31 Ocak 2011

"Biutiful" (2010)


Bana göre günümüzün en parıltılı yönetmenlerinden olan Meksikalı Alejandro Gonzalez Inarritu'nun dördüncü uzun metraj filmini izledim. Daha önceki filmleri: "Amores Perros/Paramparça Aşklar ve Köpekler", "21 Grams/21 Gram" ve "Babel/Babil" dayanılmaz insan dramları olarak gösterilirler. Bu üç filmin de senaryosunu arkadaşı Guillermo Arriaga'yla beraber yazmışlardır. Kesişen hayatlar olarak bilinen tarza sahip bu filmlerden sonra benzer birçok film çekilmiştir, hatta burada bile. Inarritu ilk defa Arriaga'sız bir film çekti. Bu sefer kesişen hayatlar yok; ancak büzüşen hayatlar yine var. Son iki üç yıldır futbol tarihinin gelmiş geçmiş en iyi takımı olarak gösterilen FC Barcelona'nın bulunduğu şehir turistik ögeleriyle tanıtılır hep. Yüksek bir refah seviyesi, kaliteli turistik tesisler, gelişmiş bir entellektüel kültür seviyesi Barcelona'nın imajıdır. "Biutiful"un kahramanı Uxbal da Barcelona'da yaşıyor ve arka mahalleleri arşınlıyor. Ken Loach'un "It's a Free World.../Özgür Dünya"sındaki Anj karakteri gibi göçmenlere yasadışı iş ayarlayan bir taşeron. Bu kelimeden bugünlerde nefret etsem de Uxbal'e göre kendisi bir sömürücü değil zorda kalanlara yardımda bulunan bir nevi Robin Hood. İki çocuğu ve bir ayrılıp bir birleştiği manik bir karısı var. Sorunlar diz boyu ve bir de üstüne kanser hastalığı gelince tam bir Inarritu dog eat dog dünyası kendisini belirtiyor. Javier Bardem'in oyunculuğuna diyecek yok. Kanıyla canıyla hayat veriyor Uxbal karakterine. İnanılmaz güzel gitar melodileri de dikkatimi çekti. "Biutiful"un Inarritu filmografisinin en zayıf halkası olduğunu düşünüyorum. Tam bir yedilik film. Filmin karakter analizini yeterince iyi yapamadığını gözlemledim. Oyuncu performansına fazla odaklanarak kişiliğindeki açmazları, çelişkileri hakkıyla resmedemediğini düşünüyorum. Yine de şu günlerde herhalde gidilecek en iyi filmlerden biridir. Ortalığı kurtlar, şahin ka.lar, ayı yogiler, dracoolalar sardı. Bir iki günde izleyeceğim Abbas Kiarostami filmi "Certified Copy/Aslı Gibidir" hariç Ankara sinemalarında izlemek istediğim bir film yok gibi.    

27 Ocak 2011

"District 9" (2009)

Peter Jackson'ın prodüktörlüğünde, Güney Afrikalı yönetmen Neil Blomkamp'in ilk filmi "District 9/Yasak Bölge" 2009'un en sürpriz filmlerinden biriydi. Daha önce uzaylıları mazlum rolünde pek görmemiştik. İzlemedim ama Speilberg'in "The War of the Worlds/Dünyalar Savaşı" için benzer yorumlar okuduğumu hatırlıyorum. Sonuçta Spielberg bu, ne kadar bam teline dokunabilir ki? Ama "District 9" oldukça dikkat çekici bir film bana göre. Sadece modern toplumlarda değil iyi kötü toplum olan her yerde gözlemlenen yabancı düşmanlığı "District 9"da çok başarılı bir alegori şeklinde vücut buluyor. O zavallı uzaylıların hiçbir şekilde zerre kadar değerleri olmadığını gözlemliyorsunuz. Ama biliyoruz ki o karidesler aslında her gün sokakta gördüğümüz belki de içinde yer aldığımız depozitosuz insan yığınları. Filmin başlarında seyreden belgeselvari havanın beni sıktığını itiraf edeyim ama giderek temposunu yakalıyor ve çok özgün, çok dikkate değer bir filme dönüşüyor "District 9". 

22 Ocak 2011

Tam bir bayan filmi...

Normalde hiçbir platformda bir araya gelme imkanımız olmayan bir filmdi "Confessions of a Shopaholic/Bir Alışverişkoliğin İtirafları" (2009). Imdb puanı beş küsürdü ve sonunda erkekle kadının öpüştüğü bir romantik komedi filmi beni kolay kolay ikna edemez. Beraber yaşlanacağı erkeğin hayaliyle yaşayan bir bayanın ısrarları sonucunda izlemek zorunda kaldım bu filmi. Kendisine bu ütopyası uğrunda başarılar diliyorum. Kaliteli örneklerine her zaman var olduğum romantik komedi türü benim en kolay infaz yapabileceğim bir türdür aslında. "Shopaholic"i de ilk dakikalarda infaz ettim doğal olarak. Aslında bayanların alışveriş tutkusu gibi iyi film çıkabilecek bir malzemeyle uğraşmasına rağmen, hemen türün klişelerine başvurarak sınıfta kalmayı başardı. Zaten Jerry Bruckheimer'ın yapımcısı olduğu filmler bana uzak dursun. Bir de bir Amerikan romantik komedisinde de bayan karakter Apple marka laptop kullanmasın be abiciim...

Çalışarak zengin olun...(???!!!)

Bu söz Said Nursi'nin filmde talebelerine verdiği öğüt. Kendimi sosyalizme yakın buluyorum. Bu yüzden ne Atatürk ne de Said Nursi benim için bir kutsallık taşımıyor. Hiç kimse taşımıyor. İkisi de benim için üzerinde sağlıklı yorumlar yapılması, araştırmalar yapılması gereken tarihi kişilikler. Yapıyorum da zaten. O yüzden, bilmem kimin bilmem kime verdiği ayar: paylaşmayan müslüman değildir tarzı bir izleyici olarak gitmedim "Hür Adam: Bediüzzaman Said Nursi" filmine. Siyasetle ve sinemayla ilgilenen biri olarak bu sinema olayını görmek istedim. Aslında geçen hafta gitmek istemiştim; fakat yer yoktu. Bir cemaat dersanesinin öğrencilere bedava bilet dağıttığını duydum. Dün gittiğim seansta ise bir cemaat ilköğretim okulunun öğrencileri, öğretmenleri eşliğinde salonda hazır vaziyette idiler. Benim dışında iki, üç erkek seyirci ve ota b**a ağlayan bir genç kız vardı. Bir sinema filmi olarak "Hür Adam"ı değerlendirmem mümkün mü? Sanmıyorum. Çünkü herkes biliyor ki bu film başta aşağı bir propaganda enstrümanı. Ama yine de kısaca bir şansımı deneyeyim. Sanatsal değeri STV'nin dizileri seviyesinde. Oyunculuklar lise müsamerisi. Dekor ilköğretim müsameresi. Kurgu at şeyinde kelebek gibi. Duvarda asılı şapkalara vurgu yaparak, masonik Cumhuriyet kadrolarını ellerinde viski kadehleriyle komplolor düzenlerken gösteren sahne kadar absürd bir sahne hatırlamak için hafızamı zorlamam lazım. Kısaca film bir şeye benzemiyor. Dini hassasiyetleri yoksa biraz estetikten anlayan hiç kimsenin "Hür Adam"a iyi film diyebileceğini sanmıyorum. Peki bir Said Nursi filmi olabilir mi? Elbette olur. Hayatı bir sinema filmi için fazlasıyla malzemeyle dolu. Psikolojik buhranları var örneğin. İslami kesim içerisinde bu olaya objektif bir şekilde yaklaşıp, iyi bir film çekecek bir isim ben göremiyorum; çünkü buna çapları yetmez. Sonsöz olarak: hep Atatürk'ün mitleştirildiğini eleştiren İslami kesimden biri gelsin 15 gün susuz yaşasın, Ak Parti İl binası önünde kendimi yakacağımı buradan ilan ediyorum.

16 Ocak 2011

"Kara Köpekler Havlarken" (2009)

Bir gün önce izlediğim ve beğendiğim "Çoğunluk" adlı filmle bazı benzerlikler taşımasına rağmen sevemedim "Kara Köpekler Havlarken"i. Mehmet Bahadır Er'in bu ilk filmi sokağa kamerasını yönelten, alternatif hayatlar üzerine kelam eden bir film olduğu iddiasında. Gerçekten de İstanbul Çeliktepe gibi lümpenizmin en yoğun yaşandığı, sürekli bir şeylerle mücadele eden insanların bulunduğu bir yerde ve çoğunlukla sokakta geçiyor film. Faça Şahin'i olan deli dolu bir bitirimle biraz daha aklı başında gibi duran başka bir bitirimin bir alışveriş merkezinin güvenlik işini almak istemesi ve mahallede orda burada başlarına gelen olaylar işleniyor. Bir önceki yazımda da belirttiğim gibi Türkiye bir AVM çöplüğü oldu artık. Sayıları 220'yi aşan bu parıltılı mekanlar insanlara ihtiyaç duymadığı veya alamayacağı şeyleri satmak için tasarlanmıştır. Bunun yanında, 2004 yılında çıkan Özel Güvenlik Kanunu'nu takiben hali hazırda ülkemizde 170 bin civarı özel güvenlik elemanı istihdam edilmekte. Bu sayı 134 ülkenin ordusundaki asker sayısından fazla. Bu iki durumdan ben oldukça rahatsızlık duyuyorum ve "Kara Köpekleri Havlarken" bu iki durumu konu ediyor. Bu olguları hakkıyla eleştiremediği için sevemedim filmi. Filmin delikanlı kültüne yaptığı övgü gözlerden kaçmıyor. Böyle bir takım trip kesmeler, ucuz delikanlı numaraları, Erkan Can'ın çizdiği gizemli-hikayesi olan mafya adamı tipi falan filmi lümpen kültürünün karışına değil yanıbaşına koyuyor bence. Tıpkı "Başka Semtin Çocukları" gibi. O filmden bir adım ileride ama "Çoğunluk"un epeyce gerisinde buldum "Kara Köpekler Havlarken"i. İlginçtir iki kötü filmde de Volga Sorgu oynuyor. Filmin bana kattığı en önemli değer artık takip edilecek bir oyuncumun daha olması. Bu arada bu filmin çekimlerinde kötü bir olay yaşandı. Yeterince siyah olmadığı için siyaha boyanan köpeklerden biri alerji sonucu öldü. Yakınlarına baş sağlığı diliyorum. İyi pazarlar.

15 Ocak 2011

Neşet Ertaş mı, Doğuş mu?


Bu yazı filmin sağlıklı şekilde izlenmesini etkileyebilecek bilgiler içerebilir.
Neşet Ertaş'ın söylediği Zahidem türküsünü kaç defa dinlemişimdir bilemiyorum. "Çoğunluk"un (2010) Mertkan karakteri bunalımlı bir anında Zahidem'i  küfür ederek es geçip Doğuş'tan çok kötü bir arabesk şarkıyı tercih etmesi ilgimi çekti. Sanki filmin özeti gibiydi. Geçen senenin Antalya Altın Portakal'a festivaline Kusturica olayı damgayı vurunca; en iyi film, yönetmen, erkek oyuncu ödüllerinin sahibi "Çoğunluk" tabiri caizse gümbürtüye gitti. Sonrasındaysa "New York'da Beş Minare" dallamalığının 900 kopyayla gösterime girmesi "Çoğunluk"un önünü bayağı tıkadı. Hoş, bunlar olmasaydı da kış uykusuna yatmış bir ayıdan farksız olan çoğunluk yine bu filme ilgi göstermeyecekti eminim. Çok çok iyi film...
 


Kendilerine Yeni Sinemacılar diyen bugüne kadar "Gemide", "Laleli'de Bir Azize", "Takva", "Dar Alanda Kısa Paslaşmalar" gibi filmler ortaya koyan ekibin kanatları altında ilk filmini çeken Seren Yüce (erkek) orta, üst-orta sınıfa dair bir film çektiğini belirtiyor. Benim hemen aklıma bu sınıfın sayısal olarak çoğunluğu temsil etmediği, ezilen yoksul kesimlerin çoğunluğu teşkil ettiği geldi. Yönetmen de bir röportajında şöyle diyor: Çoğunluk ismini sayısal bir ifade olarak kullanmadım. Bir bakış açısının, yani ötekileştiren, ayrımcılığa yol açan bir bakış açısının, toplumda rahatlıkla kabul görebildiğini anlatmak istedim. Çünkü tehlikesini fark ettirmeden yayılıyor. Kendisinden başka herkesi dışlayıp, düşman ilan ettiğinde kendisi için her şeyi meşru görüyor. Filmde baba ile oğul arasındaki ilişkide görüldüğü gibi bu durum, bu bakış açısı kendinden sonrakilere de aynı şekilde aktarılıyor.

Geçtiğimiz günlerde öğrenci protestoları gündemdeydi biliyorsunuz. İktidar her zamanki gibi bir alicengiz oyunu yapıp bazı öğrenci temsilcileriyle görüşüp, bakın biz öğrencilerin seslerini dinliyoruz demeye getirmişti. Cumhurbaşkanı Gül'le görüşen bir öğrenci temsilcisi, Jaguar marka arabası olduğu ortaya çıkınca beni ötekileştirmeyin diye serzenişte bulunmuştu. Bilinçli insanlar bu açıklamaya bir taraflarıyla güldüler. Filmde de fotoğrafı çekilen çoğunluk işine gelen her kavramı, her olguyu kendi askeri yapmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyor demek istiyorum. Bu çoğunluğa ait olan Mertkan ve babası filmin merkezinde bulunuyor. Aslında çook uzun süredir devam eden fakat AKP Türkiye'sinde artmış gibi gözüken milliyetçileşme-muhafazakarlaşmanın ve kaçınılmaz olarak sığlaşmanın en tipik örneği Mertkan'ın babası. Uzun yıllardır hayranı olduğum Settar Tanrıöver'in mükemmel performansı sayesinde unutulmaz bir karakter oluyor Kemal. Milliyetçi, muhafazakar, cinsiyetçi, bencil, çıkarcı, üçkağıtçı, militarist, konformist, faşist bir karakter. AKP Türkiye'sinde mantar gibi türeyen yeni zenginlerden. Parası var ama kültürel altyapısı yok. Oğlu Mertkan'ı da kendisine benzetmek için elinden geleni yapıyor. İyi bir karakter olarak görülebilecek ama sistem (yani Kemal) tarafından eli kolu bağlanmış olan annenin Mertkan'a söyledikleri ilginç.: böyle duygusuz insanlar nasıl yetiştirebildim. Kemal kendisinde kodlanmış olan ezme, sömürme, yok etme içgüdüleri gereği iktidarını sağlamlaştırmak için her yolu deniyor. Gelelim bir gün bu iktidarın devredileceği Mertkan karakterine. Böyle bir baba tarafından çetin bir kuşatılmışlıkla yetişen Mertkan, filmin başlarında duygusuz, isteksiz, motivasyonsuz silik bir profil çizmektedir. Kankalarıyla AVM'lerde takılan, hayatı boyunca bir kitap okumamış tipik bir günümüz tüketici boş gençlik örneğidir. Annesi kendisine sen zaten hayatta hiçbir şeyi istemedin ki der örneğin. Etrafında dönen hiçbir şey yorumlamadan yaşayan bir hayalet gibidir. Ta ki hayatına aşk girene kadar. Buna ne kadar aşk denir tartışmalı olsa da Van'lı garson kız Gül'le cinsel-duygusal bir şeyler yaşar. Filmi başarılı bulduğum noktalardan biri de burada yatıyor. Günümüz emperyalist güçlerin Türkiye'ye biçtiği rol bir hizmet ve inşaat ülkesi olmak. Sanayi zaten hiç olmadı, potansiyeli olan tarım da AKP politikaları sayesinde öldürüldü, geriye de sayısı 220'yi aşan anlı şanlı AVM'leriyle hizmet ve inşaat sektörü kaldı. Bu iki sektörden gelen Gül'le Mertkan'ın yollarının kesişmesi de anlamlı bir tesadüf olmuş bana göre. Gül'ün etnik kökeni, hadi filmin yapmadığını yapıp telafuz edelim Kürt olması elbette baba Kemal'in iktidarını tehdit edecekti. Allah'a şükür ki Müslüman ve Türk olan ve hayata diğer milyarlarca insana göre 2-0 galip başladığını düşünen Kemal oğlunu Gül'den uzaklaştırmak için her yolu denemekte kararlı görünmektedir. Çok az da olsa vicdanlı görünen Mertkan aslında iyi, doğru ve güzel adına bünyesinde hiçbir şeyi barındırmamaktadır. Peki seçimi ne yönde olacaktır? Bugün bir bira içmek için yaş sınırını 23'e çıkarmaya hazırlanan hükümet, silah bulundurma ruhsatı yaş sınırını 18'e düşürerek nasıl bir Türkiye istediğini açıkça gösteriyor ve filmin sonu da bu gelişmeyle paralel bir şekilde bitiyor. 
Mertkan performansıyla Bartu Küçükçağlayan'a bir parantez açmak istiyorum. İnanılmaz başarılı. Settar'ın aslında son yılların en iyi performanslarından birini göstermesini bile gölgeleyecek kadar başarılı. Mutlaka o da böyle bir insandırı akla getiriyor. 
Bazı ufak tefek karikatür diyaloglar haricinde gerçek bir başyapıt "Çoğunluk". 
 


Çoğunluk film fragmanı (Altın Portakal en iyi film ödülü)
Yükleyen milyonlarinsevgilisi. - Film ve TV kanalındaki diğer videolara göz atın

12 Ocak 2011

"1 Mesaj Alındı" (2008)


Kitschlikler dünyasından bir film daha. Bir gün sinema sever bir genç adam ve onun anti-tarantinocu erkek kardeşi pikniğe giderler. Hiç hesapta yokken, oldukça kısıtlı olanaklarla o anda akla gelen bir projeyi hayata geçirirler. Muhtemelen dünyanın en kısa zamanda çekilen filmi özelliğini koruyan "1 Mesaj Alındı"yı paylaşmak istiyorum. Filmde; karakterin mesaj yazarken geri dönüp silmesi, Türkçe karakteri silmek içindir; çünkü Türkçe karakterle giden mesaj iki katı daha pahalıdır. Burada yönetmenin vermek istediği mesaj: o muhteşem doğal ortamda bile kapitalist insan ne kadar kar edeceğini düşünür. Alakasız konu: bugün bir lise dokuzuncu sınıf öğrencisi "ihmal etmek"in anlamını sordu.

09 Ocak 2011

"The Big Lebowski" gelmiş geçmiş en iyi kara komedi filmidir: aynen öyle abi!

Bir klişe düşmanı olarak elbette son günlerde ağızlardan eksik olmayan aynen öyle kalıbını eleştirecektim. Gerçi ben son günlerde diyorum ama ekşi sözlüğe baktığımda uzun zamandır bu kalıptan şikayetçi olan insanların olduğunu gördüm. Ajda Pekkan da 2008 yılında Aynen Öyle adlı albümü çıkarmış (bu arada şimdi dinledim de ne kötü şarkıymış be!). Sanırım o albümden sonra kullanımda bir artış olmaya başladı. Bu kalıbı kullanan birisini görünce Woody Allen filmlerinde olduğu gibi kadehimi alıp uzaklaşmak istiyorum. Çok okuyan, araştıran, bilimsel düşünen insanımız bu lafı sanki tartışma bitirici, zihinleri berraklaştırıcı bir gösterge gibi kullanıyor. Mesela: x: osuruktan teyyare selam söyle o yare tarzı bir yorum... y: aynen öyle abi...Ve tartışma bitmiştir, bütün soru işaretleri tarihe gömülmüştür. Bu kalıbı eleştirmek için uzun zamandır iddialı bir yoruma ihtiyacım vardı. Dün bana misafirliğe gelen sap grubuyla beraber Coen'lerin başyapıtı "The Big Lebowski/Büyük Lebowski"yi izleyince aradığım iddialı cümleyi buldum. Aslında bu benim filmi dördüncü kez izleyişimdi ama halen izlerken yarılabildiğimi gördüm. Aslında grup içerisinde çok kıl, hiçbir şeyi beğenmeyen, ben komedi filmi sevmiyorum diyen biri vardı. O bile filmi beğendi. Walter'ın akılla ziyan çözüm önerileri ve replikleri, Ahbap'ın inanılmaz umursamazlığı ve salaklığı, Donny'nin çok sempatik saflığı ve neredeyse her karakteriyle her repliğiyle klasik olmuş bir başyapıt. Aynen öyle abi! -the royal we maan-

Gördüğüm en kanlı film


Bu sadece benim yorumum değil bilinen bir gerçek. Sadece final sahnesinde 300 litle sahte kan kullanılmış. Peter Jackson'ı Yüzüklerin Efendisi'ne götüren film olarak da kabul edilir "Braindead" (1992). Yeni Zelanda fonunda geçen bir korku komedi filmi, bir zombi filmi parodisidir. Hayvanat bahçesi görevlilerinin Kafatası adasından Sıçan Maymun'u çalmalarıyla başlar film. Böylelikle 2005 yılında hayata geçirdiği projesinden bildiğimiz King Kong hayranlığını afişe eder Jackson. Sonra "Psycho/Sapık"a göndermeler yapmaya başlar film. Sorunlu bir anne oğul ilişkisi vardır. Babası ölmüş Lionel baskıcı annesiyle beraber yaşamaktadır ve annesi oğlunun ahlaksız kızlarla arkadaşlık yapmasını istememektedir (playing with the filthy girls). Sıçan Maymun tarafından ısırılan anne bir zombiye dönüşür ve birçok korku filminde görebileceğimiz ipin ucunun kaçması vakası meydana gelir. Lionel'in en yakınındakiler birer birer zombiye dönüşürken onlara kıyamayan Lionel mahsende komik ve iğrenç durumlara maruz kalır. Eğlenceli bir film "Braindead". Hem kaba komedi hem de korku ögeleri barındırıyor. Sam Raimi'nin "Evil Dead/Şeytan" ve George Romero'nun da Zombi filmlerinin parodisi olarak kabul edebiliriz. Türün hayranları için gömülü hazine niteliğinde. Hassas bir mideniz yoksa eğlenceli bir 95 dakika vadediyor. Aşağıdaki videoda en iyi sahnelerinden oluşan bir seçki bulunmakta. Tekrar uyarıyorum midesi hassas olanlar için uygun değil.  


Best of braindead - Peter Jackson
Yükleyen Taraaf. - TV dizilerini ve programlarını online izleyin.

05 Ocak 2011

İştah açıcı sahneler 6


Bu yazı dizisini epeyce bir zamandır ihmal ettim. Videoları kesmek, biçmek, yüklemek gibi zahmetli bir iş olduğu içindir herhalde. Bugün Bolu gibi bir yerde çok iyi bir Adana kebap yedim. E5 üzerinde, İstanbul yönünde, Çizmeci petrolün yanında Fenerbahçeliler lokali (!) var. İyi Adana kebap yaptıklarını söyleyebilirim. Lezzet durakları listeme aldım kendilerini. Bu Adanayı yerken aklıma Yılmaz Güney'in "Umut" (1970) filmi geldi. Türk sinemasında çığır açan bir filmdir. 1970 yılının koşulları düşünüldüğünde elimizde mükemmele yakın bir film vardır. Aslında Yılmaz Güney'in az sayıda olan toplumcu filmlerinden biridir, belki de en iyisidir. Toplumsal eşitsizlik o kadar naif ve dozunda verilir ki siyasi film diyemezsiniz "Umut" için. Fenerbahçeliler lokalinde Adanayı yerken bu filmdeki Adana kebap sahnesi geldi aklıma. Henüz Adana'da Adana kebap yeme şerefine nail olamadım ama anlatılanlar hiç aklımdan çıkmıyor. Güney'in filmi de Adana'da geçiyor ve adım adım yok olmaya doğru giden arabacı Cabbar'ın hikayesinde dönüm noktası olan define arama macerasının arefesinde, aile kebap yemeye gidiyor. Film siyah beyaz olmasına rağmen ne zaman bu sahneyi görsem ağzım sulanır. Yaşlı kadının yeme sahnesi de beni hep tebessüm ettirir. Paylaşmak istedim. Eylemlerim sürecek..

Fenerliler lokalinde yediğim Adana böyle bir şeydi.

02 Ocak 2011

Feys

Facebook'un hikayesini hepimiz biliyoruz. 2004 yılında Marc Zuckerberg tarafından Harward üniversitesi yurdunda kurulan sanal arkadaşlık sitesi günümüzde bir fenomene dönüşmüş durumda. 500 milyon aktif kullanıcıya sahip ve Türkiye 23 milyon kullanıcıyla Amerika, Endonezya ve Birleşik Krallıktan sonra dördüncü sırada yer alıyor. 26 Eylül 2006'dan sonra herkese açık olan Facebook'a ben yaklaşık bu tarihten bir yıl sonra üye olmuştum. Yani Türkiye'de ve yaşadığım şehirde ilklerden biriyim. İlk zamanlar çok hoşuma gidiyordu. Ne zaman Superwall olayı çıktı yani video, resim paylaşmak mümkün oldu kamyonun freni patladı. Türkçe dil seçeneğinin de mümkün olmasından sonra Recep İvedik'in dediği gibi ipini koparan gelmeye başladı. Bu kadar popüler olmasının sebepleri bana göre: 1- İnsanlarda potansiyel olarak var olan "Rear Window" etkisi, yani gözetleme merakı. Kompleksli ruhun kendisinin yapamayıp da başkalarının yapabildiğiyle ilgilendiği sır değil. Facebook bu konuda çok ucuz maaliyeti olan bir olanak sunuyor insanlara. 2- Facebook'un insanlara yine emek sarfetmeden bir somebody (önemli kimse) olma imkanı sunması. Hayatında kitap kapağı açmamış insanlar bu platformda kanaat önderi gibi hareket edebiliyorlar. Sakız kabından çıkmış sözler, bir sürü anlamsız yorum, bir sürü gereksiz grup sayesinde hayatta bir şey başaramamış insanlar bir topluluğun üyesiymiş gibi kendilerini hissedebiliyorlar. Bilmem kimin bilmem kime verdiği ayar veya kapak cevap türü videolar, nefret söylemini içselleştiren gruplar, iddia ederim şunu şunu yapabilirim tipi topluluklar sayesinde; sistem tarafından iliklerine kadar sömürülen insanlar katarsis yaşamış oluyorlar. Günümüz toplumunun en büyük sorunlarından biri olan sığlaşmanın çok önemli bir enstrümanı olarak görüyorum Facebook'u. Peki bu kadar eleştiriyorsun da sen neden kullanıyorsun feysi derseniz? Kullanmıyorum. Hesabımı kapattım. Facebook hesabı olmayınca insan kendini bir şey sanıyor. Şimdi kendimi somebody hissediyorum diyebilirim. Orada geçirdiğim ve bana hiçbir şey katmayan zamanı artık daha faydalı işlerde kullanabilirim.



Facebook hesabımım David Fincher'ın "The Social Network/Sosyal Ağ"ını izledikten sonra değil önce kapatmıştım. Gelelim filme. Daha önce de bir kaç kere yazmıştım. Biyografi filmlerini genel olarak sevmiyorum; çünkü bu filmlerin bir misyonu oluyor. Ne anlatırsa anlatsın o kişinin etrafında dönüyor her şey. Bütün yan hikayeler, bütün yan karakterler o kişiye bağlanıyor. Biyografi türünden iyi filmler de izledim. "Shine/Parıltı" gibi çok iyi bulduğum örnekler de var ama ben bir Al Capone biyografisi yerine "The Untouchables/Dokunulmazlar" gibi Al Capone'nun bir yerlerinden iliştiği bir filmi tercih ederim. "The Social Network" de Facebook'un kurucusu Marc Zuckerberg'in biyografisi. Senariste göre yüzde yüz gerçek değil. Ama film eveleyip gevelemeden Zuckerberg'e asshole (şerefsiz faşist iki yüzlü) muamelesi yapıyor. Bütün emeği geçenleri 300, 500 milyon dolar verip defeden ve 25 milyar dolarlık Facebook'a sahip olan Zuckerberg, filme göre bu motivasyonu kendisini terk eden kız arkadaşından intikam almak için yapıyor. Bana inandırıcı gelmedi. Dolayısıyla filmin dramatik çatışma anlamında sorunlu olduğunu düşünüyorum. Dünyanın şu andaki en büyük fenomenini yaratan adamın motivasyonunu bu bildik Hollywood (hatta Yeşilçam) numaralarıyla açıklamak kolaya kaçmak değildir de nedir? Yine de ilgi çekici ve sürükleyici bir film diyebilirim "The Social Network" için; fakat bunu Facebook ve kurucusunun şu anda çok büyük bir fenomen olmasına bağlıyorum ben. Imdb Top 250'de ne işi var hala anlayabilmiş değilim? Favori yönetmenlerimden biri saydığım David Fincher'ın ilk dört filmi; "Alien 3/Yaratık 3", "Se7en/Yedi","The Game/Oyun" ve "Fight Club/Dövüş Klübü". Sonrasındaysa galiba sinema tarihinin en önemli yönetmenlerinden biri olacak bir yönetmenin filmografisi değil kanımca. Neyse umudumu kaybetmeyeyim en iyisi. Bu blogda bana ettiğim lafları yalatacak işler çıkmasını gerçekten çok istiyorum ve böyle bir şey olunca belgeliyorum da zaten.

01 Ocak 2011

"Spring, Summer, Fall, Winter...and Spring" (2003)


Güney Koreli mistik yönetmen Kim Ki-Duk'un filmleri beni her zaman heyecanlandırmışlardır. Kim ki bu Duk derseniz; minimalist tarzın günümüzdeki en önemli temsilcilerinden biri olarak kabul edilen, tam bir festival yönetmenidir kendisi. Uzakdoğudan korku hariç film izlemeyeceğim yeminime onu dahil etmeyi hiç düşünmemiştim zaten. Bu ilginç isimli filmi de uzun zamandır aklımdaydı. Çocukluğumdan beridir yaşadığım yılbaşı günü ertesi sendromunu atlatmamda çok faydalı oldu. Sesini kıssanız dahi sıkılmadan izleyebileceğiniz bir film "Spring, Summer, Fall, Winter...and Spring/İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış...Ve İlkbahar". Sanırım bu filmle ilgili ilk bahsetmemiz gereken şey olağanüstü görüntü yönetimi olmalı. O klişe tanıma başvurursak, her sahnesi bir tual olan bir film.  Cennetten bir köşe olarak adlandırılabilecek bir mekanda geçiyor film. Özellikle ilkbahar ve kış mevsiminde kontrast renkler öyle büyüleyici bir şekilde veriliyor ki ağzınız açık kalıyor. İnsanın budist olup o göl evine gidesi geliyor. Bu filmi izlerken Bolu'nun Gölcük'ü aklıma geldi.


2005 tarihli "Bow/Yay" filminde de su kenarında geçen olağanüstü görüntülere yer vermişti Kim Ki-Duk. Gölcük'ü görse bir film çekmeyi düşünür müydü acaba?
Film adından da anlaşılacağı üzere bölümlere ayrılmış durumda. Bir göl evinde beraber yaşayan budist rahip ve ona usta diye hitap eden bir çocuğun başından geçenler mevsimlerle paralel olarak anlatılıyor. İnsan doğasını anlamaya çalışan ve iç huzuru arayan bir film. Masalsı sıfatını bu film için rahatlıkla kullanabiliriz. Bütün Kim Ki-Duk filmleri öyledir zaten. Gözlerden kaçmayan iki soru işareti var filmde. Bunlardan biri filmde kadına biçilen kafa karıştırıcı, doğruluktan çeldirici rol. Seksist bir film olarak değerlendirilebilir "Spring...". Bir diğer nokta da film çekimleri uğruna bazı hayvanlara işkence yapılmış olması hatta bazılarının canından olması. Bunun ufacık bir göl balığı olması bazı insanlarda etki bırakmamış olabilir ama benim gibi hayvan haklarına duyarlı bireylerde tepki oluşturduğu bir gerçek. Bu antipatik yönlerini görmezden gelirsem harika bir film diyebilirim "Spring..." için. Martin Scorsese'nin "Kundun"unu izlerken ne kadar boğulmuşsam, Kim Ki-Duk'un filmini de aynı oranda ilgiyle izledim.