27 Şubat 2011

Ankara'da film çekmiş.


Hürriyet gazetesinde röportajı yayınlandı. Ankara'da bir film çekmiş. Oyuncular Sırrı Süreyya Önder ve Engin Günaydın. Sekiz gözle bekliyorum. Bu arada bu yazıyla ilgili Google görsellerden Zeki resmi ararken, benim hazırladığım resmin Top 10'a girdiğini görünce sevindirik oldum itiraf edeyim.

"New Rose Hotel" (1998)

"Bad Lieutenant/Kötü Polis" ve "Ms. 45/Bayan Kırkbeşlik"i izledikten sonra Provokatif Scorsese diye adlandırdığım Abel Ferrera'nın filmlerine eğilme kararı almıştım. Araya çok zaman girse de bu haftasonu kendisinden iki film izledim (bu arada düne; bir buçuk film, dört buçuk maç, bir dostlar muhabbeti, bir buçuk saat okuma sığdırmayı nasıl başardım hala anlamış değilim). İlk film olan ve daha az iyi olanı "New Rose Hotel". Türkiye'de gösterime girmemiş, Yeni Gül Oteli mi diyelim? Filmleri genelde yönetmenler için izlerim ama bu filmde beni cezbeden birçok oyuncu vardı. En başta her zaman çok beğendiğim, tam bir alternatif süper star olan Willem Dafoe. O kişilikli fiziğiyle ve etkileyici ses tonuyla bitkisel hayata girmiş birini canlandırsa veya bir Michael Bay filminde oynasa bile izlenirdir benim için. Jim Jarmusch filmlerinden aşina olduğum ve özellikle "Stanger Than Paradise/Cennetten de Garip" filmindeki Willie performansıyla gönlümü fetheden John Lurie. İtiraf ediyorum kendisini filmde göremedim veya farkedemedim...Ama olsun onun filmde bir yerlerde olduğunu bilmek güzeldi. Ve Asia Argento. Uzun zamandır filmlerini izlemiyorum ama bir zamanlar bana feleğimi şaşırtan İtalyan yönetmen Dario Argento'nun kızı. Kendileri çirkin baba-güzel kız formülünün en başarılı temsilcilerindendir:
Bu filmde de inanılmaz çekici gözükmekte Asia Argento. Abel Ferrera'nın provokatif anlatım tarzında kendisini çok iyi ifade edebilmiş. O tarz filmde her daim mevcut. Fakat bütün bunlara rağmen çok başarılı bulduğum bir film olmadı "New Rose Hotel". Biçimsel artıları bir yana, içerik olarak zayıf kaldı. Filmin neredeyse son yarım saati önceden olanların flashback olarak tekrarlanmasıydı. Evet Ferrera manyak evreni yaratabilmişti ama içini hakkıyla dolduramamıştı. Hikayede ilginç olabilecek birçok sekans çekilmemiş, gizemli hava yaratma isteğine kurban edilmişti. Mesela filmi izlerken eminim herkes; para karşılığında o bilim adamını ayartmak üzere tutulmuş kızla (Argento), bilimadamının tanışma sahnelerini görmek istemiştir. Ama bunlar hiç gösterilmemiş direkt olarak aylar sonrasına geçilmişti. Sonuç olarak sadece biçimsel olarak provokatif olabilen bir film olmuş "New Rose Hotel" ama az önce izlediğim "The Blackout/Karartma" öyle mi? Hayır, her yönüyle yapı bozucu bir film. Az sonra...

26 Şubat 2011

"Prensesin Uykusu" (2010)

"Issız Adam" gibi bir hitten sonra "Karanlıktakiler" ve "Prensesin Uykusu" gibi kendisinden bahsettirmeyen iki film yapmış olmak, popüler sinemanın önemli temsilcisi Çağan Irmak'ı rahatsız ediyor olmalı. Gerçekten o dönem hatırlıyorum, herkes kadın erkek ilişkilerinin sırrını açıklamakla meşgguldü. "Issız Adam"a gidip ağlamak vatani görev gibi bir şeydi. Sonrasında dediğim gibi kimsenin hatırlamadığı "Karanlıktakiler" ve fiyaskoyla sonuçlanan bu film. Çağan Irmak popüler olmaya önem verdiği için bunları söylüyorum. Yoksa benim çok önem verdiğim mesela "11'e 10 Kala"yı hatırlayan insan sayısı "Karanlıktakiler"i hatırlayan insan sayısından azdır. Daha önce Türk sinemasında animasyon görüntülerinin kullanıldığı bir film var mı? Ben hatırlamıyorum şu anda. "Prensesin Uykusu"nda bazı yerlerde hiç de sırıtmayan "Kill Bill"deki kullanıma benzer animasyon görüntüleri var. Filmi de fanstastik olarak nitelendirebiliriz. Her ne kadar doğaüstü bir şey olmasa da başrolün geniş hayal dünyası fantastik unsurlarla resmedilmeye çalışılıyor. Türkiye için biraz fazla mı deneysel kaçtı veya erken miydi bilemiyorum. Ama kendisine hak veriyorum, denemeden nereden bileceksiniz? Taylan biraderler "Okul"u çekerken risk almamışlar mıydı? Film benim ilgimi çok çekmedi. Bir türlü ritmini bulamıyor gibi geldi bana. İlgimi Sevinç Erbulak çekti. Ne kadar yaşlanmış. Türkiye kendisini, adında baba kelimesi olan bir diziyle mi ne tanıdı sanırsam ki ama ben kendisini "60 Günlük Bir Şey" adlı bir romandan tanımıştım. Çapkın tiyatrocu Altan Erbulak'ın eşi Füsun Erbulak intikam amacıyla eşini Ahmet Uğurlu'yla aldatıp kitabını yazmıştı. O kitapta geçiyordu Sevinç Erbulak. Nereden geldim buralara? 80lerde Türkiye'yi kasıp kavurmuştu hatta kitap bile toplatılmıştı falan filan
Düzeltme: Yazıyı yazarken unutmuşum. Recep İvedik bir yerde "2009'un Güngören'de..." diye bir isyanda bulunuyordu. Ben de diyorum ki 2011'in Bolu'sunda veya Türk sinemasında artık playback veya dublaj görmek istemiyorum. Adamların elinde iki akustik gitar var arkadan altyapılar, klavyeler, bateriler, ekolar duyuluyor. Yalnız ve güzel ülke bunları hak etmiyor.

25 Şubat 2011

"Buried" (2010)

Uyarıyorum bu yazı filmin sağlıklı izlenmesini olumsuz yönde etkileyecek bilgiler (spoiler) içerir. Bu harika filmi izlemeyenler lütfen bu yazıyı okumasınlar...

Evet Puyol topu Valdes'ten aldı. Pique'ye verdi. Ronaldo baskı kurmak istiyor ancak Barcelona buna izin vermiyor. Xavi. Puyol. Tekrar Xavi. İleriye bakıyor, sağda Alves'i gördü. Alves geri dönüyor. Puyol aradan Xavi'ye. Iniesta. Xavi. Inıesta. Xavi. David Villa'ya mükemmel bir ara pası. Villa Iniesta'yı gördü. Iniesta tekrar Xavi'ye döndü. Baskı yapan Mesut. Bacak arasından topu yedi. Busquet. Xavi. Messi atak yaptı. Xavi'den xavivari bir pas ve Messi, Messi, Messi ve goooooooool!!!!

Bu bölümde maç anlattım ki gözünüz bu satırlara kaymasın. Tabutta geçen sahneleri düşününce aklıma "Kill Bill" ve Tarantino'nun hayran olduğu Brian De Palma'nın "Body Double/Sahte Vücutlar"ı geldi. "Kill Bill"de gelin tabutta diri diri gömülürken, orada geçirdiği süre boyunca seyirciyi özellikle de klostrofobisi olan seyirciyi epeyce bir terletmişti. "Body Double"daysa zaten aktörün klostrofobisi vardı ve yüzünde beliren boncuk boncuk terler klostrofobi etkisi yaratma konusunda faydalı işlev görmüştü. Peki baştan sona tabutta geçen bir film var mıydı? Varsa da ben bilmiyorum. Hatta baştan sona tek mekanda geçen bir film de bilmiyorum. "Open Water/Açık Deniz", "Panic Room/Panik Odası", "Rear Window/Arka Pencere", "The Descent/Cehenneme Bir Adım" ve iki gün önce izlediğim "127 Hours/127 Saat" gibi büyük bölümü klostrofobik ortamda geçen filmler hatırlıyorum fakat dediğim gibi baştan sona hem de tabut gibi korkunç bir mekanda geçen bir film hatırlamıyorum. Çok riskli bir film projesi aslında "Buried/Toprak Altında". Bir adam, çakmak ışığı altında doksan dakika boyunca seyirciyi sıkmadan dramatik bir yapı işletecekti. Bu film eleştirmenleri değil de seyirciyi ortadan ikiye bölecektir diye düşünüyorum. Eleştirmenlerin çoğu filmin özgünlüğünü takdir edecektir; ancak seyircinin bir bölümü bu ne la gibi tepkiler verecektir. Tek aktör tek mekan gibi alışılmışın oldukça dışında özellikleri olan "Buried" derinliği olmayan sinema seyircisini sıkabilir. Gerilimi bir dakika bile azaltmadığı için belki bazı ortalama sinema seyircisini tavlayabilir. Onun dışında özgünlük arayanlar filme kayıtsız kalmayacaktır. Ben öğrenciler üzerinde bu deneyimi uygulayacağım. Peki bu adam kim ve onu oraya kim gömdü? Kendisi kendi deyimiyle bir hiçkimse (nobody). Irak'a çalışmak için giden bir kamyon sürücüsü Amerikalı. Iraklılar konvoya saldırıyorlar ve bu kişiyi fidye almak için bir cep telefonu ve çeşitli alet edevatla gömüyorlar. Filmin Amerika'yı Irak'ta işgalci göstermesi ve Irak'lıların yaptığı vahşeti savaş psikolojisiyle birlikte sunması takdirimi kazandı. Filmin sınıf ayrımına dikkat çekmesi ve bazılarının nasıl şanslı doğduğuna dair doğru tezler geliştirmesi de ayrıca takdirimi kazandı. Hele ki şirket yöneticisinin adamı telefonla aradığı ve şerefsizliğin doruk noktası diye adalandırabileceğimiz sahnede filme kendi adıma helal olsun çektim. Finalse sürpriz son arayanlara oldukça tatminkar malzeme sunuyor. Bunlar filmin tezleriyle ilgili beğendiğim özellikler. Filmin teknik anlamda artılarıysa akıllara Hitchcock'u getirebilecek düzeyde. Gerçekten de tamamıyla tabutta geçen bir filmde gerilimi ve dramatik yapıdaki akıcılığı kısıtlı olanaklarla nasıl da başarılı bir şekilde yolunda tutuyor. Rodrigo Cortes yönetti "Buried"ı. Bakıyorum da Hollywood hemen transfer etmiş Cortes. DeNiro'lu, Sigourney Weavor'lı bir film çekiyor şu anda. Daha önce çok örneklerini gördüğümüz şekilde umarım vasatlaşmaz Amerika'da.

23 Şubat 2011

"Çalgı Çengi" (2010)

Kalabalıklar arasında dile getirmeye çekindiğim bir fikrim vardır. Cem Yılmaz'ı yapay bulurum. O, televizyonda şurda burda konuşmaya başlar başlamaz bazı insanlar sırıtmaya başlamazlar mı deli olurum. Beğendiğim, başarılı bulduğum bazı işleri yok değil ama genel olarak kendimi yakın bulmuyorum Cem Yılmaz'a. Ve Türkiye'nin baş belası olan olumlu önyargı müessesesi Cem Yılmaz kişiliğinde çok tipiktir. Bu filmin de yapımcılarından biri olduğu için bazı kişiler olumlu önyargılarını sahaya sürmüş olmalılar ki çok olumlu yorumlar okudum. Şöyle yarıldık, böyle bayıldık, şöyle en iyi komedi filmi gibi yorumlar okudum. 2000 tarihli çok beğendiğim "Fasülye" adlı film hatırıma geldi. O da "Çalgı Çengi" gibi iddiasız görünen bir suç komedisiydi. Üstüne üstlük bir de taa bağrından kopup geldiğim Ankara mahalle kültürünün de filmde bolca kullanıldığını okuyunca filmi izlemek istedim. Sonuç: bazı yerlerde tebessüm etmece, samimi çabalarını takdir etmece ama son tahlilde dikkatli sinema seyircilerinin bile on sene sonra herhangi bir listeye koymayacakları bir film...Oyunculukların abartıldığı gözlerden kaçmadı. Bir televizyon komedi dizisi oyunculuğu vardı. Film önce bir tv filmi olarak tasarlanmış, herhalde bundandır diye düşünüyorum. İnandırıcılıktan oldukça uzak, mantık sınırlarını zorlayan olay örgüsü de filmin önemli eksikliklerinden. Bitiş de tam bir so f**king what bitişi olmuş. Durumun absürtlüğünden ziyade karakterlerin mimik ve küfürlerine sırtını dayamış bir komedi filmi olmuş "Çalgı Çengi". Gerçekten bırakın on sene sonrayı, iki üç senen sonra bile kimsenin hatırlamayacağı bir film "Çalgı Çengi".

"127 Hours" (2010)

Bugüne kadar izlediğim bütün Danny Boyle filmlerine bayılmıştım, ilk defa bayılmadığım bir filmine denk geldim. Sanırım hikayeyi hepimiz biliyoruz. Kanyondaki bir çatlakta kolunu bir kayaya sıkıştıran adamın 127 saatte başından geçenler. Bu tür tek başına doğayla mücadele eden adam filmler çok riskli film grubuna girerler. Seyirciyi kaybetmek an meselesi olabilir. Hele bir de klostrofobik ortam kullanımı varsa, seyircinin yarısını kaybettin zaten. Abi tüm film tek bir yerde geçiyo yaaaa diye olumsuz eleştiri yapanlara sık sık rastlarız yakın çevremizde ve sanal ortamda. Burada nesnel bir saptama yapıyorum, yoksa iyi film kötü film ayrımında seyircinin filmi sevmesi benim için çok az önemli. Benim bu tür arasındaki favori filmim "Cast Away/Yeni Hayat"dır. Modern bir Robinson Cruzoe uyarlaması olan filmde Tom Hanks çok uzun bir süre filmi taşır. Takdire şayan mücadelesi ve Vilson adlı toptan intikam aldığı sahnedeki çaresizliği unutulmazdır benim için. "127 Hours" da ilgiyi kaybettirmemek adına başarılı görünse de özgün pek bir şey sunmadığı için benim nazarımda vasat bir eğlencelikten öteye geçemedi. Hakkında olumlu eleştiriler okuduğum "Buried" adlı tabutta geçen bir film izleyeceğim yakında. Sanırım o biraz daha fark yaratacak öyle hissediyorum.

20 Şubat 2011

"Tape" (2001)

Aynı şey "Taste of Cherry/Kirazın Tadı"nda da olmuştu. Aylarca bilgisayarımda bir başyapıt bekletmişim de haberim yokmuş. Bu arada bir sürü gerekli gereksiz film izlemişim. "Before"larla ilgili yazı yazarken Richard Linklater'ın iyi bir diyalog yazarı olduğunu yazmışım. "Tape/Kaset" filmi de tıpkı "Before"lar gibi tam bir diyalog bombardımanı ama daha ilk dakikadan itibaren sizi içine alıp bitene kadar bırakmayan filmlerden. Amerikalı oyun yazarı Stephen Balber'in aynı adlı oyunundan perdeye uyarlanmış "Tape". Doğal olarak tek bir mekanda geçiyor. Tiyatral havasında olan filmlere karşı mesafeli olmama rağmen "Tape"in olağanüstü zekice yazılmış diyalogları ve kurgusu sayesinde filmi bir dakika bile sıkılmadan izledim. Liseden beri arkadaş olan Vince ve John yönetmenin (veya yazarın) egosuyla alter-egosu gibiler. Arkadaşlıkları hiç bitmeyen bu ikili iyiyle kötünün ebedi ve ezeli mücadelesi şeklinde tezahür ediyor gibi görünüyorlar. Film ilerledikçe tıpkı hayattaki gibi iyi ve kötü tamamen birbirine giriyor ama açılışta sanki resim bu. Vincent uyuşturucu satıcısı, motelde kalıyor, ortalıkta donla dolaşıyor, bira içiyor vs. Bu motellerin Amerikan filmlerindeki imajını çok ilginç buluyorum. Bütün kaybedenler, b insanları, bayan garsonlar, Psycho'lar ve çapkınlar orada. Motelde bulunan ve içerisinde saygınlık barındıran bir eylem veya insana sık rastlamıyoruz. Vincent burada türlü polimler düzenliyor. Derken odaya John geliyor. Sıkı durun: bağımsız film yönetmeni, festival için orada ve iyi bir otelde kalıyor. Toplumun nereye gittiği üzerine tezi olan filmler çekiyor iddiasında. Tabi Vince buna o beyaz kıçıyla gülüyor. Onun da herkesten bir farkı olmadığını kanıtlamak istiyor. Yıllardır aralarında olan gizli rekabetin etkisiyle tabi. Şişman bir arkadaşım vardı. Eminim çocukken yaramazdır da. Birgün iki aile masada çocuklarla beraber yemek yerken, bir yellenme sesi duyulmuş. Annesi kimin yellendiğini merak etmeden "Serkan kalk masadan!" diye bunu kovmuş olay yerinden. Bunun acısını bir türlü unutamıyor ve ben değildim, o janti çocuklardan biriydi der durur. Vincent da o hesap hep masadan kovulan çocuk olmaktan bıktığı için aslında Mr. Virtue'nın aslında ne mal olduğunu kanıtlamak istiyor. Bunun için bulduğu enstrüman lisedeki kız arkadaşı Amy'dir. Kendisiyle çıkmıştır ve kızla ondan sonra John çıkmıştır. Bu acıyı unutamayan Vincent, gizli bir teyp kasedinin her şeyi çözeceğini ve arınacağını umar ama işler, diyaloglar öyle bir sarpa sarar ki içinden üçü de çıkamaz. Kim masum, kim suçlu? Herkes eteğindekileri döker ve ağzınız açık bir şekilde filmi bitirirsiniz. Klostrofobik ortamda geçiyor film. Tek mekan. Bir motel odası. Dolayısıyla harçlığınızla nasıl başyapıt çekersinize bir örnek daha var elimizde. Oyunculuklar inanılmaz başarılı. "Before"ların jönü Ethan Hawke Vince rolünde çok inandırıcı. John rolünde Robert Sean Leonard da çok başarılı. Kendisi "Dead Poet's Society/Ölü Ozanlar Derneği"nde oynamış. Bu filmin Türkiye'de bir geyik muhabbeti potansiyeli olduğunu biliyorum ve altı vermişim arşivime göre, fakat hiçbir şey hatırlamıyorum filmle ilgili. Ethan Hawke'ın o zamanki karısı Uma Thurman Kill Bill öncesi Amy rolünde bana göre döktürüyor. Bundan sonra Richard Linklater'ın takipçisi olacağım ve geçmiş işlerini en yakın zamanda bitireceğim. Şiddetle tavsiye ediyorum. İyi pazarlar.   

 

18 Şubat 2011

Lezzet Duraklarım 1

Her ne kadar bazı arkadaşlarım tarafından cins olarak nitelendirilsem de damak zevkimin fena olmadığını düşünüyorum. Karnıbahar ve havuç kızartması hariç her şeyi yerim ama iyi yemekle kötü yemeği ayırt ederim. Blogda iştah açan sahneler serisi yemeklere önem verdiğimin bir işareti olmuştur. Yeni bir seri başlatmayı düşünüyorum. Benim lezzet duraklarım. Son zamanlarda televizyonda beliren gurme programları gibi ben de lezzet duraklarımı tanıtmak istiyorum. Blogda hazırladığım bazı listeler gibi alternatif şeyler sunacağım sizlere. Bu seriyi başatırken aklıma ilk gelen yer Ankara Fevzi Çakmak 2. sokakta yer alan Aspavam Pide ve Kebap Salonu oldu. Üniversite yıllarımda civarda bulunan bir mühendislik bürosunda part-time çalışırken keşfetmiştim burasını. Yıllardır ne zaman Ankara'ya gitsem mutlaka ama mutlaka uğrar burada kıymalı pide yerim. Şöyle bir şey:


Yaşadığım şehir olan Bolu'da veya herhangi bir şehirde böyle pide bulamıyorum. Genelde kalın ve kenarı kapalı yapıyorlar. Aspava'nın pidesiyse orta kalınlıkta, yağ akıtmayan, sindirim sistemine kıymayla tecavüz etmeyen bir kıvama sahip. Benim lezzet duraklarımın çoğunun sorunu olan düşük profil salata bu mekan için de geçerli. Salatada havuç ve marul sevmiyorum. Kıvırcık bence marula göre daha iyi duruyor salatalarda. Mekanda ambians yerlerde sürünüyor. Masalar birbirine çok yakın olduğu için yan masadaki insanların saçma sapan yorumlarını işitebiliyorsunuz. Fiyat oldukça makbul. Üç kişi iyi doyarsınız ve ödediğiniz para 20 lirayı geçmez. Artıları ve eksileriyle asla vazgeçmeyeceğim adete nefes aldığımı hissettiğim bir mekandır Aspava.  

"Babam Büfe" (2009)


Gönül rahatlılığıyla yedi verdiğim filmlerden biri oldu "Babam Büfe". 1975 doğumlu genç yönetmen Meriç Demiray'ın ilk uzun metrajı olan "Babam Büfe" bağımsız film ruhuna sahip, samimi işlerden biri. Bundan sonra yönetmenin işlerinin takipçisi olacağım ve sanırım ilgi çekici filmler çekecek yeteri kadar destek bulabilirse. 2004 yılında büyük sükse yapan "Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak"ın izinden giden 2006 yapımı "Dondurmam Gaymak"ın yaratıcısı Turan Özdemir filmin başrolü kapıcıyı canlandırıyor. Diğer roller de amatör gibi duran fakat aslında profosyenel oyuncular olan Levent Tülek, Caner Candarlı ve Nalan Kuruçim'e ait. Bu aslında çok olumlu bir özellik. Amatör gibi durabilmek, yani hayatın içirisinden geliyormuşcasına rol yapabilmek üstün bir meziyet diye düşünüyorum. Bu kapıcının iş ve özel hayatında yaşadığı sıkıntılar ve naif sınıf atlama çabası hoş bir şekilde perdeye yansıtılıyor. Günümüz kurtlar sofrasından bunalmış; naif, iddiasız bir film izleme özlemi duyanlar için iyi bir seçim olacaktır "Babam Büfe".

15 Şubat 2011

"Takiye: Allah Yolunda" (2010)

Dandirik İslami filmlerle maceralarım devam ediyor. Şu afişteki duygu sömürüsüne bakar mısınız? Filmin ilk yarım saati sonunda ölen başörtülü kadın ve sakalını sünnete göre kesmiş ak sakallı erkek karakterlerinin hikayede birinci derecede önemi olmamasına rağmen, bazı cahil kalpler tavlanmak istenmiş. Namaz safında bekleşen insanlar da sanki birilerine bu filme gidin destek verin mesajını vermek istiyor. Asıl takiye (gerçek amacını gizlemek) bu. Altı üstü shitty movie çekiyorsun, bir de siyasi duruş ayaklarına yatıyorsun. Çok büyük eksi puan. Afişin üst tarafındaki silah resmi çok daha dürüst. Bu filmde entelektüelliğin kenarından kıyısından geçmiyoruz diye kendilerini dürüstçe afişe ediyorlar. Bugün Bank Asya'nın internet sitesine bakarsanız şöyle bir tablo görürsünüz:

Faiz lafını kullanmıyorlar da kar payı diyorlar. Bal gibi de faiz alıp veriyorsunuz (ikisi de haram) işte. Filmdeki finans kuruluşu da bu tarz bir ali cengiz oyunuyla gurbetçi Metin'i yolar. Karanlık odaklarla karşı karşıya kalan Metin yine STV dizisi kıvamında bir kurguyla mücadele eder. Filmdeki en absürt sahnelerden biri, jandarma simgesinden JİTEM olduğunu anladığımız bir subayın Almanya'da bir kafeye tören kıyafetiyle gitmesi. Askerliğini yapanlar bilir ki 1 numara denilen kıyafet sadece törenlerde giyilir, dışarıda mecbursa 2 numaraları kıyafeti giyerler. Gerçi buna dikkat eden benden başkasına zor rastlanır da filmin shitty olduğuna çok kişi kanaat getirir. Bu filmi izleyeceğinize "Muhteşem Yüzyıl"ı bile izleyebilirsiniz.

13 Şubat 2011

İki adet röportaj

Bir sene önce kendi kendime yaptığım bir röportajla başlamıştım bu seriye. Çok heveslendiğim Aki Kaurismaki röportajı fos çıksa da asıl amacım kimsenin tanımadığı insanlarla röportaj yapmaktı. Sinemasever olup olmaması da önemli değildi benim için. Herkesin fikrine değer vermesem de öğrenmek isteyen bir yapım var. O yüzden çok zor bir şey olan celebrity'lerle (ünlü kişi) röportaj yapmak yerine, benim celebrity'lerimle röportaj yapmak fikri beni cezbediyor. Bu arada bir tane daha celebrity röportajı fos çıktı belirteyim. Serdar Atalay benim öğrencim. 15 veya 16 yaşında olmalı. Sinemayla ilgili ilginç fikirleri dikkatimi çekti. Yanlış anlaşılmasın kendimi otoritenin sesi olarak satma niyetinde değilim. Kendisiyle yine mail yoluyla bir röportaj yaptık. Teşekkürler Serdar. Buyrun:

Bazı sinemaseverlerin hayatında (benim için mesela) bir filmden bir sahne kendilerine "sinema hiçbir şeye benzemiyor" dedirtmiştir. Senin için böyle bir sahne var mı?
Darth Vader'ın yüce sesiyle gelen "I am your father" repliğini duymak bile böyle dememe sebep oluyor.

Ne sıklıkla film izliyorsun?
Okula gittiğim için çoğunlukla zamanım olmuyor ama, aklımda bir film varsa ve o hafta sınav yoksa izlemeye çalışırım. Okul olmadığı zamanlarda da iki günde birden, günde iki taneye kadar değişiyor.

Hangi türleri seviyorsun?
Bilim-kurgu filmlerini ayrı severim. 

Favori yönetmenlerin kimler?
Benden bir üst kuşaktan itibaren gelecek tüm nesilleri kendisine hayran bırakacak bir, evren (Star Wars'la ilgili her şey nasıl tanımlayacağımı bilemedim) oluşturduğu için George Lucas,
Bugüne kadar çektiği hangi filmi izlersem izleyeyim, izledikten önceki ve sonraki ruh halim arasında bariz bir fark yarattığı için Darren Aronofsky favori yönetmenlerimden. Ama favori yönetmenim Quentin Tarantino mu, Christopher Nolan mı karar veremedim.

Favori oyuncuların kimler?
Christian Bale, Robert Downey Jr., Edward Norton ve henüz çok fazla öne çıkabileceği bir filmde oynamasa da, Michael Hall. 

 Film seçerken hangi kriterlere dikkat ediyorsun?
Duyduğum filmlerin çoğunu elemek yerine izlediğim için, yönetmeni, oyuncuları, teması veya kurgusundan en az biri ilgimi çekiyorsa filmi izlemeye başlarım. Ama bir filmi izlemeye başladıktan sonra onu yarıda bırakmamı sağlayacak şeyler de olabilir (Death Race 2 faciası)

İyi bir filmin senin için olmazsa olmazı var mıdır?
Başarılı bir kurgu ve Türk dizisi çekmeyen bir yönetmen.

Sinemada film izlemek mi evde film izlemek mi? Neden?
Eğer dublajlı değilse sinemada. Ama Bolu gibi bir yerde yılbaşında çıkan film Haziran'da anca gösterime girdiği için istisnalar olabiliyor.

Türk sinemasını takip ediyor musun? Ediyorsan durumunu nasıl buluyorsun?
Pek takip edemiyorum, edesim de gelmiyor açıkcası. Arkadaşlarım istediği için beraber izlemeye gittiğim New York'ta Beş Minare bitince bilete verdiğim paradan çok filme ayırdığım zamana üzülmüştüm. Aynı şekilde izlemek zorunda kaldığım Av Mevsimi'yse izlenebilir bir filmdi. Kısacası klasikleşmiş filmler dışında Türk sineması pek ilgimi çekmiyor.

Arşiv yapıyor musun? Why, why not?
Şuanda kota derdim olmadığı için arşiv yapmama gerek yok diye düşünüyorum, ama bilgisayarda yer kalmadığı zaman bile sadece bir kere izlediğim filmleri dahi silemediğim için, evet sanırım küçük de olsa bir arşivim var.

Top 10 listen?
"Pulp Fiction"
"12 Angry Men
"Fight Club"
"Star wars - Empire Strikes Back"
"Shawshank Redemption"
"Dr. Strangelove"
"Back to The Future"
"The Prestige"
"City Lights"
"Eternal Sunshine of the Spotless Mind"

Sana en uzak olan film türü nedir?
Katıksız Amerikanvari romantik-komedi. Adını hatırlamadığım bir filmi arkadaşlarım istiyor diye beraber izlemeye başlamıştım, ilk 20 dakikadaki 72. klişeden sonra kendimi kapının önünde buldum. 

Ödül törenleri ve festivaller hakkında ne düşünüyorsun?
Sadece Oscar'ı takip ediyorum, ve her yıl izlemediğim önemli filmleri öğrenmemi sağladığı için epey işime yarıyor.

İkinci röportaj kiminle? Benimle. Sinema dergisinin en son sayfasında yapılan röportajdaki sorular yıllardır fiksti. Ben de bu fikis sorularla kendimle röportaj yapmıştım. Şubat sayısında yeni sorular koyduklarını gördüm. Şimdi o sorularla kendimle röportaj yapacağım:

Çoğunluk tarafından kötü bulunan ama çok beğendiğiniz bir film var mı? 
Bu sorunun cevabı imdb'yle ilgili yazdığım yazıda bulunabilir.

Sinema tarihinden en kıskandığınız oyuncu (yönetmen) performansı hangisidir? 
Bu soruda oyuncu veya yönetmen performansı sorulmuş olmalı. Çünkü cevap veren kişi bir oyuncu performansı vermiş. Ben ikisini de yapayım. Çok var ama Al Pacino'nun "Scarecrow/Korkuluk"taki performansı geldi hemen aklıma. Yönetmen performansı olaraksa Wim Wenders'in "Paris, Texas"taki striptiz klübündeki diyalog sahnesi hemen aklıma geldi.

Sinema tarihinde bir karakter olsanız kim olmak isterdiniz?
Tabi ki Travis Bickle. Ufak çaplı bir katliam yapmak isterdim. Büyük çaplı da olabilir. Bülent Arınç'tan başlayabilirim mesela.

Sinemada film izlerken sizi en çok rahatsız edebilecek şey nedir?
Sinemada film izlemektense evde film izlemeyi sevdiğimi yazmıştım bir keresinde. Mümkünse de yalnız. Benim için bireysel bir aktivitedir film izlemek.

Patlamış mısır mı, frigo mu?
Frigonun ne olduğunu bilmiyordum. Google görsellerden baktım. O halde patlamış mısır. Her ne kadar gıdada oynanan oyunlardan dolayı mısırdan nefret etmeye başlasam da..

Alışveriş merkezi sinemaları mı, sinema salonları mı?
Tabi ki sinema salonları. Alışveriş merkezlerine ilke olarak karşı olduğumu ve bu mekanları gezmeyi de sevmediğimi tahmin edebilirsiniz. 

Facebook mu, twitter mı?
İkisinin de taa biiip biiip biiip.

Sevdiğiniz kişiye karışık kaset yapacak olsanız kesin koyacağınız üç şarkı hangileri olurdu? 
Rachmaninoff Piyano Konçertosu no:3, Rodrigo Concierto de Aranjuez, Yansımlar Bab-ı Esrar.

08 Şubat 2011

İş yapar, iz bırakmaz


"Aşk Tesadüfleri Sever"in gerçekten bir film olduğunu düşünüyorum. Son dönemde gösterime giren birçok seyin film olmadığını düşündüğüm için böyle bir yorum yaptım. Benim ilgimi çekmesi için birçok malzeme barındırıyor film. Ankara'da doğmuş, 23 sene orada yaşamış ve son zamanlarda da İstanbul'a yerleşmeyi kafasında sorgulayan biri olarak ATS benim ilgimi fazlasıyla çekti. Filmin bir yerlerinde geçen ve benim 80ler Ankara mahalle kültüründen dolayı iyi bildiğim la bebe kalıbının kullanımı da beni tebessüme sevk etti. Sanal sosyalleşme sitelerinde ne bakıyon la bebe grubuna bir zamanlar üye olmuştum. Tabi bu sempatik ögecik filmi kurtarmaya yetmiyor. Hımmmm! (msn tripleri) Vakit geçirmek için kötü bir tercih olmaz ATS. Bayanlar için ağlamak da garanti belirtmeliyim. Buradan tüm Türkiye'ye meydan okuyorum. Yiyosa birlikte olduğunuz insanla beraber Todd Solonz'un "Happiness/Mutluluk" u izleyin. Yemiyorsa gönül rahatlığıyla ATS'yi seyredebilirsiniz. Film bittikten sonra ağlayan bayanlar ve onlara sarılan tesellici erkekler gözlemlenmiştir. Artık birbirlerine daha bi şefkatle sarılıp, mutlu güzel günlere doğru ilk adımlar atılacaktır.

06 Şubat 2011

"Copie Conforme" (2010)

Sinemada bir Abbas Kiarostami filmi izlemek hoş bir deneyim oldu benim için. Yakın zamanda keşfettiğim bu büyük sanatçının İran dışında çektiği ilk film "Copie Conforme/Aslı Gibidir" isminin akıllara getirdiği üzere gerçekle kopya arasında gidip gelen düşsel bir film. Blogda özet vermeyi sevmiyorum ama bu film için kısa bir özet yapmak zorundayım affınıza sığınarak. Sanat eserlerinde gerçek ve kopya üzerine uzmanlaşmış bir İngiliz yazar kitabının tanıtımı için İtalya'nın Toscana bölgesine gelir. Burada kitabıyla ilgilenen sanat tarihi galericisi Fransız kadınla tanışır. Kadın kitap üzerine konuşmak ister. Ve dokuzda kalkacak trene kadar adamla kadın konuşmak üzere turistik bir mekana giderler. Burada kahve içerken mekan sahibi, adamla kadını karı kocaymış gibi algılar. Sohbet geliştikçe ikili karı koca gibi davranmaya başlarlar. Ve film ikilinin gerçekle kurgu arasında gidip gelen diyalogları eşliğinde devam eder. "Copie Conforme" hemen akla "Before"ları özellikle de ikincisi olan sunset'i getiriyor. Gerek yaş yakınlığı gerekse de kitap tanıtım turu açısından ikincisine daha yakın. Kadın erkek ilişkisi üzerine savunduğu tezler açısından da yakınlar. Kadın her zamanki gibi soru işareti erkek de ünlem işareti. Abbas Kiarostami çok duyarlı ve iyi biri olduğu için ve Doğulu mistisizmine sahip olduğu için biraz daha insancıl ve daha az kırıcı olabiliyor ama "Before"lar bence daha sert bir söyleme sahipler. Kiarostami açık bir şekilde kadından yana tavır koymaktadır. Erkeğin ilgisizliğini ve antidemokratik tavrını eleştirir. Kadının bazı fazlaca kaçan talepkar tavrının ise eleştirip eleştirmediği konusunda emin değilim. Juliet Binoche'nin Cannes'de ödül alan destansı oyunculuğunu da övmek farzdır bana göre. Film tipik bir Kiarostami filmi gibi araba içinde geçen sohbet sahnesiyle başlıyor. Onun o arabada geçen hayat üzerine oldukça ilgi çekici diyaloglar barındıran sahnelerine tek kelimeyle bayılıyorum. Bir çok filminde gördüğüm film içinde film veya yönetmen karakter bu filmde yok. Yukarıda bahsettiğim gibi kurguyla gerçeğin birbirine girmesi sahnesiyse fazlasıyla mevcut. Basit hikayelerden evrenseli yakalama yeteneğini de bu filmde gösteriyor ve neden büyük bir sanatçı olduğunu bizlere kanıtlıyor. İran'da sansürde yaşanan gelişmeler umarım kendisini etkilemez ve bu kokuşmuş ortamda çölde vaha diyebileceğimiz filmler çekmeye devam eder.