve Sabah grubuna sahip olan Ahmet Çalık'a yani. Benim kararımda bu alicengiz oyununun etkisi yok denecek kadar az. Aslında iki sene öncesine kadar ayda iki dergi okuyabiliyordum. Bu dergiler de Sinema ve futbol dergisi Four Four Two olurdu; fakat artık daha çok kitap okuduğum için iki dergiye zamanım yetmiyor. Bir de benim duygu ve düşünce dünyamda hiçbir değişikliğe sebep olmayacak f**king popüler filmleri izlememe kararım beni Sinema dergisiyle vedalaşma kararına itti; çünkü Sinema dergisi bu tarz filmlere çok fazla sayfa ayırıyor. En son sayılarında Transformers'a 10 sayfa ayırmışlar örneğin. O 10 sayfayı okusam ne olur okumasam ne olur. Eskisinden daha donanımlı bir insan olur muyum? Hayır. Tv dizilerine de sayfa ayırıyor, yeni çıkan popüler dvdlere de. Adı da zaten bir dönem Popüler Sinema idi. 2008 krizinden önce film posterleri de veriyorlardı. Ama hep o ay vizyona girecek olan bir popcorn filminin. Kaç kere mail attım biraz da klasik filmlerin afişlerini verin diye ama cevap yazan bile olmadı. Altyazı ise benim peşinde olduğum film gibi filmlerin tanıtımını yapıyor. Nedir bu tanımdan kastım? Sinemayı bir eğlence aracı olarak değil de bir sanat dalı olarak algılayan filmler. Elbette popüler filmler içerisinde çok iyi olan yapımlar varsa yine haberim olacaktır. Altyazı vizyona giren tüm filmlerden kısa kısa da olsa bahsediyor. 
Bu yazıyla Sinema dergisine haksızlık etmek istemem. Haklarını da teslim etmem lazım. Benim sinemasever olmam da Sinema'ya aslan payı düşüyor. Dergi sayesinde sayısız iyi filmden, iyi yönetmenden, iyi performanstan haberim oldu. Üç senedir yazdığım bu blogda bile sayısız referansı var derginin. Umarım hep var olurlar ama ben artık farklı şeyler okumak, farklı şeyler izlemek istiyorum. Koskoca bir (hatta iki) sayısını, Amerikanizmin en baba şov alanı olan Oscar törenlerine ayıran bir dergi okumak istemiyorum. Benim zihnimi meşgul edecek film veya yazılar tüketmek istiyorum. Altyazı ve Mithat Alam Film Merkezi umarım bu misyonu yerine getireceklerdir. Elveda Sinema.

21 Temmuz 2011

"Lola Rennt"i tekrar izlemek

Blogda birilerine film tavsiye etmeyi seviyorum; fakat bir arkadaş hadi bi film izleyelim, sen bu işlerden anlarsın dediği zaman, film tavsiye etmesini sevmiyorum. O kişinin öncelikleri, estetik kaygıları, iyi bir filmden ne anladığı, entellektüel bilgi birikimi hakkında çok fazla bilgi sahibi olamadığım için bu tür etkinliklerden mümkün olduğu kadar uzak durmak niyetindeyim. İnsanlara iyi bir film izleyeceğimiz vaadinde bulunmak sonra da o insanın bu etkinlikten sıkılması çok sevimsiz bir durum. Tom Tykwer'in "Lola Rennt/Koş Lola Koş"unda da (1998) benim başıma gelenler bu sevimsiz durumdan farklı bir şey değil. Beş sene önce seyrettiğim ve o zamanlar imdb Top 250'de yer alan "Lola Rennt", fazlasıyla ilgimi çekmişti ve zekice kurgulanmış senaryosuyla takdirimi kazanmıştı. Arkadaşım benden beraber film izlemek üzere bir tavsiye talebinde bulununca "Lola Rennt"i hem kısa olması hem de ilgi çekici, tempolu bir film olması dolayısıyla tereddütsüzce tavsiye ettim. Ama pişman oldum. İlgisini çekmedi. Ben de filmin sürprizini bildiğim için ilk izlediğimdeki etkiyi hissetmedim. Tıpkı Hitchcock'un "Psycho/Sapık" ve "Rear Window/Arka Pencere"sini ilk izlediğinizdeki etkiyi bir daha asla yakalayamamanız gibi. İlk defa izleyecekler üzerinde özgün, kaliteli bir film etkisi bırakacak olan "Lola Rennt", filmi tekrar izleyenler üzerinde aynı etkiyi asla bırakamayacaktır. Bu arada bu yazıyı dinamit gibi bir içki olan Bacardi eşliğinde yazdım. Bak onu tavsiye ederim işte...

19 Temmuz 2011

"Bizim Büyük Çaresizliğimiz" (2011)

İlk filmi "Tatil Kitabı"ndan (2008) sonra Barış Bıçakçı'nın aynı adlı romanını sinemaya uyarlayan Seyfi Teoman, anlaşılan bir festival yönetmeni olmaya kararlı. Çok güzel. Umarım popülizm batağına saplanmak zorunda kalmaz ve bunlar gibi nice nitelikli filmler çeker. Sıkı takipçisiyim bundan sonra. BBÇ, Berlin, Cannes, Nürnberg gibi prestijli festivallere kabul edilen ve bazılarından ödülle dönen bir film. Ama haberimiz yok değil mi? Bursa'da; hem karıyı hem kocayı cennet vaadiyle düdükleyen hocadan, Hilal Cebeci'den, İbrahim Akın'dan haberimiz var ama BBÇ'den haberimiz yok.
Afişten üçlü bir aşk seziliyor. Yaşları 35'ten fazla olan Ender ve Çetin, liseden beri hayalleri olan aynı evde yaşama olayını gerçekleştirmeye başlarlar ama bu gizemli, sıradışı (!!??) dostluğu bir kadın (19-20) zedeleyecektir. LPG'nin motorların çalışma prensibini bozması misali Nihal de rayında giden bu gizemli, sıradışı (!!??) dostluğu rayından çıkartıyor. Hetero oldukları vurgulanan bu iki erkeğin neden kadınsız bir yaşamı tercih ettikleri gizemli bir durum. Gizli eşcinsellik de vurgulanmış olabilir veya kadının sürekli sorun yaratan unsur olduğu mesajı da alttan alta verilmek istenmiş olabilir. O açıdan düşünüldüğünde filmin kadın düşmanı tezler barındırdığı söylenebilir. Veya tam tersi bir durum da akla gelebilir. Burada iki erkek karakterin çaresizliğine vurgu olduğu öne çıkarılabilir. Kadınlarla düzgün bir ilişki kuramadıkları için erkek öküzümtraklığı teşhir ediliyor diye de fikir öne sürülebilir. Ben bu ikincisine biraz daha yakınım sanki. Sonuçta bu ve benzeri alt metin okumalarına oldukça müsait, nitelikli bir film var elimizde. Benim gibi Ankara'da yaşamayı sevmeyen ama Ankara'da geçen filmleri seven biriyseniz sizi tatmin edecek fazlasıyla görsel malzeme de var. Oyunculuklar çok çok inandırıcı. Diyaloglar da öyle. Eli yüzü düzgün, nitelikli bir film BBÇ. Romanı okuyanlar filmin romanda anlatılanları yansıtmakta zayıf kaldığını düşünüyorlar. Benim gibi romanı okumadan filmi izleyenler de genelde filmi beğeniyorlar. Kesinlikle tavsiye ederim.


Bizim Büyük Çaresizliğimiz [Fragman]   PoeTiCaL_DeMoN 

18 Temmuz 2011

Vampires suck!

Bu vampirler gerçekten beni baydı artık. 2010 yılında Vampires Suck adında bir film vizyona girmişti. O filmi izlemedim ben. Bu yazıda bahsedeceğim film ismiyle hislerim tercüman olan "Vampires Suck" filmi değil, 2008 İsveç yapımı "Lat den ratte komma in/Gir Kanıma". Yönetmeni Tomas Alfredson. Bu filmi izlememin sebebi Sinema dergisi yazarlarının seçtiği Milenyumun en iyi 15 filmi arasında olması. Bu listeyi öğrendiğim zaman listedeki izlemediğim tek film olan bu filmi izlemeyi istemiştim. Vampirler popüler kültürün çok sevdiği ikonlardan. Bu filmin Imdb Top 250'de yer almasını da ergenlerin vampirleri çok sevmesine bağlıyorum.     Ben de üniversiteye giderken vampirleri kültleştiren roman olan Bram Stoker'ın Dracula adlı romanını okumuş ve çok beğenmiştim. Sonrasındaysa birçok vampir filmi izledim. Bende iz bırakan vampir filmleri Francis Ford Coppola'nın "Dracula" (1992) uyarlaması ve Neil Jordan'ın "Interview with the Vampire: The Vampire Chronicles/Vampirle Görüşme"si olmuştu. Artık bu vampir filmleri beni heyecanlandırmıyor. "Lat den ratte komma in"de de öyle oldu. Gerçi film, İsveç kasabalarında geçen ilgi çekici sekanslarla doluydu ama sonuçta bir vampir filmiydi. Hikayeyi ve kuralları biliyorsunuz. Dracula'yı beğenmiş olmamdan mıdır bilemiyorum ama bana vicdan sahibi vampirler daha bir sıkıcı geliyor. Bu filmdeki kız çocuğu da kan emiyor ama vicdan sahibi bir yaratık ve bir duyarlılığa sahip. Aşk da servis edilmiş ki ardına bakmadan koşacaksın. Filmin bitmesine 10 dakika var ve ben hala nasıl biteceğini merak etmiyorum. Çok da yavan bir şekilde bitti zaten. Eleştirmenlere saygım sonsuz ama kendileriyle fikir birliğine varamadığımız bir film oldu benim için "Lat den ratte komma in".

16 Temmuz 2011

Bunu, bunu, bunu alın dışarıya bunu!

Son zamanlarda arkadaşlarım arasında en çok yaptığımız klişe espri bunu, bunu, bunu alın dışarıya bunu esprisiydi. Ben de Hong Kong'lu yönetmen Fruit Chan'ın "Dumplings/Mantı" (2004) filmini izledikten sonra Fruit Chan için bu iyi değil, bunu alın dışarıya diye içimden geçirdim. Nasıl böyle bir şey hayal ettin be adam! Psikopat bir film. Aslında ben bu filmi izlemiştim. 2005 yılında gösterime giren "Three...Extremes/Üç Aşırı" adlı bir uzakdoğu korku kolaj çalışması vardır. Bu kolaj çalışmasındaki en etkileyici bölüm Chan'ın 30 dakikalık "Dumplings" bölümüydü. Asya Korku Sineması adlı kitapta "Dumplings"in aslında uzun metraj bir film olduğunu öğrenince izlemek istedim. Gençleşmek için özel bir mantı yiyen bir kadının öyküsü. Mantı neden yapılıyor söylemek istemiyorum. Mideniz çok sağlamsa indirin, izleyin. Allah belanızı versin başlığıyla yorumladığım filmle beraber, izlediğim en rahatsız edici filmlerden biri. Fakat şu da var ki "Dumplings"in iyi bir film olduğunu inkar edemem. İnsanın güzelleşmek, gençleşmek veya istediği bir şey için ne kadar gaddar olabileceğini bize hatırlatıyor. Ve bunu çok etkili yapıyor. İyi uzakdoğu korkularının benim için en büyük artılarından olan tekinsiz atmosfer yaratımında da çok başarılı. Gıcık olduğum uzakdoğu mizahını da görmeseydik, film daha da etkili olurdu benim nazarımda.

"Asya Korku Sineması"

Uzakdoğu korku sineması favori sinemalarımdandır. Adamların rahatsızlıkları yaratıcı eserler çıkarmalarını sağlıyor. Okuduğum son kitap Andy Richards'ın Asya Korku Sineması adlı kitabı. Bilgilendirici, yol gösterici, pratik bir kitap. Çevirisi de çok iyi. Bazı kitaplar vardır, kelime kelime çeviri yapıldığı için okuması rahat değildir. Bu çeviri öyle değil. Önceden uzakdoğudan bir korku seyretmek istediğim zaman tanıdığım yönetmenlerin imdb puanlarına bakar, öyle film seçerdim. Bu kitap sayesinde bayağı bir film not ettim izlemek için. Hatta birazdan bir tane izleyeceğim. Meraklılarına kitabı tavsiye ederim.

15 Temmuz 2011

"Üç Arkadaş" (1958) ve en sevdiğim on Türk filmi

Garez'lerle ilgili yazımda bahsetmiştim: sinema tarihinde aynı yönetmen tarafından iki kere çekilmiş film olarak bir Hitchcock'un "The Man Who Knew Too Much/Çok Şey Bilen Adam"larını bir de Memduh Ün'ün "Üç Arkadaş"larını biliyorum diye. Sinan Çetin denen soytarının bir de tv yorumu çektiğini öğrendim ama televizyon için çekilen filmleri sinema olarak kabul etmiyorum. Çook uzun yıllardır izlemek istediğim 1958 yılı versiyonunu youtube'da bulunca hemen izledim. 1971 versiyonunu televizyonda çok izlemiştim. Okuduğum kitaplarda sürekli övgüye boğulan ilk versiyon, birçok ankette en iyi Türk filmlerinden biri olarak karşıma çıkıyordu. Agah Özgüç'ün Türk Filmleri Sözlüğü'nden alıntılıyorum: Sevgi dayanışmasıyla, şiirsel anlatımıyla Türk sinemasınında yeni bir dönemi başlatan film. Buna karşılık Basın-Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğü Cannes Film Festivali'ne katılmasına izin vermedi. Türk sinemasında yeni bir dönem açtığı bir gerçek. Arzu filmin halk sinemasına kadar giden; sıcak, samimi insan hikayelerinin prototipi sayılabilir. Fakat günümüzden bakınca birçok eksikliği olduğu gözlerden kaçmıyor. Benim izlediğim kayıttan mıdır bilmiyorum filmde hiçbir şeyi doğru dürüst seçemedim. Işıklandırma çok kötüydü. Oysa o yılların İstanbul'undan çok ilginç sekanslar barındırıyor film. İnşaat halindeki Hilton otelini görebiliyoruz örneğin. 1971 versiyonunun ve Türk filmlerinin yüzde 90'ının muzdarip olduğu inandırıcılık sorunu orada öylece duruyor. İlla bir seçim yapılacaksa ben 1958 versiyonuna saygı duymakla beraber ben 1971 versiyonunu tercih ederim. Bu filmi internette aramayı neden aklından geçirdin derseniz, uzmantv.com'da rastgeldiğim bir video yüzünden. Bu videoda Atilla Dorsay Türk sinemasının en iyi beş filmini seçiyordu:
1- "Susuz Yaz", 2-"Üç Arkadaş", 3-"Uzak", 4-"Vesikalı Yarım", 5-"Yol"

Bu filmlerden bir tek "Susuz Yaz"ı izleyemedim. Benim listemi aşağıda bulacaksınız. Bu listeyi yapmadan önce üşenmeden Özgüç'ün Türk Filmleri Sözlüğü kitabını açtım ve kaç Türk filmi izlediğimi saydım. 1917'den beri yaklaşık 4000 adet Türk filmi çekildiği düşünülüyor. Ben bunlardan 1000 tanesini izlemişimdir diye düşünüyordum ama yaklaşık 350 tanesini izlemişim. Bazı filmeleri iki, üç, dört...on kere izlediğim için böyle bir yanlgıya düşmüş olmalıyım. Bu 350 film içerisinde benim en sevdiğim on film alfabetik sırayla şöyle:

"Canım Kardeşim", Ertem Eğilmez, 1973.
İştah açıcı sahnelerimde hakkında yazı yazmıştım. Naiflikte sınırları zorlayan, üst düzey bir sanat şaheseri.

"Her Şey Çok Güzel Olacak", Ömer Vargı, 1998.
Bana hiçbir zaman samimi gelmeyen Cem Yılmaz'ın en sevdiğim performansı. Bak yine onunla andık filmi. Oysa filmin sahibi Ömer Vargı. Bayılırım kaliteli suç komedilerine.

"Masumiyet/Kader", Zeki Demirkubuz, 1997,2006.
Yine bir esnafnık yapıyorum ve iki filmi bir maddede gösteriyorum. Her zaman insanın içindeki kötülüğün peşinde olan Demirkubuz bu filmlerde aradığını bulmuş ve gösteriyor.

"Otobüs", Tunç Okan, 1976.
Çok etkileyici bir insan dramı daha. İsviçre'nin ortasına bırakılan Anadolu köylüsü sanki pas hatası yapmış Xavi gibi..

"Sarı Mersedes", Tunç Okan, 1992.
Topu topu üç filmi olan Okan'ın iki filminin bu listeye girmesi ilginç olmuş. Çok ilginç bir insan dramı, sürükleyici bir yol hikayesi, fetiş bir araba...Bunlar beni çok cezbediyor.

"Sonbahar", Özcan Alper, 2008.
Alfabetik sıra yapmasaydım büyük ihtimalle bir numara bu olurdu. Nakavt eden bir film.

"Tabutta Rövaşata", Derviş Zaim, 1996.
Yazımdaki tanım çok hoşuma gitti, tekrarlıyorum. Sınıfa giren öğretmenin eline tutuşturulan Yaramazlar listesinin en üstünde yer alan bir film..

"Uzak", Nuri Bilge Ceylan, 2002.
Katıksız bir başyapıt. Sinemada, visidide, bilgisayarda, tvde her yerde izledim ve hep aynı duygusal fırtınaya maruz kaldım.  ...na koduğumun faresi..

"Vavien", Taylan Biraderler, 2009.
Bir Türk filminden Coen kardeşler tadı alabildiysem elbette ki listeme koyacaktım o filmi.

"11'e 10 Kala", Pelin Esmer, 2009.
Tutkuyla bir işin peşinden giden insanları çok takdir ederim. Bu filmdeki yaşlı adamın yaptığı da bu. Büyüleyici bir film benim için. İnsanların yüzde sekseninin sıkılacağı, sonunu getiremeyeceği garanti ama.

14 Temmuz 2011

"The Kids Are All Right" (2010)

Eskiden bir milyon tane köşe yazarını takip ederdim. Artık bu çabadan sıkıldığım için sınırlı sayıda köşe yazarını takip ediyorum. Akşam yazarı Oray Eğin de bunlardan biri. Kendisi birçok kişiye antipatik gelir. Üç beş sene evvel jüri olarak katıldığı bir yarışmada kullandığı bozuk şive bunda etkendir. Dedikoduyu sevmesi de. Fakat ancak saygı duyulacak bir bilgi birikimi ve bu birikimi aktarma tarzı var. Onun yazılarında iki kere geçtiği için izlemek istedim "The Kids Are All Right/İki Kadın Bir Erkek"i. O yazıda Amerika'da nikahsız yaşayan çift sayısının ilk defa nikahlı yaşayan çift sayısını geçtiğinden bahsediyordu. Aile kavramının önümüzdeki 10-20 yılda çok sorgulanacağını söylüyordu. Ben de öyle düşünüyorum. Belki o kadar yakın olmayabilir ama ileride evlilik ve aileye bakış açısının çok farklı olacağından adım gibi eminim. Bu yüzden çok ilginç bir film TKAAR. Daha önce hiç düşünülmemiş bir hikaye. Lezbiyen çiftin sperm bankası yoluyla iki çocuğu var. İki çocuk da aynı babadan. Günün birinde çocuklar biyolojik babalarıyla tanışmak istiyorlar. İlk başlarda her şey yolunda gözükürken sonrasında tren raydan çıkıyor. Filmin adıyla ilgili yine sorunlarım var. "İki Kadın Bir Erkek" sanki bir adamın karısını aldatma hikayesi gibi algılanabilir. Oysa bir kadın karısını bir adamla aldatıyor. Bu garip sarmalın başlıkta hissettirilmesi lazımdı. Önerin nedir diye sorarsanız çok düşünmedim ama bunları düşünen bir ekip var, onların işi. Her şeyde olduğu gibi burada da ticari kaygı öne çıkıyor ve muhafazakar seyirciyi ürkütmemek adına esnaf bir başlık bulunuyor film için. Filmin yönetmeni Lisa Cholodenko da çocuklu bir lezbiyen birlikteliği olan bir insan. Çok iyi bildiği bir hayatı anlatmayı tercih etmiş yani. Oyuncular da çok başarılı. En sevdiğim kadın oyunculardan olan Julianne Moore'u, birçok ödül töreninde bulunan Annette Bening'den daha başarılı buldum ben. Ezik karakteri oynamak baskın karakteri oynamaktan daha zor olsa gerek. Baskın karakterin ruh halini abartılı hareket ve söylemlerle yansıtabilirsiniz ama ezik karakterin ruh hali için daha az dikkat çekerek bunu yapmanız lazım. Bu da daha zor olsa gerek. Moore da filmin her anında bunu hakkıyla yapıyor. Bening'in performansını da beğendim tekrar belirtmek isterim. Özellikle yemek sahneleri ve bu sahnelerde geçen diyaloglar çok başarılı. Filmin zaten senorayo olarak çok özgün ve bugüne kadar denenmemiş şeyleri denediği gayet açık. Bu filmi izledikten sonra herkesin bildiği ama söylemediği bir şeyi yine fark ettim. O da kadın eşcinselliğinin erkek eşcinselliği kadar ciddiye alınmadığı...Kadın eşcinselliği, Türkiye toplumu gibi muhafakar bir toplumun sinemasında hem de 60lı yıllarda bile kendisini yer bulabiliyorken ("Haremde Dört Kadın", Halit Refiğ, 1965), erkek eşcinselliği geyik muhabbeti dışında yeni yeni kendisine yer bulmaya başlayabiliyor. Ana akım porno filmlerde lezbiyen sahnesine çok kolay rastlayabiliyorken, iki erkeğin sahnesine uyarı olmadan rastlayamazsınız. Nereden biliyorsun derseniz, sosyolojik gözlem amaçlı bu filmlerden izlemişliğim oldu Zekeriya Beyaz hocaefendi gibi. Lütfen samimi olun eşcinsel deyince aklınaza önce bir erkek gay mi yoksa lezbiyen mi geliyor? Elbette ki erkek gay geliyor. Film de bence bu gözlemi belki de farkında olmadan yapmış. Moore'un canlandırdığı Jules karakteri de lezbiyenlikten çok kolay vazgeçebiliyor. Benzer bir durumun yaşandığı mükemmel ötesi bir film biliyorum. Etoore Scala'nın "Una giornata particolare/Özel Bir Gün" (1977) adlı filminde 1930larda Mussolini ve Hitler'in ilk buluşma gününe gidiyoruz. Faşist kocası ve apartmandaki herkes bu olaya tanık olmak için ayrılırlar. Dört çocuklu ev kadını ve eşcinsel yazar hariç. Bu ikisi arasında başlayan diyalog, cinsel ilişkiyle sonuçlanır TKAAR'da olduğu gibi. Ama film hayat, toplum, kadın erkek rolleri üzerine olağanüstü güzel çıkarımlar yapar. İzlediğim en iyi faşizm eleştirilerinden biriydi. Gerçekten müthiş bir filmdi "Una giornata particolare", bir daha izlemeliyim. Çok dağıldım. Filmi çok beğendim. Çok iyi seyri olan ve daha önce karşılaşmadığımız durumları bize gösteren, özgün bir film. Muhafazakar değer yargılarınızla idam kararı almak için izleyecekseniz izlemeyin derim. Ama lezbiyen bir aile nasıl olurmuş diye merak ediyorsanız tam da böyle olur herhalde.    


The Kids Are All Right Trailer   wallyz75

13 Temmuz 2011

Tek tıkla izlenilebilecek üç ilginç film

Google Video'da bulduğum üç ilginç film benim için hoş birer sürpriz oldu. Bu filmlere sırayla değineceğim. Ortak yanları; iddiasız, düşük bütçeli insan hikayeleri olmaları ve dönemlerinin aksine popüler yönelişlere prim vermemeleri. Hatta bizzat bu yönelişlere eleştirel bir bakış açısı getirmeleri.

"Yusuf ile Kenan", Ömer Kavur, 1979.
Sempatik karakterler listemde yer aldığı için tekrar izlemek istedim "Yusuf ile Kenan"ı. Gerçekten de hatırladığım kadarıyla iyi, samimi bir çalışmaymış. Bir gün annemle bir Ömer Kavur filmi izlerken hiçbir şey anlamadım dedi. 2005 yılında kaybettiğimiz bu kişilikli yönetmenin son dönem filmleri içine girmesi zor, anlaşılmaz, tuhaf olarak nitelendirilse de filmografisi "Yusuf ile Kenan" gibi parıltılı işlerle doldudur. Bir film nasıl sert bir toplumcu-gerçekçi dram ve aynı zamanda hoş, naif bir film olabilir sorusunun cevabıdır. Bu başarının ardında çocuk oyuncularla çalışılmış olmanın ve bu oyuncuların hepsinin başarılı ve sempatik olmasının payı var. En başta da bir önceki yazımda bahsettiğim Böcek rolünde Yalçın Avşar. Kenan rolündeki Tamer Çeliker'in kariyerinin devam etmemesini bir eksiklik olarak görüyorum. Yusuf rolündeki Cem Davran'ın da popülerlik batağına saplanmasını ve giderek kaybolmasını da aynı şekilde. Falconetti rolündeki çocukla ilgili hiçbir bilgi yok internette. O da bence psikopat rolleri için potansiyeli olan bir oyuncu olabilirdi ama olmadı. Çarpık rolündeki Hakan Tanfer de ilginç bir oyuncu. Küçük Emrah filmlerinde Emrah seslendirmesiyle tanınır daha çok. Hani o hep dalga geçilen "ama benim hiç annem olmadı ki" repliğinin kaynağıdır Hakan Tanfer. Maalesef onun da kariyeri çok parlak geçmedi.
"Yusuf ile Kenan" 1979 yılındaki Türkiye toplumunu kamerasıyla bize olduğu gibi gösteriyor. Belgeselvari çekimlerle o yıllardaki varoşların, trenlerin, iş yerlerinin, sokakların nasıl yerler olduğunu çok doğal halleriyle görüyorsunuz. Daha sonra 12 Eylül darbesiyle dümdüz edilecek toplumda ufak ufak oluşmaya başlayan aydınlanmacı karakter de resmediliyor. Bu karakterin ne hale geldiği bir sonraki filmin konusu.

"Yoksul", Zeki Ökten, 1986.
Kemal Sunal'ın 1982'den sonraki komedi filmlerini sevmem ama bazı dram filmlerinde çok başarılıdır. Yine Zeki Ökten'in çevirdiği "Düttürü Dünya" bunlardan biridir. Bu filmde Turgut Özal dönemi Türkiye'sinin (bugünkü AKP Türkiye'sinin kökleridir kendisi) naif ama çok güçlü bir eleştirisi Ankara kenti özelinde yapılır. İki sene önce aynı eleştiriyi İstanbul, Sirkeci'de yapmıştı yönetmen. Buradaki hanların birinde çaycılık yapan Yoksul adlı karakter her türlü sömürüye açık bir insan profili çizmektedir. Gözü fazla açılmamış, saf köylü köklerinden henüz kopamamış bir insandır. Dönemin düşünce yapısı, daha fazla kazan, daha fazla kazan da nasıl kazanırsan kazan şeklinde özetlenebilir. Handaki herkes de böyle yapmaktadır. 1986 Türkiye'si Sirkeci'deki hana sıkıştırılmıştır sanki. Yoksul da o Türkiye insanı gibi yok olmamak için yok etmeye karar verecektir zaten. Bu kararı alması için sağlam bir iki tokat yemesi gerekecektir ama. Bugünlerde televizyonlarda denk gelmesi çok zor olan bu harika filme tek tıkla ulaşabilirsiniz, eğer izlemediyseniz. İleride birgün, başına gelen kötü işlere en çok sevinilen 10 karakter yazısı yazarsam, bu filmde Yaman Okay'ın canlandırdığı Süleyman karakteri mutlaka bu listede yer alacaktır. 

"Zavallı", İlyas Salman, 1990.
Bir yazımda en çok izlemek istediğim filmlerden biri olduğunu yazmıştım "Zavallı" için. Google Video'da rastlayınca hemen izledim. Eskiden var olan Kanal 6 gibi dandirik kanallarda izlemiştim bu filmi. Diğer üç film gibi belgeselvari bir yanı olan "Zavallı" içlerinde en fazla kişisel olan film. Aynı zamanda önemli acemilikleri var. Işıklandırması çok kötü örneğin. Kitsch bir film yani. Ama etkileyici, ilginç, özgün bir film. İlyas Salman'ın iki yönetmenlik denemesinden biri. Bu sene liseye giden öğrencilerin İlyas Salman'ı tanımadıklarını gözlemledim. Sanırım bu olay bir beş yıl sonra Kemal Sunal'ın da başına gelecek. Bu değerlerin mutlaka unutturulmaması lazım. Ben o yaşlardayken bu insanlar efsaneydi. Tamam kendilerine karşı abartılı bir ilgi olduğunu kabul ediyorum ama onları unutacak kadar da zalim olmamalıyız. Zeka olarak durağan kabul edilebilecek bir karakter Ali. Annesi ve üvey kardeşiyle yaşıyor. Yoları, evleri berbat olan bir İstanbul varoşunda yaşıyor. Benim adamlarımdan Osman Cavcı'nın canlandırdığı Hüseyin adlı karakterle hırsızlık girişimleri falan yapıyor. Aslında çok yalnız bir karakter Ali. İnsanların ne kadar kötü niyetli olduğunun farkında. Bu anlamda misantropik (insana düşman) bir yapısı var filmin diyebiliriz. Ali'nin saz gibi çaldığı süpürgesiyle konuşurken bu izleri yakalayabiliriz. Karanlık, kasvetli bir atmosferi var. Filmde müthiş etkileyici sahneler var. Gece yarısı Ali'nin arsada nereden geldiği belli olmayan seslerle giriştiği mücadele sahnesi örneğin. Süpürgesiyle konuştuğu sahne. Düğün salonunda türkü söylerken ağladığı sahne. Ve benim ikinci favori sahnem, evlendiği kendisi gibi zeka özürlü kıza arkadaşım diye sarıldığı sahne. En birinci favori sahnem, SPOILER, filmin sonundaki ölme sahnesi. Bıçağı yiyince sağol deyişi var ki inanılmaz etkileyici.
Umarım bu filmler Google Video'dan silinmez de ara ara izleyebiliriz.  

07 Temmuz 2011

İsim değişikliği yalan oldu

Çünkü isim değiştirdiğim zaman eski yazılarım görüntülenemiyor. Eski yazılarıma zaman zaman link vermeyi seviyorum ayrıca onlara çok emek verdiğim için onlardan vazgeçmek kolay olmadı. Yaklaşık bir aydır kopardığım yaygaradan dolayı özür dilerim. www.filmvesaire.com alan adını satın aldım. İlerleyen zamanlarda oradan sıfırdan yazmaya başlayacağım ama o süre gelene kadar marlonbarando.blogspot.com'da yazmaya devam edeceğim sevgili halkım. Beni sizler yarattınız. Önünüzde diz çöküyorum. 

04 Temmuz 2011

!!! İSİM DEĞİŞİKLİĞİ !!!


Bloğumun ismini değiştirmeye karar verdim. Bu yazı bir ay boyunca en üstte yer alacak. Beni takip eden o 20, 30 kişi de bu süre içerisinde yeni adresimi iyice öğrenmiş olacak diye düşünüyorum. Bugün Google'a baran doğan yazarsanız dünyanın her yerinde "baran doğan sinema" ön tanımlı yazının geldiğini görürsünüz. Bazı insanlar bu yolla giriyor benim bloğa. Umarım yeni adreste bu konuda sorun çekmem. Yeni adresim "filmvesaire.blogspot.com" olacak. Filmlerden başka, bazen farklı konularda da yazdığım için bu ad iyi oturdu. İsim babası arkadaşım Ünal Koçak'tır. Bu yaz site üzerinden yazmaya geçmeyi planlıyordum. Bir ay sürecek bir kursum var, bunun için zaman bulabilir miyim bilemiyorum. Marlonbarando'nun hikayesini bir yazıda anlatmıştım, müsade ederseniz tekrarlamak istiyorum. Uzun zaman önce Yahoo Games'te tavla oynamak için bir mail adresi almam gerekiyordu. Ben de çok düşünmeden Marlon Brando ismiyle benim ismimin içiçe geçtiği bu mail adresini yarattım. Tamamen geyik muhabbeti kaynaklı bir mevzuydu. Yıllardır bu mail adresini kullanıyorum. Bloğu açarken de çok düşünmeden bu adla açtım; fakat sonra pişman oldum. İnsanlar beni Marlon Brando hayranı zennetmeye başladılar. Kendisini beğenirim ama benim çok hayran olduğum bir oyuncu falan değildir. Bu geyik muhabbeti de beni sıkmaya başladığı için her türlü riski alarak bu isim değişikliğine gideceğim. Parantez içerisinde bazı ifadeler etiketliyeyim de bari arayan yine bulsun beni: "baran doğan sinema", "marlonbarando", marlonbarando.blogspot.com", "filmvesaire.blogspot.com" vs. vs. vs.

10 adet sempatik yan karakter

"Dances with Wolves/Kurtlarla Dans"ı izlerken filmdeki kurdun yani Two Socks/Çift Çorabın ne kadar sempatik olduğunu fark ettim ve böyle bir liste hazırlamalıyım diye düşündüm. Bazen filmlerde öyle sempatik karakterler karşınıza çıkıyor ki kısacık rollerine rağmen filme oldukça önemli lezzetler katabiliyorlar. Buna rol çalmak da denebilir bazı karakterler için. Sinema tarihi bu tür rol çalmalar sayesinde süper star olmuş yıldızlarla doludur. Örneğin Brad Pitt. "True Romance/Çılgın Romantik" filmindeki sempatik kanepe insanı karakteriyle dikkatleri çekmiş ve sonrasını biliyoruz. Örneğin Kemal Sunal. "Tatlı Dillim" filmindeki basketbol oyuncularından biri rolüyle seyirciyi tavlamayı başarmış ve giderek başrollere yükselmiştir. Listeyi yine alfabetik sıraya göre yapacağım. Gecenin bu saatinde hangisi daha sempatik diye düşünemeyeceğim:

Blunted
"Apocalypto", Mel Gibson, 2006.
Hani şu filmin başında kandırılıp Tapir testisleri yedirtilen yerli. Saflığıyla, filmin sınırlı süresine tekabül eden mutlu anlara bayağı katkıda bulunuyor. Bu listeye koyabileceğim kadar sempatik bir karakter barındıran filmde unutulmaz da bir şerefsiz performansı var.   

Böcek
"Yusuf ile Kenan", Ömer Kavur, 1979.
Belki de en son izlediğim dizi olan "Kaygısızlar"daki Eleman rolüyle hatırlanan Yalçın Avşar, Kavur'un bu olağanüstü güzel filminde de çok sempatik bir karaktere hayat veriyor. Her türlü kanunsuzluğa meyilli olmasına rağmen seyircide inanılmaz bir pozitif enerji oluşturuyor ve trajik ölümü seyirciyi çok ama çok üzüyor.

Donny
"The Big Lebowski/Büyük Lebowski", Joel Coen, 1998.
Film boyunca çok sık konuşmamasına rağmen sürekli Walter'ın shut the f**k up, Donny azarlamalarıyla muhatap olsa da Donny'nin sempatikliği ve safça sarf ettiği replikler seyircide hoş duygular uyandırıyor. O da ölüyor.

Dwayne
"Little Miss Sunshine/Küçük Gün Işığım", Jonathan Dayton, Valerie Faris, 2006.
Hani şu konuşmama yemini eden genç. Pilot olma hayali uğruna gösterdiği çabayı takdir etmemek imkansız. Ve o meşhur repliği kullandığı sahne çok etkileyici. Sonra filmdeki her karakter gibi o dayanışma ruhu içinde çok sempatik geldi bana.

Georgette
"Amelie", Jean-Pierre Jeunet, 2001.
"Amelie"deki hastalık hastası sigara satıcısı kadın. Bu film de tıpkı bir önceki maddedeki film gibi bir sempati bombardımanı ve ben bu karakteri en sempatik yan karakter olarak değerlendirdim. Hayatının aşkını bulduğu süreçteki sahneleri gerçekten çoook güzel (kız replikleri).

Osman
"Muhsin Bey", Yavuz Turgul, 1987.
Osman Cavcı da tıpkı benim adamım Steve Buscemi gibi bana her filmde sempatik gelmiştir. Bu filmdeki üçkağıtçı yardımcı eleman rolü her şeye rağmen çok sempatiktir. At yarışlarına olan düşkünlüğü Muhsin beye sempatik gelmese de o da aslında filmde selamlanan o eski iyi insanlardan birisidir.

Penny Lane
"Almost Famous/Şöhrete Bir Adım", Cameron Crowe, 2000.
Penny Lane bir Groupie. Yani Rock konserlerinden sonra kapıda bekleyip grup elemanlarıyla düzeysiz ilişkiler yaşayan kızlardan biri. Bazen onlarla uzun süre de beraber olabiliyorlar. Ama terminolojideki tanımları gereği onlar için önemli olan bir Rock starının yanında olmak. Hep dalga geçilirler ve ciddiye alınmazlar. Bu filmde de Penny Lane çok tutarlı bir insan değil doğal olarak ama her daim muhafaza edilen melekvari sunumuyla seyircide bir sempati yarattığı gerçeği inkar edilemez.

Spike
"Notting Hill/Aşk Engel Tanımaz", Roger Michell, 1999.
İlk yazılarımdan birine konu olan Spike karakteri, "Notting Hill"e sempati üstüne sempati katıyor. Hem hiç kimsenin istemeyeceği hem de herkesin isteyeceği bir ev arkadaşı modeli.

Two Socks
"Dances with Wolves/Kurtlarla Dans", Kevin Costner, 1990.
Bu yazıya ilham veren Çift Çorap karakteri filmin doğa savunucusu yanına en çok katkı veren ögelerden biri. Hem çok sempatik hem de ölerek filmin dramatik boyutuna çok büyük katkı sağlıyor. Bence Çift Çorabın ölümü kadar seyirciyi hüzünlendirecek çok az ölüm sahnesi vardır sinema tarihinde.

Wilson
"Cast Away/Yeni Hayat", Robert Zemeckis, 2000. 
Wilson karakteri ne bir insan ne de bir hayvan. Bir voleybol topu. Issız adaya düşmüş Chuck Noland insanının en iyi arkadaşı. Sadece onunla dertleşiyor. Ve gerçek bir karaktermiş gibi seyircide sempati uyandırıyor. Noland'ın vefasızlık girişimi seyirci tarafından kabul görmüyor ve o da hemen özür diliyor zaten. Çok iyi bir filmden çok iyi bir yan karakter daha.

01 Temmuz 2011

"Dances with Wolves"u tekrar izlemek

İlk defa yedi sene önce seyretmiştim "Dances with Wolves/Kurtlarla Dans"ı. Kevin Costner'in bu epic draması o zamanlar üzerimde tarif edilemez etkiler bırakmıştı. Nice zamandır tekrar izlemek istiyordum. İlk izlediğim versiyonu 180 dakikalık versiyonuymuş, son izlediğim Director's Cut/Yönetmen Kurgusu ise 231 dakika sürdü. Bu arada bu yönetmen kurgusu veya extended cut denilen genişletilmiş kurgu meselesiyle sorunlarım var. Film gösterime giriyor, bir  zaman sonra dvdsi çıkıyor, nice bir zaman sonra da yönetmen kurgusu dvdleri çıkıyor. Dvdlerin olmadığı zamanlarda çekilen filmler için bu uygulamayı olumlu buluyorum ama günümüzde tam bir çakallık. Neyse konumuza dönelim, arşivimde yer alan ve 200 dakika sınırını geçen beş film var.

"Gone with the Wind/Rüzgar Gibi Geçti" 238 dakika. 6/10
"Lawrance of Arabia/Arabistanlı Lawrance" 218 dakika. 8/10
"The Lord of the Rings: The Two Towers/İkiz Kule" 214 dakika. 8/10
"Das Boot/Denizaltı" 203 dakika. 8/10
"The Lord of the Rings: The Fellowship of the Ring/Yüzük Kardeşliği" 200 dakika. 8/10

Şimdilik rekor "Gone with the Wind"de ama bir sene içerisinde Bernardo Berolucci'nin beş saat sürdüğünü bildiğim "Novacento" adlı filmini izlemeyi düşünüyorum. Bu arada en uzun film rekoru John Henry Timmis'in 1987'de yönettiği "The Cure for Insomnia" adlı filmdedir ve 87 saat sürmektedir bu film.
"Dances with Wolves"daki insani duyarlılığı çok az filmde görebilirsiniz. 1863'te geçiyor film yani Amerikan iç savaşının son yılları. Teğmen John J. Dunbar ayağını kestirmemek için savaşta içi boş bir kahramanlık gösterisi yapması sayesinde ödül olarak istediği yere atanma hakkını elde ediyor. O da yok olup gitmeden ülkenin batısında, Allah'ın unuttuğu bir yeri seçiyor. Kızılderililerle karşılaşması sonucunda kendi varoluş sebebini keşfediyor ve bambaşka bir insan oluveriyor. Onların hayranlık uyandıracak huzurlu hayatını uyum (harmony) olarak özetliyor ve kendisi de o uyuma ortak oluyor. Ama beyaz adam ve diğer yandaş kızılderililer ne kadar müsade edecekler acaba?
Tarihteki en büyük dramlardan birini yaşamış olan Kızılderili halkı ve aynı zamanda bufalolar, bu filmde destansı bir hüzünle selamlanıyor. Geçtiğimiz yüzyılı ve yaşadığımız yüzyılı cehenneme çeviren emperyalizmin köklerinin nerelerde yattığını kabak gibi gösteriyor "Dances with Wolves". Bu filme duyarsız kalan bu bloğu takip etmesin lütfen.

"A Single Man" (2009)

 
Filmlerin afişlerinin filmin içeriğiyle uyumlu olmaması benim nazarımda bir eksi puan. "A Single Man/Bir Yalnız Adam"de iki büyük oyuncuyu oynatıyorlar. Bunlar Colin Firth ve Julianne Moore. Firth filmin başlığındaki yalnız adam da Moore başrollerden birine sahip değil. Her filmde bir erkek bir de kadın başrol oyuncu olma zorunluluğu yok. Kaldı ki "A Single Man"de eşcinsel bir adam 16 yıllık sevgilisinin ölümü üzerine intihar etmeye karar veriyor ve film adamın son gününe odaklanıyor. Afişte Moore'un kullanılması tamamen bir ticari hile. Filmle ilgili bilgi sahibi olmayan birisi afişe bakarsa Firth ve Moore'un oynadığı harika bir aşk filmi izleyeceği düşüncesine kapılabilir. O anlamda dürüst değil bana göre film. Bunları kim düşünür? Çok da umurlarında değil ama benim gibi düşünenler var işte.
Filmin yönetmeni Tom Ford bir modacı. Hayatı daha çok estetik penceresinden algılıyordur muhtemelen. Bu algı "A Single Man"de çok bariz göze çarpıyor. Filmde aşağıdaki fotoğraf gibi olağanüstü estetik fotoğraflar var:


Bu estetik kaygının hakkını vermek elbette ki kolay bir şey değil. Çamur atacak değilim ama bana her şeyin önüne geçmiş gibi geldi. Dudağı rujlu erkekler, evin içinde topuklu ayakkabıyla dolanan kadınlar, karakterin ruh haline göre bukalemun gibi değişen tonlar, sürekli ışık kamera oyunları dikkati fazlasıyla dağıtıyor. Romanı okuyanların ortak düşüncesi de filmin anlatı anlamında eksik kaldığı. Filmin benim için en büyük artısı açılışta gördüğüm "Fade to Black" yazısıydı. Meğer bu isimde bir film şirketi varmış. Onun dışında kimsede iz bırakacak kadar etkili bir film değil "A Single Man".