27 Eylül 2009

Roman Polanski yakalandı!!!

Ajanslara düşen habere göre, ünlü yönetmen Roman Polanski bir ödül almak üzere gittiği Zürih'te yakalandı. CNN linki burada. Türkçe link de burada. 1977 yılında, Jack Nicholson'ın Mulholland Dr.'daki evinde gerçekleşen bir hadise sonucunda, statutory rape (reşit olmayan kızla zorla veya rızası ile ilişkiye girmek) suçundan suçlu bulunmuştu. Sonra, bir daha dönmemek üzere, Amerika'dan kaçtı. Hatta The Pianist (Piyanist, 2002) filmiyle aldığı en iyi yönetmen oskarını arkadaşı Harrison Ford almıştı. Tecavüze uğrayan Samantha Geimer'in mahkeme tutanakları burada (dikkat +18). Amerika'ya teslim edilecek mi edilmeyecek mi? 2010 yılında gösterime girecek The Ghost (Hayalet) filmi son filmi mi olacak? Gelişmeleri merakla izliyoruz.

Tim Burton'ın yeni filmi

Favori yönetmenlerinden Tim Burton'ın hangi filmi çekmesini isterdin diye sorsalardı, hiç düşünmeden Alice in Wonderland'i (Alice Harikalar Diyarında, Lewis Carroll) çekmesini isterdim derdim. Sınırsız hayalgücü ve yönetmenlik yeteneğiyle Burton için bundan daha uygun bir proje olamazdı. Karanlık evren sularında gezinmeyi de çok seven Burton, Harikalar Diyarında aradığı bu karanlık evreni bulacaktır. Kendisiyle görüştüğüm Tim Burton, filmin 5 Mart 2010'de hem de 3D olarak vizyona gireceğini söyledi. Johnny Depp, Burton'la yedinci ortaklığını bu filmde gerçekleştirecek. Alice'i 20 yaşındaki Avustralya'lı oyuncu Mia Wasikowska (?) oynayacak. İşte resim.

Bu arada yazının başındaki soru için verilecek ikinci cevabım Dr. Jekyll and Mr. Hyde (Robert Louis Stevenson) olacaktır. 10 sene içinde Burton'ın bu projeyi hayata geçireceğini hissediyorum. Ölmez de sağ kalırsak, 10 sene içinde bu yazıyı hatırlatacağım. Ve elbetteki başrolde Johnny Depp olacak.

"Das Experiment" (2001)

Böyle başlığında das, auf olan filmleri çok severim (Das Boot, Das Leben der Anderen, Auf der anderen Seite, Angst essen Seele auf gibi). Şu sonuncusuna değinmem lazım bir ara, çok ilginç bir film. Her insanda hali hazırda var olan şiddet eğilimini, şerefsizleşme potansiyelini bilimsel bir şekilde ortaya çıkarmak için tasarlanan ve rastgele seçilmiş 20 bireyi bir hapishaneye tıkarak işe girişen bir deneyi konu alıyor Das Experiment (Deney, Oliver Hirschbiegel, 2001). Tıpkı A Clockwork Orange'da (Otomatik Portakal, Stanley Kubrick, 1971) olduğu gibi. Das Experiment'te gönüllük esas ve işin sonunda para vadedilirken, A Clockwork Orange'da faşizan bir şekilde mahkumlar bu deneyin kobayı oluyorlar. Das Experiment'in başrolünde Fatih Akın'ın favori oyuncularından Moritz Bleibtreu oynuyor. Bleibtreu zaten dünyaya oyuncu olarak gelmiş bir isim bana göre. Inglorious Basterd'de (Soyguncular Çetesi, Quentin Tarantino, 2009) olduğu gibi; yine bir Alman, unutulmaz bir şerefsiz portresi çiziyor. Jestus von Dohnanyi'nin oynadığı Gardiyon Berus performansı görülmeye değer. İtiraf edeyim, Alman sinemasını Fransız sinemasından daha çok seviyorum. Çok iyi filmler yapıyorlar. Das Experiment de bunlardan biri. Bu arada filme sesiyle destek veren Fatih Akın'ın, Auf der anderen Seite'nin (Yaşamın Kıyısında, 2007) bitişiyle ilgili olarak Das Experiment'ten etkilendiğini düşünüyorum. Belki de sadece tesadüftür.

26 Eylül 2009

En iyi 25 film afişi

premier.com sitesi en iyi 25 film afişini seçmiş. Bu liste içerisinde benim favorim Vertigo'nun (Ölüm Korkusu, Alfred Hitchcock, 1958) afişi. Bir film için afişin ne kadar önemli olduğunu hatırlatmaya gerek var mı? Bazı afişler en iş yapmayacak filmi bile listenin en üst sıralarına taşırken, bazı afişler de baştan izleme isteğinizi yok ediyor. İlginç bulduğum bazı film afişlerini sizlerle paylaşmak istiyorum.






21 Eylül 2009

İki kitap


Film izlemeye başlamadan önce mutlaka elimin altında bir kitap olurdu; fakat artık boş zamanlarımı film izlemeye ayırdığım için kitap okuma tempom çok düştü. Arada sırada sinema üzerine kitaplar okuyabiliyorum. Türkiye'de sinema üzerine çıkan kitap sayısı çok azdır. Bugün bunlardan iki tanesine dikkat çekmek istiyorum. Birincisi Türk sinemasının en saygın ve en iyi yönetmenlerinden biri olan Lütfi Akad üzerine çıkan bir kitap. Adı Sadeliğin Derinliğinde Bir Usta. Zaten Türkiye'deki sinema kitaplarının önemli bir bölümü derleme çalışmasıdır. Bu kitap da Lütfi Akad üzerine bir derleme çalışması. Henüz okumadım, alalı iki gün oldu. Asıl dikkatinizi çekmek istediğim şey bu kitabın fiyatı. Ankara Dost Kitabevi'nde iki liraya satılıyor. Evet yalnızca iki lira (ikimilyon halkın terminolojisine göre). İkinci kitabı ise beş sene önce okumuştum. Selda Tan Özdemir'in Kara Filmler adlı kitabı çok iyi bir çalışmadır. Sinemaya, filmlere, özellikle de kara filmlere yeni yeni merak sarmış bireylere şiddetle öneririm. Çok nitelikli, kapsamı geniş, iyi bilgilendiren bir kitap. Bu kitaptaki filmlerin hemen hemen hepsini gördüm ve sonuçtan oldukça memnunum. Coen kardeşlerin varlığından bu kitap sayesinde haberdar olmuştum örneğin.

19 Eylül 2009

Tarantinovari bir giydirme

Bu yazıyı yazarken sizlerin filmi izlemiş olduğunuzu kabul ediyorum. Death and the Maiden (Ölüm ve Bakire, Roman Polanski, 1994) filmiyle ilgili yazımı yazarken, Roman Polanski için "bence yaşayan en iyi yönetmen" demiştim. Dalgınlığıma gelmiş, zira Tarantino ölmemişken böyle bir yargıda nasıl bulunabildim hayret ediyorum. 7 Mart günü "He is back" başlıklı bir yazı yazmıştım. Bekledik ve gördük en sonunda. İşte bu uzaylı sinemasıdır. Bu adam dahinin de ötesinde bir şey. Her fiminde bambaşka atmosferler anlatıp da kendine has bir üslup oluşturabilmek, insanlara "işte bu bir Tarantino filmi" dedirtebilmek için dahiden de öte bir şey olmanız gerekiyor. Eminin Tarantino ilk kez solotest oynadığında tek bir piyon bırakmıştır.



Filmde aksayan hiçbir şey yok. Bazılarının dediği gibi gereksiz diyaloglar hiç yok; çünkü Tarantino çok iyi bir kalemdir. Ağzı çok iyi laf yapar. Dolayısıyla diyalogları özenle seçip, her zaman enteresan şeyler anlatır. Bu film de en büyük gücünü, ne hikaye anlatımından, ne görüntü yönetiminden, ne de oyunculuktan alıyor. Bu saydıklarım on numara iş olmasına rağmen bence film en büyük gücünü diyaloglardan alıyor. Ne demiştik? Bu film Tarantinovari bir giydirmedir. Atilla Dorsay bu filmde Tarantino'nun kendi kendine eğlendiğini, Nazilerden Tarantinovari bir intikam aldığını yazdı. Sinefil olan Tarantino elbette ki Hitler ve ekibini bir sinemada diri diri yakıp, kurşuna dizecekti. Tarihi çarpıtmakla suçlanıyor Tarantino. Allah aşkına kimin umurunda bu? Bugün tarih diye okuduklarımızın yüzde kaçı gerçek? Bu sebeple bu filme de Tarantino'nun sözde Nazi katliamı deyip geçelim.
Ve Christoph Waltz!
4 luni, 3 saptamani si 2 zile (Dört Ay, Üç Hafta, 2 Gün, Cristian Mungiu, 2007) filminde oynayan doktorun, şerefsiz rolünü çok iyi oynadığını yazmıştım. Chiristoph Waltz'in, bu filmdeki SS subayı rolünü görünce söyleyecek kelime bulamıyorum. Bu da uzaylı oyunculuğudur. 10 puan verdiğim 14. film oldu Inglourious Basterds.

15 Eylül 2009

İsmini duyunca izleme isteği uyandıran filmler

The Last Detail (Son Görev, Hal Ashby, 1973) örneğinde olduğu gibi, bazen bir filmin varlığından haberdar olursunuz ve o filmin mükemmel bir film olduğunu düşünürsünüz. İzleme isteğiyle dolarsınız. Bu isteği yaratan çoğunlukla filmin adıdır (title). Taxi Driver (Taksi Şoförü, Martin Scorsese, 1976) için izlediğiniz en iyi film derken, Scorsese'nin ayni ekiple üç sene önce çektiği, benzer temalı Mean Streets (Arka Sokaklar, 1973) adında bir filmi olduğunu öğrendiğinizde, bu filmi izlemeliyim diye düşünürsünüz. Çünkü filmin ismi size, pis (mean) sokaklarda yaşanılan şeylere kameranın yöneltildiğini çağrıştırır. Hitchcock hayranısınız. Filmografisine bakıyorsunuz ve Dial M for Murder adında bir filmi olduğunu görüyorsunuz. Gerçi filmin Türkçe adı "Cinayet Var"; ama İngilizce biliyorsanız, filmin adına bakarak Hitchcock'un neler yapabileceğini görmek için sabırsızlanırsınız.


Bazen filmin afişleri de filmin adını çok iyi pazarlar ve görme isteğini arttırır. I Heart Huckabees (Tesadüfler, David O. Russell, 2004) örneğinde olduğu gibi.


Yorumcu Sergen Yalçın'ın milli takım için yaptığı dahiyane yorumda olduğu gibi: her el papaz pilav yemez. Listede filmler için verdiğim puanlar da mevcut. Oradan bazen nasıl çuvalladığımı görebilirsiniz. Sonuç olarak, bir filmin adı çok önemlidir. Bizim sinemacılarımız da Kesişen Yollar, Birleşen Paslar, Aralık Fırtınası, Eve Gelişiş, Polis, Jandarma, Eltim ve Görümcem, Ot gibi film adları yerine daha dikkat çekici, iştah uyandırıcı film adları bulmalıdırlar. İşte liste:

1- Dial M for Murder (Cinayet Var, Alfred Hitchcock, 1954) 7.
2- C Blok (Zeki Demirkubuz, 1994) 7.
3- The Cook, The Theif, His Wife & Her Lover (Aşçı, Hırsız, Karısı & Aşığı, Peter Greenaway, 1989) 9.
4- Lost in Translation (Bi Konuşabilse, Sofia Coppola, 2003) 8.
5- Million Dollar Baby (Milyonluk Bebek, Clint Eastwood, 2004) 10.
6- Eternal Sunshine of the Spotless Mind (Sil Baştan, Michel Gondry, 2004) 9.
7- Gece, Melek ve Bizim Çocuklar (Atıf Yılmaz, 1993) 7.
8- I Heart Huckabees (Tesadüfler, David O. Russell, 2004) 5.
9- Vertigo (Ölüm Korkusu, Alfred Hitchcock, 1958) 8.
10- Requiem for a Dream (Bir Düş İçin Ağıt, Darren Aronofsky, 2000) 9.
11- The Devil Wears Prada (Şeytan Marka Giyer, David Frankel, 2006) 6.
12- Carlito's Way (Carlito'nun Yolu, Brian De Palma, 1993) 8.
13- Assault on Precinct 13 (13. Karakola Saldırı, John Carpenter, 1976) 6.
14- Mean Streets (Arka Sokaklar, Martin Scorsese, 1973) 8.
15- Kramer vs. Kramer (Kramer Kramer'e Karşı, Robert Benton, 1979) 6.
16- The House on Turk Street (Türk Sokağındaki Ev, Bob Rafelson, 2002) 7.
17- The Bird with the Crystal Plumage (Kristal Tüylü Kuş, Dario Argento, 1970) 7.
18- Vanilla Sky (Cameron Crowe, 2001) 7.
19- The Rocky Horror Picture Show (Jim Sharman, 1975) 7.
20- Vampyros Lesbos (Lezbiyen Vampirler, Jesus Franco, 1971) 4.

Belki içinizden bazıları, bu listedeki bazı filmler için "bunu mutlaka görmeliyim" diye düşünmüştür kimbilir?

12 Eylül 2009

İki tane çok merak edilen Türk filmi

Yıllardır merak ettiğim iki filmi nihayet izledim. Bu iki film de 90lı yıllara ait; yani Türk sinemasının en verimsiz, en bunalımlı, en çok eleştirilen dönemine. 1972 yılında 302 falan film çekilen ülkemizde, yanlış hatırlamıyorsam 1991-92'de falan 13-14 film çekilmişti. İşte bu dönemde ortaya çıkan bu iki film hakederek külte dönüşmüştü. Bir çok kez televizyonda verilmesine rağmen, ben kaçırmıştım bu filmleri. Nihayet bir şekilde izlemiş bulunuyorum.

Dönersen Islık Çal (Orhan Oğuz, 1993) tam da en bunalımlı döneme denk geliyor. Kız Kulesi Aşıkları, Sarı Tebessüm, Yengeç Sepeti gibi saçma sapan filmlerin çekildiği bir dönem. Nitelikli, alternatif tavrıyla dikkat çeken bir yapım. Marjinal hikayesi, o döneme göre söylenmemiş şeyleri söylemesi filmi kült yapıyor. O yıllarda Ferdi Tayfur'un, Fadimenin Düğünü klibiyle de popüler olan travestiler üzerine ilk kez bu kadar ciddi bir çalışma gerçekleştirildiğini görüyoruz (Kemal Sunal filmlerindeki Kız İsmet'i saymazsak). Hatta filmde fahişeyi oynayan, gencecik Derya Alabora "Bunlar çıktı, bizim işler kesatlaştı" diyor. Orhan Oğuz çok üst düzey bir yönetmen değildir: bence bu filmi farklı kılan kişi senaryo yazarıdır. Cemal Şan, benim çok sevdiğim Sekiz Gün Üçlemesi'nin yönetmeni. O zamandan belliymiş nitelikli bir yönetmen olacağı. Bu iki marjinal karakteri bulup, onlara bir noktada buluşturmak, aralarındaki dostluğu etkili bir şekilde perdeye yansıtmak maharet istiyen bir şey olsa gerek. Bu film hep, Gece, Melek ve Bizim Çocuklar'la (Atıf Yılmaz, 1993) beraber anılır. Aynı yıl gösterime girdiği ve aynı camiayı yansıttığı için.

Sinan Çetin Bay E'nin (1995) sonunda,bir film eleştirmenini konuşturarak aklı sıra eleştirmenlere giydirmiş. Çok da haklı şeyler söyleyen eleştirmene "ne diyor bu ya" gibi bir tavır takınan Sinan Çetin, son zamanlarda hep çuvalladı; ancak Bay E gerçekten kült olmayı hak eden bir film. Yavaş yavaş bunalımdan çıkılan bir dönemde çekilmesi, filmi teknik olarak da başarılı kılıyor. Tür olarak fantastik bir film Bay E. Yani mantık falan ararsanız maça otomatikman mağlup başlarsınız. Yapacağınız şey oturup, yönetmenin hayal gücünün ne kadar genişleyebildiğini seyretmek. O dönem için biraz erken olabilir bu tarz bir film çekmek ; ama kült filmin tanımı da budur zaten. Zamanında anlaşılamamış olmak bir filmi kült yapan en önemli özelliklerden biridir. İlgi çekici, hayatta bir kere izlenmeyi hak eden bir film Bay E.

09 Eylül 2009

"Death and the Maiden" (1994)

Bana göre yaşayan en iyi yönetmen olan Roman Polanski'den bir film izleme niyetindeydim uzun zamandır. Apartman Üçlemesi'ni gördünüz mü? Repulsion (Tiksinti, 1965), Rosemary's Baby (Rosemary'nin Bebeği, 1968), The Tenant (Kiracı, 1976) ile izleyip izleyebileceğiniz en iyi üçlemelerden birisidir. İşte bu filmlerin yönetmeni Polanski, tecavüz suçlamasıyla Amerika'ya girişi yasak olan Polanski, tecavüz üzerine bir film çekmiş 1994 yılında. Alien filmlerinin yıldızı Sigourney Weaver, Stuart Wilson ve İngilizler büyük oyuncusu Ben Kingsley başrolde. Filmin adı Schubert'in Der tod und das mädchen (Ölüm ve Bakire) adlı yaylı dörtlü eserinden alınmış. Filmdeki sapık, tecavüz ederken bu melodiyi kullanıyormuş. Bu aradan belirteyim çok iyi bir esermiş, hemen arşivime aldım. Film bir tiyatro oyunundan uyarlama olduğu için, tek bir mekanda ve kısıtlı bir zaman diliminde geçiyor. Bu tür filmler klostrofobi duygusunu yaratmada bire birdirler. Death and the Maiden (Ölüm ve Bakire) de bu duyguyu iyi yansıtıyor. Polanski'nin filmografisinde yukarıda saydığım filmlerin bir derece altına koyabileceğim bu film, yine de yönetmenin yetenekleriyle iyi bir gerilim olmayı başarıyor. Nedense Scorsese'nin Cape Fear (Korku Burnu, 1991) filmiyle bir benzerlik kurdum Death and the Maiden arasında. İkisinde de dağ başında bir ev ve karı koca ile manyak arasında ortaya çıkan bir gerilim söz konusuydu. Cipslik bir film.Bu yazının amacı, bilmeyenleri Apartman Üçlemesi'nden haberdar etmekti.

08 Eylül 2009

Keller bile saç uzatıyordu!

70ler Amerikan sinemasına olan hayranlığımı anlatmaktan dilimde tüy bitti, Scorsese'nin "neredeyse her hafta bir başyapıt izliyorduk" sözünü hatılatmaktan baydım biliyorum; ama 70ler öyle bir dönemdi ki evet, keller bile saç uzatıyordu. Bir önceki yazımda muhalif, dingin, enteresan, ama sevimli filmler izlemek istediğimde Hal Ashby'ye yöneleceğimi ve Jack Nicholson'ın oynadığı sevimli bir yol filmi gibi duran The Last Detail'i (Son Ayrıntı, 1973) izlemeyi düşündüğümü söylemiştim. Süpper bir filmmiş. Önce filmin adından başlayalım. Detail hepimizin bildiği gibi ayrıntı demek; ancak burada askeri geçici görev anlamında kullanılmış. Filmi izledikten sonra "son ayrıntı" size hiçbir şey ifade etmeyecektir. Son Görev gibi bir şeyler olmalıydı. Az önce söylediğim gibi film muhalif, dingin, enteresan ve de sevimli. Filmin konusu, 18 yaşının altında olan bir donanma eri(öğrencisi) 40 dollar çalmaktan sekiz sene hapse mahkum ediliyor. Bu çocuğu Portsmouth'daki hapishaneye nakletme görevi için Buddusky (Badass) ve Mulhall (Mule) seçiliyor ve kendilerine bol bol vakit veriliyor. Bu enteresan yolculuk sırasında, üç kafadarın, türlü türlü şehirlerde gerçekleşen maceraları ve aralarında bir bağ kurulması, biraz daha zorlarsak geçmişleriyle yüzleşmeleri anlatılıyor filmde. Filmde karakterler birbirlerine soyadlarıyla hitap ediyorlar, burada sistemin onların bireyselliğini kabul etmeyişinin bir eleştirisi de mevcut. Hatta bir kadınla bile tanışırken soyadıyla tanışıyorlar. Nicholson'ın oynadığı yine arıza bir karakter olan Buddusky'ye badass (hergele, baş belası vb) denirken; Otis Young'ın oynadığı zaman zaman mantıklı davranan Mulhall karakterine mule (katır) deniyor. Çocuğun adı ise Meadows (çayır çimen). Vietnam savaşına ve sorumlularına ince ince giydirmeyi de ihmal etmiyor film. Askeri yaşam tarzının eleştirisi de mevcut. Entersan karakterler, ilgi çekici hikaye, yol filmlerinin sürükleyiciliği sayesinde bu dokundurmalar rahatsız edici boyutlara varmıyor. Çok sevdim bu filmi.

05 Eylül 2009

"Harold and Maude" (1971)

Artık üzerinde mesai yapmam gereken bir yönetmenim daha var. Hal Ashby'nin sadece Being There (Orada Olmak, 1979) adlı filmini seyretmiştim. Çok beğenmememe rağmen; sakin, durağan, muhalif yapısı beni etkilemişti. Harold and Maude (Harold ve Maude, 1971) da aynı tarz bir kimyaya sahip. Egzantrik, muhalif, dingin bir film izlemek istersem bundan sonra Hal Ashby'ye yöneleceğim. Adında "ve" olan filmler hep ilgimi çekmiştir. Thelma and Luise, Bonnie and Clyde, Lock, Stock and Two Smoking Barrels, Monty Python and the Holy Grail, Charlie and the Chocolate Factory, Romance and Cigarettes, Hannah and Her Sisters, Crimes and Misdemeanors, Butch Cassidy and the Sundance Kid, Four Weddings and A Funeral, The Squid and the Whale, Eternity and a Day, Gece, Melek ve Bizim Çocuklar gibi filmler beğendiğim filmlerdendir. Harold and Maude'dan ise, en sevdiğim blog olan Flying Dutchman blog sayesinde haberim oldu. İlerleyen günlerde açacağım bir dosya olan "ismini duyar duymaz görme isteği yaratan filmler" listesine koyacağım bu filmi. Hemen izledim. İki enteresan kişinin yollarının kesişmesi sonucu yaşanılan hayret verici olaylardan oluşuyor film. Bu kişilerden biri 17-18 yaşlarında, intihar eğilimli Harold; diğeriyse 80 yaşlarında, yaşam dolu (filmin afişinde öyle görünmüyor olabilir), hiçbir şeyi ve hiçbir kimseyi takmayan Maude. İkisinin de ortak özelliği hobilerinin cenaze törenlerine katılmak olması. Bu sıradışı arkadaşlık evliliğe doğru gidiyor ve neler neler oluyor..Dediğim gibi atmosfer yaratmada çok başarılı bir yönetmenmiş Hal Ashby. The Last Detail (Son Ayrıntı, 1973) adlı Nicholson'ın oynadığı bir filmi var, indirmeye başladım. Galiba çok iyi bir film.

02 Eylül 2009

Son 15 yılın en iyi filmleri

Yarım saat olmamıştı, kargodan beş yıldır abonesi olduğum Sinema dergisini alalı. sigarayaniklari.blogspot.com adresinden, Sinema dergisinin son 15 yılın en iyi filmlerini seçmek için bir anket başlattığını öğrendim. Hemen Arşiv.xls dosyamı açtım ve filmleri süzdüm. Yukarıdaki liste çıktı ortaya. Sinema dergisinin, bu şekilde okur anketlerini devam ettirmesini diliyorum.