31 Mayıs 2010

"Tystnaden" (1963)

Ingmar Bergman ile tanımlanamaz dostluğumuz devam ediyor. Kendisini dahi mi buluyorum yoksa evrenine girmekte zorlanıyor muyum emin olamıyorum. Evet Persona (1966) olağanüstü bir filmdi benim için ama Tystnaden (Sessizlik) ve izlediğim diğer bir kaç filmi benim için zorlayıcı filmler oldular. İzlediğim tüm filmlerinin teması ortaktı: iletişimsizlik, mutsuzluk, umutsuzluk, yerleşik değerlere saldırı vb. İsveç kültürü de bayağı bir yabancı olunca, onun filmlerini izlerken kolaylıkla olaydan kopabildim. Tystnaden de Sinema dergisinde dvd klasik bölümünde tanıtılmıştı ve yazı o kadar güzeldi ki hayatımın filmi olacağını düşünüyordum. Öyle olmadı. Ölüm üzerine bir film Tystnaden. Ölüm karşısında insanoğlunun ne kadar çaresiz ve ikiyüzlü olabileceğini sergilemeye çalışıyor. 60lı yılların siyah beyaz filmlerine özgü süper bir görselliği var filmin. Türkiye'de gösterime giren ilk Bergman filmiymiş aynı zamanda.


The Silence - Trailer - The most popular videos are here

25 Mayıs 2010

Yeme bizi Ridley dayı

Aslında benim de kabahatim var. Pek fazla araştırma yapmadan gittim filme. Robin Hood'un (Ridley Scott, 2010) nasıl Robin Hood olduğunu anlatıyor film. Bir sürü gereksiz diyalog ve tarihin arka odaları. Kimin umrunda? Gladyatör tarzında bir filmi izlemek istemiştim ben. Umduğumu bulamadım. "Ve efsane böyle başladı" diye yazıyor jenerikte. Devam filmi çekilsin diye neredeyse seyirciye yalvaracak. IMDB'den kontrol ettiğimde Scott için böyle bir şey şu anda söz konusu değil. Üç sene önceki ortaklık yani American Gangster (Amerikan Gangsteri, 2007) nefesimi kesmişti; fakat eleştirilere katılıyorum: Russel Crowe Robin Hood rolü için epeyce yaşlı ve inandırıcılıktan uzak. Bu yan sanayi Braveheart'lardan artık gına geldi. Lider kişilik muhabere öncesi gaz konuşması yapar ve okçular yüzlerce ok gönderirler (fiuü fiuü) sonra da atlılar ve piyadeler Allah ne verdiyse. Böööoa!

23 Mayıs 2010

Dünyanın en yaratıcı cinayeti


Dünyanın En Yaratıcı Cinayeti | video.mynet.com

Madem embed olayını keşfettim, uzun zamandır bloğuma taşımayı planladığım bu videoyu da paylaşayım
. Hangi filmdir bilmiyorum...En iyisi yorum yapmamak.
(Not: Redingot, esnaf blog yazarlığı işte böyle olur.)

"Tatil Kitabı" (2008)

Bayılırım böyle filmlere. Indie'ler yani. Sıradan insanların sıradan hikayeleri. IMDB'de bir Hollandalı yorum yapmış: bazen bir film karesi 1000 kelimeden daha etkilidir. Tatil Kitabı (Seyfi Teoman) ise 1000 karede bir kelime söylüyor. Çok doğru bir yorum. Silifke'li bir ailenin kendileri için trajik ama kimsenin ilgisini çok da çekmeyecek sıcacık hikayesi, Tatil Kitabı'nda anlatılan. Filmin merkezinde üçüncü sınıf öğrencisi Ali var, zaten filmin adı da kendisinin tatil kitabıyla ilgili yaşadığı hayal kırıklığına vurgu yapıyor. Çok sevimli, sahici bir hüznü var Ali'nin. Subay olmak istemeyen askeri lise öğrencisi abisi, kasaplık yapan yarı-entellektüel amcası, iletişim sorunu çeken ebeveynleri de hikayeye yön veren diğer kişiler. Çok sıradan ayrıntıları gösterme cesaretine de sahip film. Rıza'nın (Tayfun Pirselimoğlu, 2008) Rızasının filmlerde sık sık sürpriz yapmaya başlaması benim adıma sevindirici. Rıza demişken, amatör oyuncularla çalışmak riskli bir iştir. Rıza'da çok iyi sonuç vermişti; ancak Tatil Kitabı'nın tek aksayan yönü baba ve serseri çocuk rollerindeki amatör oyuncuların çok kötü oynamaları. Bu gibi handikapların filmi sabote etmesi beni çok üzüyor.
Bu arada embed olayını çözmüş bulunmaktayım. Bundan sonra filmlerin fragmanlarını da yorumlarımın altında izleyebileceksiniz.

Kaybeden Rooney

Write The Future from Nalden on Vimeo.



Mükemmel bir reklam filmi. Aldığım kaynak HBBA (Her Boku Bilen Adam). Rooney'in karavan hayatı The Wrestler'ın (Şampiyon, Darren Aronofsky, 2008) Randy'sini hatırlattı.

21 Mayıs 2010

"Antichrist" (2009)

Lars von Trier'ın bu filmi çekmeden önce iki ay kadar tımarhanede kaldığını ve Cannes'te ekümenik jüri tarafından kadın düşmanlığı suçlamasıyla kınandığını öğrenince içimde izleme isteği depreşti. Lars von Trier'ın çok çok önemli bir yönetmen olduğunu düşünenlerden değilim. Ses getirmemiş bir film çekseydi izler miydim bilmiyorum. Çok sevdiğim bir oyuncu olan Willem Dafoe, Scorsese'nin The Last Temptation of Christ'ında (Günaha Son Çağrı, 1988) Hz. İsa'yı başarılı bir şekilde canlandırmıştı. Yıllar sonra adı Antichrist olan bir filmde oynuyor, acaba antichrist o mu başkası mı? Kadın düşmanlığı suçlamasını hak ettiğini düşünüyorum filmin. Pornografi ve şiddet barındıran içeriği sebebiyle Türkiye'de vizyona girmesi zor gibi görünüyor; ancak öyle abartıldığı gibi aşırı bir şiddet içerdiği falan yok. Antichrist'a varana kadar ne filmler var. Sürekli depresyonda olduğu için ikide bir oyuncularından özür dilemek zorunda kalan bir adamın filmi ilginç olabilir diye düşünmüştüm fakat çok ilgimi çekmedi.

18 Mayıs 2010

İran sinemasına eğilmeliyim

Çünkü çok tanıdık. Sanat eserlerini eserin geldiği kültürden gelenler daha bir farklı algılarlar. Özellikle dil bu farklı algıda önemli bir rol oynar. Bir Kubu Zekirdemiz filmini sizin algıladığınız gibi bir Eskimo asla algılayamaz. İnsanoğluna ait evrensel kişilik özelliklerini, mesajları algılayabilir ama yüzde yüz filmin içine giremez. Diye düşünüyorum. Taste of Cherry (Kirazın Tadı, Abbas Kiarostami, 1997) uzun süre arşivimde bekledi durdu. Muhtemelen Sinema dergisi aracılığıyla izlenecekler listesine eklemişimdir. Bir kaç kere bazı sahnelerine baktığımda, Ankara Bala'ya benzeyen yerlerde sürekli bir arabanın dolaştığını gördüm ve o halleriyle film bana çekici gelmemişti. Dün 93 dakika gibi kısa bir süreye sahip olduğundan ve hadi bir de İran sinemasından bir film izleyeyim diye kafama estiği için izledim. Aslında köklü bir sinema geleneğinin olduğunu bilidiğim İran'ın yetiştirdiği en önemli yönetmenlerden biri olan Abbas Kiarostami'nin bu filminin Bergman filmlerinden aşağı kalır yanı olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Yaşam ve ölümün, değer ve değersizliği üzerine çok çarpıcı bir gözlem yapıyor. Sonunda tercihini de çok anlamlı bir şekilde yapıyor. Umut ve umutsuzluk arasında gidip geliyorsunuz film boyunca ve filmin sonunda birisi geliyor sizi buluyor. Hangisi olduğunu söylemeyeceğim; çünkü dangoz köşe yazarı değilim. 1997 yılında Cannes'de Altın Palmiye (boş filme vermezler) aldığını belirtmeliyim. Bence mutlaka izlenmesi gereken bir film. İran'ın kozmopolit yapısı filmde de çok etkili bir şekilde kullanılmış. Bizim ülkemizdeki milliyetçileri kızdıracak bölümler de mevcut filmde; ancak bunlar dar ufuklu insanların dert edecekleri detaylar bana göre. Kültür, dil, mekanlar o kadar tanıdık ki hemen hemen iki üç sahnede bir günlük hayatınızda kullandığınız bir kelime duyuyorsunuz. İran gibi kapalı bir toplumda çekilen nitelikli eserlere bundan sonra hep var olacağım.

15 Mayıs 2010

Demirkubuz Röportajı (1997)

Kıskanmak'la ilgili araştırma yaparken, Demirkubuz'un kişisel sitesinde bu röportajı okudum ve ilgincime gitti. Paylaşmak istedim.


Neşe Düzel. Hayat, Yürekle Düzenin Çatışmasıdır. Yeni Yüzyıl. 1997.

Hayat, yürekle düzenin çatışmasıdır

1964 doğumlu Zeki Demirkubuz, “Sinemaya Zeki Ökten’in kapısını çalarak girdim. Kendimi hep onun asistanı olarak tarif ediyorum,” diyor. 1994’te çektiği ilk filmi C Blok ile ödüller alan Demirkubuz, ikinci filmi Masumiyet’le de bu yıl Altın Koza’yı aldı ve Antalya’da, en iyi 2. film başta olmak üzere, ödülleri topladı. 1980–84 arasında TİKKO davasından üç yıl hapis yatan Demirkubuz, liseyi dışarıdan bitirip İ.Ü. Basın Yayın Yüksek Okulu’ndan mezun oldu.

Masumiyet filminin hikâyesi aklınızda var mıydı?

Vardı. Öyküsünü dört yılda yazmıştım. Senaryosunu ise karar verir vermez, üç ayda bitirdim.

Masumiyet filmindeki tipleri, yani başka bir erkeği seven kadına aşık olan ve bu uğurda bütün hayatını yakan bir erkeği, sevdiği erkek uğruna fahişe olan bir kadını, bütün bu insanları ya da bunlara benzerleri hiç tanıdınız mı?

Çok. Özellikle 12 Eylül’de siyasi yönüm gelişmeden önce ben bayağı o dünyadaydım. Yaşım küçüktü ama tombalacılarla, pezevenklerle beraberdim.

Filmdeki Uğur ve Bekir gerçek mi?

Filmdeki Yusuf (Güven Kıraç) aslında yüzde yetmiş benim. Uğur (Derya Alabora) ve Bekir (Haluk Bilginer) ise belli ölçülerde yaşadığım iki kahraman. Kısaca anlatayım. 12 Eylül’de yakalanmadan bir yıl önce bir triko atölyesinde ütücüydüm. Bir gün oraya Güngören’in overlokçu kızlarına hiç benzemeyen anarşist ruhlu bir kadın işçi geldi. Bu kadının bir dostu vardı. Adam kadını çok kıskandığı için bir arkadaşının atölyesine gözaltında olsun diye makastar olarak getirip koymuştu. Kadın bir gün bana “Ben seni götüreceğim,” dedi. Ben o sıralarda 16, 17 yaşındayım. O da otuzunda. Bana “Az sonra özel arabamız gelecek, bekle,” dedi. Biraz sonra bir Dodge kamyonet geldi. Şoför sakin bir adamdı. Kadın, “Bu benim aşığım. Salak, 15 senedir benim peşimde, ben herkese veriyorum ama bir tek buna vermiyorum. O zaman iyice kışkırtılıyor. Eskiden çok zengindi. Bütün parasını yedi. Ailesini terk etti. Beni bırakması için çok uğraştım ama bırakmıyor. Madem böyle mutlu oluyor, ben de izin veriyorum,” dedi. Filmde Bekir’in anlattığı hikâye bu işte. “Abla sen niye böylesin,” diye sordum ben.

Niye böyleymiş?

Hayatındaki tek insanın kardeşi olduğunu, ama askerdeyken öldürüldüğünü, artık hayatta başka hiçbir şeyin onun için önemli olmadığını söyledi. Bizim aramızdaki ilişki duygusal bir ilişkiye dönüştü. Ama ben aranmaya başladım ve yakalandım. Metris cezaevinde iki buçuk yıl yattıktan sonra davam açıldı. İlk mahkemede tribünlerde annemi ararken bu kadını, Nihal’i gördüm. Çok kötü oldum. O ağlamaya başladı, ben de ağladım. Fakat koğuşlara dönerken beni nasıl bulduğu aklıma takıldı. Hemen gittim iddianameyi okudum. Meğer kardeşi benim yargılandığım örgütün eylemlerinden birinin sonucu öldürülmüş. Filmde Orhan’la Zagor’un aynı insan oluşunu işte böyle yaşadım ben. Türkiye buydu. İnanılmaz bir kurgu vardı ortada. Zaten bu kurguyu fark edince başka kurguları da fark ettim. Ve Türkiye’deki anlamıyla Marksizm’den uzaklaştım. Hayatın insan kalbiyle düzen arasındaki bir çatışma olduğunu gördüm. Dolayısıyla Muazzez Abacı’nın Hasan Heybetli’nin peşindeki serüvenine de daha farklı bakmaya başladım.

Siz filminizde hayatın kenarındakileri anlatıyorsunuz. Fahişeler, pezevenkler, yoksullar, sabıkalılar, Yeşilçam’ın yok ettiği insanlar… Kıyıda yaşayan insanlar bir tutku uğruna hayatlarını daha mı rahat harcıyorlar sizce?

Evet. Bizim mahallede bir çocuk vardı. Karşılıksız olarak bir kıza âşık oldu. Aşırı uyuşturucu kullanmaktan ve veremden öldü sonunda. Son sözü de “yaktı beni” oldu. Yaşanıyor bunlar. Ferdi Tayfur’un şarkısı gibi bu. Orhan Gencebay’ın, Müslüm Gürses’in müritleri veya alt popüler kültürle böyle bir bağ kurmuş olan insanlar potansiyel olarak hayatı yok saymaya, feda etmeye adaylar. Sadece tutku uğruna da değil, daha düzeysiz, fedai boyutunda da bu böyle. Ülkemizin politik tarihine baktığımızda da devletle bu insanların karşılıklı olarak birbirlerini beslediklerini görürsünüz. Yani yok etmenin, öldürmenin bir nedeni devletse, diğer nedeni de buna hazır olan insanlar.

Film, insanların hayatlarında zaman zaman içine kısılıp kaldıklarını, bir kapandan kurtulamadıklarını olağanüstü bir başarıyla ve duyarlılıkla anlatıyor. Siz böyle bir kuşatılmışlık duygusunu yaşıyor musunuz peki?

Evet. Samimi olarak söylüyorum. İnsan zaten ne yaşarsa, ne hissederse, neyi biliyorsa, neyin peşindeyse ve neyin kaygısını duyuyorsa onu anlatır. Kuşatılmışlık duygusunu hayatımın her döneminde giderek daha fazla yaşadım ben. Bugün de, üç yıl öncesine göre daha fazla kuşatıldığımı hissediyorum. Çünkü her sözün, her ilginin, her bilginin anlamı size biraz daha kuşatılmışlık olarak geri geliyor. Bugün Doğu’daki savaşı, kayıplar meselesini, evi yıkılmış bir insanın durumunu gördüğüm, buna ilgi duyduğum zaman bu bana biraz daha huzursuzluk, kuşatılmışlık, kıskaca alınmışlık olarak geri geliyor.

Filmin kahramanlarının dramlarını, hiç melodrama düşmeden çok insani ve inandırıcı bir biçimde anlatırken, bir yanda da hep fonda eski Türk filmleri ve onların inandırıcı olmayan diyalogları duyuluyor. Niye hayatın gerçeği ile Türk filmlerinin gerçek dışılığını çarpıştırdınız filmde?

Bunun birkaç nedeni var. Türk filmleri benim büyümemin bir parçası. Beş yaşından başlayarak bilmem kaç yaşına kadarki serüvenimde annem, babam kadar bir gerçek onlar.

Ama filminizde de Türk filmlerini fonda kullanış tarzınız sanki biraz bir öfkeyi de içinde barındırıyordu. Yeşilçam’a karşı biraz öfkeli misiniz?

22 yaşındaydım, o sokağa bir yönetmeni aramak için geldim ilk. Bir kere Yeşilçam hiç hayalimdeki gibi değildi. Arap Celal diye filmlerden tanıdığım bir yardımcı oyuncuya aradığım yönetmeni sordum. Bana küfretti, cevap vermedi. Zaman geçti Yeşilçam’da çalışmaya başladım. Tugay Toksöz’ün bir hastane köşesinde, Yadigâr Ejder’in Taksim Parkı’nda öldüğünü gördüm. Oradaki yoksulluğu, sömürüyü gördüm. Bana perdede gösterdiği dünyaya ait, hayallerime ait hiçbir şey göremedim. Meğer bir imajinasyonmuş. Bu kadar yok edicilik bana çok fazla geldi.

Hâlâ öyle mi?

Evet, yok edicilik devam ediyor. Ama bu karşılıklı bir şey. Buna sinema emekçileri de göz yumuyorlar. Sömürü, sömüren kadar sömürülenin de buna izin vermesiyle gerçekleşen bir eylem.

Türk sinemasının Türk insanının hayatında nasıl bir rolü var? Niye hepsi seyrediyorlar?

Kendi hayatlarında bulamadıkları ilişkileri gösteriyor. Bence bütün Türkiye, Yeşilçam filmlerindeki drama benzer bir dram yaşıyor. Yeşilçam nasıl gerçek hayatı görmüyorsa, halk da kendi gerçek hayatını, kendi gerçeğini görmüyor. Halk da imajinasyonu görmeyi seçiyor. Yeşilçam senaryoları seyircinin bu beklentisiyle hep uzlaşıyor. Bu uzlaşma telaşı bugün daha da düzeysizce sürüyor. Çünkü eskiden o filmleri yapan yapımcılar ve işletmeciler son derece ticari olduklarını biliyorlardı ve bunu başka türlü gösterme eğilimini taşımıyorlardı. Ama bugün Türk sineması kendisinin başka türlü algılanmasını istiyor. Daha sorgulayıcıymış gibi lanse ediliyor. Oysa bu birkaç yönetmen dışında doğru değil.

Filminize geri dönersek… Filmdeki oyuncular, en küçük rolde olandan başrolde olana kadar hepsi çok başarıyla oynuyorlar. Oyuncularınızı hangi ölçülere göre seçtiniz?

Türkiye’de oyuncu seçmek zor. Çünkü yetenekli oyuncu sayısı çok kısıtlı. Sinemayı bir yere atlamak için kullananlar var bunlar ortada.

Taşra otellerinin ıssızlığı ve yalnızlığı, o otellerin bekleme salonları da sanki filminizin oyuncularından biri. Böyle otelleri daha önceden biliyor muydunuz yoksa filmi kurarken mi bu otelleri keşfettiniz?

Taşra otellerinin bekleme salonlarındaki nedensizlik, ürkeklik, içe dönüklük, yalnızlık benim çok iyi bildiğim bir şey. Çünkü hapisten çıktıktan sonra bir yıla yakın Anadolu kasabalarında işportacılık yaptım ve mallarımla birlikte bu tür üçüncü sınıf otellerde kaldım.

Filmi çok az bir parayla çektiğiniz söyleniyor. Kaç paraya mal oldu bu film?

75 bin dolara çıktı. Üç yıl dizi çektim, minimal yaşayıp 50 bin dolar kazandım ve bunu sinemaya yatırdım.

Bir Amerikan filminin tanıtımının kaçta kaçıdır bu?

Amerikan filmini boş verin. Ağır Roman’ın reklâm bütçesi, yapımcısı söylüyor, 200 bin dolarmış.

Az paramız olduğu için iyi film çekemiyoruz görüşlerine katılıyor musunuz?

Genel anlamda katılmıyorum. Teknik araçların fonksiyonunu reddetmiyorum ama birinci sorun hiçbir zaman para olmadı. Bence birinci sorun samimi olarak söyleyecek bir sözünün olmasıdır. Ancak böyle bir sözü olanlar doğru düzgün filmler çekerler. Doğru düzgün romanlar, şiirler yazar. Benim söyleyecek sözüm var ve sinema yapıyorum. Ama birçokları neden yaptıklarını değil, neden yapamadıklarını anlatıyorlar. Para yok, devlet yardım etmiyor diyorlar.

Peki Türk sineması, dünyanın da kabul edeceği kendine özgü bir anlatım dili bulabilir mi sizce?

Ben böyle bir arayışın olduğundan şüpheliyim. Zaten Türk sineması diye bir olgu benim için yok. Hayatımızda Türk sineması diye bir şey var tamam ama bunun ne anlama geldiğini kimse açıklamıyor. Türk sineması dediğim zaman gözümün önüne bir şey gelmiyor. Yapım, anlatım, dil ve estetik geleneği olmayan bir şey var ortada. Oysa bir ülke sinemasından söz ettiğimiz zaman bütün bunların olması gerekiyor. Türkiye’de sinema yapanlar var sadece benim için.

Tekrar Masumiyet filmine dönersem, filmdeki karakterlerin hayat hikâyeleri çok çarpıcı. Hatta neredeyse fantastik hikâyeler. Ama bunları çok inandırıcı bir biçimde anlatmışsınız. Bunu nasıl becerdiniz?

Bu insanlar gerçek. Filmin gerçekliği de oradan geliyor. Bir şeye siz inanıyorsanız, anlatacağınız şey ne kadar bilinmeyen ve ne kadar ekstrem olursa olsun inandırırsınız. İnanıyorsanız, inandırırsınız. Bekir’in hikâyede Uğur’un gençliği olarak pırlanta diye anlattığı bir kız var. Ben Tozkoparan’da işportacılık yaparken bu kızı tanıdım. Alkolik bir zabıtanın kızıydı bu. 17 yaşındaydı. İnanın her cumartesi semt pazarına inerdi. Bir ritüel gibiydi bu onun için. Saat üç civarında ki, pazarın en yoğun olduğu zamandı, bu kız pazara girerdi, nasıl bir ifade ve yüzse, önüne bakarak ama herkese bakarak şöyle bir yürürdü, pazarda on beş dakika hayat dururdu. Bütün satıcılar bu kıza bakardı. Aylarca bu kız benim hayallerimde yaşadı.

Peki, filminizde bir de pezevenk ve fahişe var. Filminizde sevdiği kadını satan erkek zorlanıyor ama kendini satan kadın sanki pek zorlanmıyor. Kendini satmak başkasını satmaktan daha mı kolay sizce?

Değil. Gerçi bu Uğur’la Bekir’in kişilikleri arasındaki farkla ilgili bir şey ama tabii bir de erkekle kadına yüklenen anlam farkının ortaya çıktığı bir durum bu. Bu ülkede kadının fahişelik yapması kabul edilmiş bir olgudur. Ama erkeğin kadını satması pek normal değildir. Toplum erkeği kınar. Fahişelik pezevenklikten daha normaldir. Çünkü fahişeliği kadın, pezevenkliği erkek yapar.

Ayrıca filminizde erkekler acı çekiyorlar hep. Kadınlar ise durumlarını kabullenmiş görünüyorlar. Kadınlar acı çekmiyorlar mı sizce?

Elbette çekiyorlar. Aşk meselelerinde de kadın erkekten daha güçlü ve tutarlı. Kadın acısına boyun eğiyor ve bu boyun eğişi bir karşı duruş şeklinde de yaşıyor. Acısını çok fazla etrafına bulaştırmıyor. Erkek ise bulaştırıyor, acılarını daha göstererek yaşıyor.

Siz henüz iki film çektiniz. Yeni bir isim olarak ortaya çıktınız. Türk sineması size nasıl davranıyor?

Bir kısım yaptıklarımı gerçekten takdir ediyor. Ama bir kısım var ki, şu anda ciddi bir şekilde söz sahibi olanlar bunlar, meseleyi sanki bir iktidar çatışması içinde ele alıyorlar. Zamanında yanında çalışıp ofis boyluğunu yaptığım, emeğim geçmiş bazı yönetmenler bugün beni görünce selam bile vermiyorlar. Oysa ben onların alanlarına da, kaynaklarına da karışmıyorum. Alıştığım, bedelini çokça ödediğim bir dünya benim bu.

Filminizin oyuncusu Güven Kıraç, Tanju Gürsu’yu dublajlı oynamakla suçladı. Bir oyuncunun dublajlı oynaması onun oyunculuğunu eksiltir mi?

Hayır. Eğer cesaretleri varsa bunu Tanju Gürsu’nun bir sorunu olarak tartışmasınlar. Bunu Türk sinemasının bir sorunu olarak tartışsınlar. Bu insanlara bu oyunculuk yöntemini dayatanlar yönetmenlerdir, prodüktörlerdir. Eğer cesaretleri varsa sorunu buradan deşsinler. Ama eğer sorun Tanju Gürsu’nun aldığı ödülse, o zaman da çıksınlar açık açık düşüncelerini söylesinler.

Bundan sonraki film projeniz ne?

Gene feragat ve arınma temasıyla ilgili bir yolculuk öyküsü olacak. Şubat, Mart ayında çekeceğim.

Neşe Düzel. Yeni Yüzyıl. 1997.

"Kıskanmak" (2009)

Zeki Demirkubuz'a eğilmeye karar verdiğimde, her gün bir Demirkubuz filmi izliyordum. İçeriden sadece filmlerin seslerini duyan annem "manyak bu la, her gün aynı filmi izliyo" demişti kardeşime. Auteur olmakla ilgili yazımda bundan bahsetmiştim. 23 Aralık 2008'de de şöyle bir yazı yazmıştım. Bir buçuk sene sonra bugün nihayet Kıskanmak'ı izleyebildim. İtiraf etmek gerekirse filmi izlerken acaba laflarımı yutuyor muyum yoksa yutmuyorum diye gidip geldim. Hala karar veremedim. Evet bu, kesinlikle iyi bir film ama bir Demirkubuz filmi mi değil mi karar veremiyorum. Hiç yapmadığı şeyleri yaptı Zeki Demirkubuz Kıskanmak'ta.
1- İlk defa bir dönem filmi çekti. Çok da ayrıntılı düşünmeyerek, Türkiye'de çekilmiş başarılı bir dönem filmi hatırlamıyorum ben. Belki biraz Salkım Hanımın Taneleri. İstanbul Kanatlarımın Altında'da kocaman tuvaller boyanarak eski İstanbul havası verilmeye çalışıldığını düşünürsek, bu durumu kolaylıkla teşhis edebiliriz. Zeki Demirkubuz'un da en önemli özelliği günümüz dünyasında geken, gerçekçi, sert filmler çekmek. Hala bir dönem filminin bir Demirkubuz filmi olamayacağını düşünüyorum. Çünkü bir dönem filmi Zeki Demirkubuz'un karşı olduğu "sinema hilelerine" çok başvurur. Etkileyici olmak için -mış gibi yapmak zorundadır, bu da Demirkubuz'un sinema anlayışına ters düşer.
2- İlk defa müzik kullandı. Müziği de sinema hilelerinden biri olarak görür ve bugüne kadar hiç kullanmamıştır. Burada kasttettiğim müzik kullanımı sahne içerisinde bir dekor gibi kullanılan müzik değil; bir duyguyu ifade etmek, seyirciyi alıp başka diyarlara sürüklemek için arka fonda çalan müzik kullanımı.

3- Sevişme sahnesi. Sanırım
Yazgı'da ima yoluyla bir şeyler vardı. C Blok'u da kendi deyimiyle yol haritasını aradığı bir film olarak kabul edersek, ilk defa sevişme sahnesi kullandı Zeki Demirkubuz.
4- Kıyıda köşede kalmış insanları değil, şehrin ileri gelenlerini işledi. Burjuva ahlakını masaya yatırdı.

5- Görsellik numaralarına başvurdu.

6- İlk defa afişte photoshop uygulamasına yer verdi.
Görüldüğü gibi Demirkubuz için bir çok ilki barındırıyor Kıskanmak. Amacım onu yargılamak, niye böyle yaptın demek değil. Herkes ve herşey gibi Demirkubuz da değişiyordur muhakkak. Teknik unsurlar göz önünde bulunduruluduğunda bir Demirkubuz filmi olmadığını düşündüğüm Kıskanmak, hissiyatta katıksız bir Demirkubuz filmi. Bundan sonra sinema yazılarında sıkça okuyacağımız üzere Kıskanmak'ın Senihası tam bir Demirkubuz karakteri. Kuşatılmışlıkla yaşıyor. Demirkubuz filmlerinde olduğu gibi kötülüğü temsil ediyor, ama infaz edilmiyor.

12 Mayıs 2010

"Pandora'nın Kutusu" (2008)

Mitolojide kişinin kendini keşfetmesi, bir şeylere karşı farkındalık yaşaması anlamına gelen Pandora'nın Kutusu hikayesi Yeşim Ustaoğlu'na ilham kaynağı olmuş ve bu iyi film ortaya çıkmış. Daha önce Yeşim Ustaoğlu filmi izlememiştim. Pandora'nın Kutusu'nun ilk sahnelerini geçenlerde TRT 2'de (şimdilerde TRT HABER oldu) gördüm ve bu filmi izlemeliyim dedim. Televizyonda filmi izleme özürlü olduğumu, filmleri bilgisayarda izlediğimi söylemek istiyorum bu arada. Farklı bir film olduğu o izlediğim ilk sekanslardan belliydi. Bir kendini keşfetme, gerçeklerle yüzleşme, arınma filmi olarak görülebilir Pandora'nın Kutusu. Bunu insanı rahatsız ederek (midesine sıkı bir yumruk vuraraka değil yani) yapmıyor, aksine güzellikleri, hoşlukları göstererek yapıyor. Aslan payı Karadenizli bir köy kadının oldukça başarılı bir şekilde canlandıran Fransız oyuncu Tsilla Chelton'nın. 90 yaşında hiç bilmediği bir ülkede ve hiç bilmediği bir dilde bu performans oldukça etkileyici diye düşünüyorum. Alzeimer hastası olan bu kadın ve çocuklarının-ve torunlarının- yaşadıkları düşündürücü olduğu kadar etkileyici de. Herkes kendini buluyor ve insanoğlunun aslında ne kadar acımasız ve ikiyüzlü olduğu yüzümüze farkettirilmeden tokat olarak iliştiriliyor.
Bu arada son zamanlarda ne kadar çok iyi Türk film izledim böyle..

03 Mayıs 2010

"Bal" (2010)

Bir önceki yazımda bahsettiğim, bazı karakterlerin düzgün Türkçe konuşması filme zarar veriyor dediğim film Bal (Semih Kaplanoğlu). Aynı handikap Sonbahar'da (Özcan Alper, 2008) da vardı. Doğu Karadeniz dağ köyünde doğup büyüyen biri nasıl İstanbul Türkçesi konuşur? Benim gibi bu tür şeylere önem veren insanlar var; fakat sayımızın fazla oluğunu düşünmüyorum. O yüzden de yönetmenler bu tür detayları atlayabiliyorlar. Bu ince ayrıntı filmin kusursuz olmasını engelliyor, çok iyi bir film olmasını değil. Bu blog, izlediğim en iyi üçlemeler arasına rahatlıkla koyabileceğim Yusuf Üçlemesinin son iki ayağına denk geldi. Her biri sanat filmi diye burun kıvrılan bu üçleme, evet gerçek bir sanat eseriydi. Zaten Bal, hepinizin bildiği gibi, Berlin'den Altın Ayı'yla döndü. Bu tür ödülleri kolay kolay vermezler, bunun da farkında olmamız lazım. IMDB ortalaması 7,07 olan 18 adet filmin arasından birinci seçildi. Üçlemenin her biri ayrı ayrı da izlenilir; fakat bütünlük açısından tarih sırasına göre izlenilirse daha fazla keyif alınır. Üçlemenin ortak teması iletişimsizlik, hayatın anlamsızlığı, küçük ayrıntılarda gizli olan derinlikler diye sıralanabilir. Ben artık bu tür filmlere burundan nefes alma filmleri diyorum. Filmin afişini beğenmedim.

02 Mayıs 2010

"Kosmos" (2009)

Hayat Var'la ilgili yazı yazarken "bütün filmlerine yedi verdiğim Reha Erdem'den nihayet sekizlik bir film" demiştim. Sekizlik filmleri devam ediyor Reha Erdem'in. Oldukça tuhaf bir film. Filmlerinde her daim mevcut olan o mistisizm bu sefer filmde başrolde. Bir adet biri gelir ve bir yeri değiştirir filmi. Anadolu taşrasının iki yüzlü samimiyeti bu filmde de belirgin bir şekilde kendini hissettiriyor. Xenophobia (yabancı düşmanlığı veya korkusu) Kars'ta kendisine vücut buluyor. Anlayamadığını hemen mitleştirip işin içinden sıyrılıvermek istiyor Anadolu insanı. Çıkarı çatıştığındaysa hemencecik mitini yıkıveriyor. Kosmos adındaki tuhaf kişiliğinin rutin yolculuğundan bir kesit Kosmos. Türk sinemasındaki mistik film ihtiyacını bu toprakların motiflerini başarılı bir şekilde kullanarak dolduruyor bana göre. Bazı karakterlerin çok düzgün Türkçe konuşması bana göre filmin tek handikapı. Bir sonraki yazımın konusu olan filmin de benzer bir handikapı var.