27 Haziran 2011

"Say Anything..." (1989)

O indie posterden referans alarak izlemeyi düşündüğüm iki film içinde, bugün izlediğim "Say Anything.../Bana Sevdiğini Söyle"nin dün izlediğim "Drugstore Cowboy"dan daha iyi olduğunu hissediyordum. Yanılmamışım. 70ler Amerikan sinemasına olan hayranlığımla rekabet edebilecek bir dönemciğim daha var diyebilirim artık. O da 90ların Bağımsız ruhu. O bağımsız ruh hala yaşamaya devam etse de 90lardaki kaliteli örnekleri gerçekten satır kıymasından yapılmış Adana kebap gibi gidiyor. Cameron Crowe'un ilk filmi "Say Anything..." bir şeyler söylemeye çalışan, zeki, sevimli, sağ gösterip sol vurmayan, sol şeritten hızla akıp giden bir film.
Hayatın içerisinde aşk vardır. Ve de birçok insan için önemli bir yer tutar. Sinemanın da diğer sanat dalları gibi bu olguya kayıtsız kalması düşünülemez elbette. Ama ben insanların bu zayıf yanını uyanıkça keşfedip, aşk satar mantığıyla kotarılan klişe romantik komedileri sevmiyorum. Örnek olarak Meg Ryan filmlerini verebiliriz. Bu filmler, bazıları iyi seyirlik olmasına rağmen, aşkın sorunsuzca ilerleyen rüya gibi bir şey olduğu tezini savunması dolayısıyla beni sıkar. Onların yerine daha gerçekçi, aşkı olduğu gibi anlatmaya çalışan, insanları mutlu etmek diğer bir deyişle uyutmak misyonu taşımayan filmleri çok severim. "Say Anything..." de kesinlikle bunlardan biri. Amerikan filmlerinde sıkça geçen loser X somebody kelimleri yani kaybeden X önemli kimse olma olayını "Say Anything..." çok iyi çözmüş. İnsanlar sevgiliniz varsa size bir somebody muamelesi yoksa da loser muamelesi yapıyor. Bu ikiyüzlülük "Say Anything..."de çok tipik. "Being John Malkovich/John Malkovich Olmak" ve "High Fidelity/Yüksek Sadakat" filmlerinden iyi hatırladığım John Cusack'in başarılı sıradan guy performansıyla, Ione Skye'nın inandırıcı bayan başarı hikayesi performansının da yardımıyla bahsettiğim toplum ikiyüzlülüğü çok net bir şekilde hissediliyor. Çocuğun ismi Lloyd Dobler. Sıradanlığın tepe noktası olabilecek bir isim. Hiçbir filmde Lloyd isminde ciddi bir karaktere rastlamadım. Süper kızın ismi de Daine Court. Bizim milli bayramlarda günün anlam ve önemini belirten konuşmayı yapan kişi ismi gibi. Aynı zamanda Batı sinemasında hep bir sevimlilik potansiyeline sahip Diane ismi de çakalca kullanılmış. Lloyd'un kızı elde ettikten sonraki değişimi ve filmin ortalarında itiraf ettiği gibi kendine güveninin gelmesi, kadın-erkek ilişkilerinin değiştirici-dönüştürücü yanına çok iyi parmak basıyor. Filmin başlarındaki salak halleri inanılır gibi değil. Kızın da süper cv'sine rağmen aslında hep tiyatro yapan biri olması ve dolayısıyla yanında kendisini rahat, sahici bir insan gibi hissettiği Lloyd'a aşık olması çok doğal. Her aşk gibi bu aşk da iniş ve çıkışlara sahip. Zaten film boyunca bunları izliyorsunuz. Filmin bitişini de çok sevimli buldum. Bayağı özgün bir bitişi var filmin. Bu gömülü hazineye kayıtsız kalmamanızı öneririm. İyi Pazartesiler...


SAY ANYTHING: Movie Trailer. Watch more top selected videos about: Amy Brooks, Ione Skye

"Drugstore Cowboy" (1989)

Indie açılımı devam ediyor. O posterde yer alan bir indie izledim bugün. Sonuç "Sex, Lies & Videotape" kadar olmasa da tatmin edici. Zaten o zaman da yazmıştım. Indieler sizi sıklıkla hayal kırıklığına uğratabilir ama iyisine denk gelirseniz tadından yenmez. Son bir senede izlediğim en iyi filmler "Tape" ve "Sideways"di örneğin. "Drugstore Cowboy" bir junkie film.


Bu arada yeni bir seri başlatmayı düşünüyorum. Bilgisayarımda yer alan Moonstar.exe adlı sözlükte çok ilginç kelimeler var. Bunları paylaşmak istiyorum. Bu kelimeler bazı filmlerde geçiyorlar ve bahsedersem ilginç olabilir diye düşünüyorum. Junkie'nin anlamı için de resimdeki Moonstar ekran görüntüsünü vererek bu seriyi başlatmış olayım. En çok Coppola'nın "Rumble Fish/Siyam Balığı"ndaki Rusty James performansıyla hatırlanan Matt Dillon başrolde başlıktaki junkie'yi canlandıryor. Cool bir havası var Bob'un. Nejat İşler'in canlandırdığı kötü adam karakterleri gibi kötü ama karakterli karakterlerden. Ağzı laf yapıyor. Vicdan namına bir şeyler kalmış içinde. Bu junkie'nin çetesiyle başından geçenler ve sonra da yaşadığı büyük dönüşüm filmin hikayesi. Suç filmlerinden çok iyi biliyoruz ki once you are in, you are in yani bu işin dönüşü olmaz. Acaba Bob yırtabilecek mi? Bir regular guy (sıradan kişi) olabilecek. Önceleri küçümsediği sonra da sahip olmak istediği ev, iş, SSK üçgenine sahip olabilecek mi? Artık SSK kalmadı SGK gerçi. Hoş, sevimli bir bağımsız "Drugstore Cowboy". İyi gidiyor. Yönetmeni Gus Van Sant. Şu "Psycho/Sapık"ı plan plan kopyalayarak yeniden çeken adam.  

25 Haziran 2011

!!! MEKAN DEĞİŞİKLİĞİ !!!

İki üç gün önce bir meslektaşım tayin istedin mi diye sordu. Evet, İstanbul'a dediğimde ne cesaret dedi. İnsanların İstanbul'dan gereksiz yere korktuklarını düşünüyorum. Tayinim ilk tercihim olan Çekmeköy Vatan İlköğretim Okulu'na çıktı. Tabi ben bu tercihi gözüm kapalı yapmadım. Üç gün önce İstanbul'a gidip, düşündüğüm okulları ve çevresini bir bir gezip, bilgi topladım. Ve ne mutlu bana ki en çok istediğim yere tayinim çıktı. Çocukluk aşkımla buluşacağım için çok mutluyum. Sadece şurası bile İstanbul'da yaşamak için önemli bir sebep benim için. Yeni mekanım burası olacak. Orada yana yana aradığım ama bulamadığım Tayfun Pirselimoğlu filmleri "Saç" ve "Pus"u izleyebileceğim örneğin. Evim TT Arena'ya arabayla 15 dakika mesafede olacak. Emek sinemasına destek yürüyüşlerine katılabileceğim. IF İstanbul Bağımsız Filmler Festivali, Yansımalar'ı canlı dinlemek, 2. Abdülhamit'in zorunlu olarak konakladığı Yıldız sarayı, Talat Paşa'nın gizli telgraflar çektiği evi, Agah Özgüç'le tanışma imkanı, Zeki'nin takıldığı kaavede bekleyip kendisini görmek, Vedat Milör'ün tanıttığı lezzet durakları falan filan...Nothing else matters...Umarım bu laflarımı yalamam. 

24 Haziran 2011

"Ichi the Killer" (2001)


Tarantino'nun filmlerinden sonra estetize edilmiş şiddet diye yeni bir janr ortaya çıkmıştı. Aslında onun filmlerinden daha da eskiye dayanan bu türün en meşhurlarından biri de bizzat Tarantino'nun hayranı olduğu Takashi Miike tarafından çekilen "Ichi the Killer/Katil Ichi" filmidir. Uzun süredir aklımda olan filmi şu sıralar okuduğum "Asya Korku Sineması" adlı kitapta görünce izlemek istedim. Bazılarına göre gelmiş geçmiş en kanlı filmmiş. Kan meraklısı değilim ama bazen bu tür filmlerde zeka parıltısı görmeniz mümkün. Eğer zeka parıltısı varsa film sert bir etki bırakıyor üzerinizde. Bu partıltıyı ve beklediğim etkiyi bana sağlayamadı "Ichi the Killer". Bir şiddet pornosu olarak değerlendirilebilir film. Yani birincil amacı istismar etmek. Filmin tek artısı iki adet ilginç anti-kahraman performansı barındırması. Biri adından da anlaşılacağı üzere katil Ichi. Ben de sizler gibi afişteki adamı Ichi zannetmiştim. Oysa Ichi en az onun kadar psikopat ama görünürde çok düşük profil sunan biri. İkinci ilginç anti-kahraman performansıyse resimdeki Kakihara'ya ait. O da tipik bir mafya psikopatı işte. Jack Nicholson'ın canlandırdığı Joker karakterinden esinlenme bariz görülüyor. Bu filmin hayranı olanları anlamakta zorlanacağım. Ve hala bana göre ayrıca bilimsel verileri de göre en kanlı film "Braindead"dir. Eğer aradığınız buysa duyurulur.

20 Haziran 2011

Bir yiyecek bir içecek


Bazen kendimi sağlıklı beslenme freak'i gibi hissediyorum.  Sıfır katkı maddesi içerdiği iddiasında olan Doğa marka müsliyi bu yüzden seviyorum. Aslında Dr. Oetker'in müslisini de seviyorum. Tatmin edici miktarda iri taneler var içerisinde ama içeriğine baktığınızda bir sürü hoşuma gitmeyen madde var. Bugün tanıtmak istediğim yiyecek evet müsli. Sıkça Amerikan indielerinde görürüz. İki ebeveyn de çalışmaktadır (biri muhtemelen yalan söylemek üzerine kurulu al-sat tarzı bir işte çalışır). Sabahları vakit olmadığından çocuklara mısır gevreği tarzı bir şeyler verilir. O yüzden bu tarz yiyecekleri sevimsiz bulurdum ben. Tıpkı "Little Miss Sunshine/Küçük Gün Işığım"daki hazır kızarmış tavuk sahnesinden sonra bu yiyeceği de sevimsiz bulduğum gibi. Bağsur sorunu olan bir arkadaşımın yaşadıklarını anlatmasından sonra lifli gıdalara eğilmem gerektiğini hissettim ve markette gözüme ilişen müsliyi denemek istedim. Müsli lifli gıda açısından oldukça zengindir. Doğa marka müsli %65 tahıl içeriyor örneğin. O denemeden sonra artık diyebilirim ki radikal bir müsli taraftarıyım. Çok pratik olması bir yana sütle yenildiği için protein ihtiyacınızı da karşılamış oluyorsunuz. Ve muhteşem bir lezzet. Müsli yediğiniz zaman Amerikan indielerindeki kaybeden hayatını değil de sağlığınıza yatırım yaptığınız için bir winner hayatı yaşamış oluyorsunuz. Yiyecek buydu, gelelim içeceğe. Onun da sinemayla bağlantısı var.


Tabi bu içkinin sağlıklı yaşamla bir alakası yok. Hedonist yaşamla alakası var. Martiniden bahsediyorum. Sinemayla olan bağlantısı da James Bond'un favori içkisi olması. Shaken, not stirred repliği çok meşhurdur Bond'un. Bu arada, bir dönem tüm Bond filmlerini izleme arzusuyla işe girişmiştim. Sean Connery'nin oynadığı bölümleri seyrettim ama diğerlerini izlemek içimden gelmedi. Bundan sonra bir martini insanıyım. Martini, İtalya menşeili bir vermut. Vermut da bir çeşit aromalı şarap. Genellikle kokteyler de rastlanır ve bir masa içkisi olarak kabul görmez. Hatta bazılarına göre bir bayan içkisidir. Çok yumuşak, çok hoş bir içimi var martininin. Kadehi de resimde görüldüğü gibi zarif bir şeydir. Cin veya votkayla kokteyl yapılabildiği gibi dry martini yani sek olarak da içilebilir. Benim favorim sek olanı. İçerisine konulan yeşil zeytin de sinemada birçok erotik sahnede kullanılmıştır. Türkiye'de 40-50 lira gibi fahiş bir fiyata satılırken, ben havaalanı Free Shop'tan dokuz euroya aldım örneğin. Yurtdışında da bu fiyatta satılıyor. Yalnız bu ne tür bir şarapsa mantarlı değil ve tıpkı viski, votka gibi kapaklı. Dolayısıyla açtığınızda bitirmek zorunda değilsiniz. Akşam olsa da içsek...

19 Haziran 2011

"The Outlaw Josey Wales" (1976)

Clint Eastwood'un yönetmenlik kariyerinin ilk dönemlerinde yer alan "The Outlaw Josey Wales/Kanunsuz Josey Wales", kendisinin favori filmleri arasında yer alıyormuş. "Unforgiven/Affedilmez"in köklerinin yattığı film, Eastwood karizmasıyla ve kendisinin yönetmenlik dehasıyla süslü bir başyapıtımsı. Kesinlikle boşa sallamayan, tezi olan bir film. Tezi de Amerika Birleşik Devletleri'nin yanlış bir temelde kurulduğu, iç savaşın büyük bir trajedi olduğu ve kızılderelilere Amerikan halkının bir özür borçlu olduğu..Zaten Eastwood nasıl bir Cumhuriyetçi anlamakta zorlanıyorum. Gerçi Amerika'da Cumhuriyetçilikle, Demokratlığın çok farklı boyutları vardır ama Obama hayatta Cumhuriyetçi partiden aday olamazdı mesela. Kendisi bir ateist ve filmlerinde Demokratlardan görebileceğimiz izler var. Bir insandaki en büyük eksikliğin ırkçılık olduğunu düşünüyor Cumhuriyetçi Eastwood!!! "Unforgiven"da olduğu gibi yitirilen değerlere ağıt yakıyor. Bir kızıldereliyle kan kardeşliği yapan bir Cumhuriyetçiye zor rastlarsınız. Onları hakaret içeriği olan Injun yerine Indian diye çağırıyor bu filmde Eastwood. Geçen hafta yazdığım en sevdiğin 10 savaş karşıtı film listesinde belki yer almazdı ama bu filmi savaş karşıtı olarak nitelendiren yorumcular var. İç savaşta herkesin biraz öldüğünü söylüyor.
Sanat eserlerinde climax diye adlandırılan baş karakterdeki köklü değişiklik filmin başında yer alıyor. Önceden nasıl bir insan olduğu hakkında fikir sahibi olmadığımız çiftçi Wales'in ailesi Kuzeyliler tarafından katlediliyor. O yaşa kadar doğru dürüst silah tutmasını bilmeyen Wales artık duyguları kanal tedavisiyle alınmış bir gangstere dönüşüyor. Savaş bittiğinde teslim olmayı reddedip, Eastwood prototipi olan geçmişi problemli, tek başına takılan kovboy oluyor. Yolda karşısına çıkan iyilere yardım edip, kötülerin analarını belliyor. Bu deyimi Eastwood'un maço dünyasına vurgu yapmak için kullandım, özür dilerim. Kadın düşmanı değilim. Tarihin en önemli dönemlerine tanıklık eden Wales acaba yeni hayata nasıl entegre olacak? İlgiyle izlenen, çok ilginç okumalara sahip, teknik olarak da oldukça başarılı bir film "TOJW". Filmde Eastwood'un müthiş de bir tükürük performansı var. Uçan kaçan her şey onun tütünlü tükürüğünden nasibini alıyor. Bu sahneler biraz da Josey Wales'in savaşta tahrip olmuş kişiliğinin de yansıması. Babanın bu filmini izlememişseniz ve kendisinin yönetmenliğini ilginç buluyorsanız kaçırmamanız gereken bir film diyorum ben.

"Türk Sinemasında İstanbul"

Eylül'den itibaren İstanbul'da yaşama ihtimalim var. 24 Haziran'da belli olacak. Çocukluktan itibaren Türk filmlerine ilgi duyduğum için İstanbul benim için her zaman rüyalarımın şehri olmuştur. İlk kez 1988'de gittim İstanbul'a. Nereden hatırlıyorsun derseniz, yolculuk boyunca "Sezen Aksu 88" albümü çalıyordu da ordan hatırlıyorum. Sonra 1993'te gittim. Yalnızca bir gün boyunca Türk filmlerinde gördüğüm Taksim, Ortaköy ve Rumeli Hisarı'nı gezebildim. 2001'de gittiğimdeyse o kadar çok Türk filmi izlemiştim ki her yeri adres sormadan elimle koymuş gibi buldum. Ben şimdi Bolu'dan gitmek, İstanbul'da yaşamak istiyorum. Kültür-sanat-spor-siyaset faaliyetlerine katılmak için. Dün bizim okulun memuru, üç çocuklu bir adama İstanbul'a tayin istemeyi düşündüğümü, kültür-sanat faaliyetlerine katılmak istediğimi söylediğim de adam bana beş dakika boyunca x şehirde pazar yüz milyon, İstanbul'da 150 milyon, gitme diye tavsiye vermeye çalıştı. Sonra ona neden İstanbul'a gitmek istediğim anlatma çabamdan vazgeçtim. Bu arada Agah Özgüç'ün "Türk Sinemasında İstanbul" adlı kitabını bitirdim. Özgüç çok nitelikli bir kalem olmasa da Türk sineması için verdiği arşiv eserlerle sonsuz saygı duyduğum bir yazar. "Türk Filmleri Sözlüğü" ve "Yönetmenler Sözlüğü" gibi iki paha biçilmez esere ve sayısız değerli esere sahip. Bu eseri de Türk filmlerinde geçen İstanbul sekanslarıyla ilgili hiçbir yerde bulamayacağınız bilgiler içeriyor. Zengin görsel içeriği de kitabın diğer bir artısı. Hangi sahne hangi mekanda çekilmiş gibi bilgilere ulaşabiliyorsunuz bu kitapta. Her sinemaseverin kitaplığında mutlaka bulunması gereken bir eser. Bana da eğer tayinim çıkarsa o mekanları bir bir ziyaret etmek düşüyor.

18 Haziran 2011

"Gişe Memuru" (2010)


Aslında 22 Kasım 2010 tarihinden sonra var olmayan bir meslek gişe memurluğu. Bu tarihten itibaren nakit gişeleri kaldırılmış olup geçişler sadece OGS ve KGS aracılığıyla yapılmaktadır. Tolga Karaçelik'in bu ilk filmi belki bir on sene sonra anlaşılmazlık sorunu çekebilir ama yorumlardan okuduğum kadarıyla, gösterime girdiği tarihte benim gibi filmi iyi bulanların sayısı epeyce var. Sanat filmi kategorisine sokabiliriz "Gişe Memuru"nu. Klasik bir olay örgüsüne çok da sahip olmadan, durumlar ve duygular yansıtma seçeneğini benimsemiş. Bu tür filmleri kolaylıkla sıkıcı bulur insanlar; çünkü düşünmek, sorgulamak, yorum yapmak gibi emek isteyen davranışlar talep eder bu filmler. Geçen gün öğrencilere "Le fabuleuz destin d'Amelie Poulain/Amelie"yi izletirken filmi durdurup bu ne saçma film diyen var mı diye sordum. Bir tanesi sıkıla sıkıla evet dedi. En önde oturuyordu. Arka tarafı göremediği için, en az on kişinin çekindiğinden dolayı evet diyemediğini göremedi. Ama ben eminim ki gerçekten on kişi öyle düşünüyordu. Zaten çok da düşünmeden o filmi başlatmıştım ve sonra pişman oldum. Koy "Frozen/Donmuş"u, koy "Date Night/Çılgın Bir Gece"yi koy ara sokaklara dalmadan bulvarda ilerleyen filmleri çocuklar mutlu olsun. İzleyenlerin çoğu mutlu olmak için film seyreder. Daha farklı, eskisinden daha donanımlı bir insan olayım diye değil veya hadi insaflı olalım farklı bir şeyler görmek arzusuyla film izlemez izleyici. "Gişe Memuru"nu izlerseniz eskisinden daha farklı bir insan olabilirsiniz. Bunu; hayata bakış açınız değişecek, yeniden doğmuş gibi biri olacaksınız anlamında söylemiyorum. Bir sanat eseri tüketmiş olacaksınız. Kaç popüler filmde hayata müdaleci ebeveyn rolünü görebilirsiniz? Ama büyük ihtimalle gerçek hayatta yanı başınızda bir tane var. Halüsinasyonlar ve fantastik ögelerle de beslenmiş "Gişe Memuru". Ve çok iyi oyunculuklar var. En başta Antalya film festivalinde onaylanan, gişe memuru rolünde Serkan Ercan. "Uzak İhtimal"de gönlümü fetheden Nadir Sarıbacak var. Kendisinden bir de arıza karakter performansı görmeyi arzu ediyorum, eminim çok başarılı olacaktır. "Kıskanmak"taki donuk ama başarılı Seniha performansıyla dikkatleri çeken Nergis Öztürk. "Kosmos"daki supernatural performansıyla Sermet Yeşil. BKM sunar etiketiyle piyasaya sürüldü "Gişe Memuru" ama internet sitelerindeki filmlerimiz kategorisinde yer almıyor. Bu da garip bir ilişkiler yumağı. Zaman zaman Amerika'da görülen Tarantino sunar benzeri bir oluşum galiba. Çok ayrıntısını bilmediğim için yorum yapamayacağım. Bu aralar böylesine dingin, psikolojik, yormayan bir film izlemek iyi geldi. Bundan sonra genç yönetmenin takipçisi olacağım.



Gise Memuru Fragman / Toll Booth Trailer from Mantar Film on Vimeo.

15 Haziran 2011

Her şey satılık


Oyumu açıkladığım yazıya bir yorum geldi. Böyle ufak tefek partilere oy vererek yönetime ne kadar etki edebilirsiniz gibi bir yorumdu. Ben de yönetime etki etmek değil, sistemi baştan aşağı değiştirmek istediğimi yazdım cevap olarak. Bugün yaşadığım olaydan sonra gel de sisteme karşı olma! Bolu Kardelen sinemasında Selim Güneş adlı bir yönetmenin ilk filmi olan "Kar Beyaz" adlı bir film oynuyor. Gerek okuduğum bazı olumlu eleştiriler gerekse de gelecek hafta gerçekleştirmek istediğim Karadeniz, Hopa, Artvin, Gürcistan turumun Artvin ayağında çekilmiş olması dolayısıyla bu filmi görmek istedim. İnternetten kontrol ettiğim saate beş dakika kala gişedeydim. Filme hiç kimsenin gelmediğini, üç kişi olmazsa filmi oynatmayacaklarını söylediler. Ben de bir taahütte bulunduklarını ve buna uymaları gerektiğini söyledim. Onlar hala para, rant, çıkardan bahsediyorlardı. Sizi şikayet edeceğim diyerek İl Tüketici Hakem Heyetine gittim. Buradaki kadın da böyle bir şeyler ilgilenmediklerini, şikayet etsem bile bundan bir şey çıkmayacağını söyledi. Ben de üyesi olduğum sendikanın avukatını aradım. O da ukala bir tavırla böyle eften püften şeylerle uğraşmamam gerektiğini söyledi. O an kendimi yeryüzünde yapayalnız hissettim. İşte benim karşı olduğum olgu bu. Her şeyi para, rant, çıkar olarak algılama duygusu.. İnsani ve toplumsal değerlerin hiçe sayılması.. Her şeyin bir fiyatının olması.. Alışveriş merkezlerindeki pisuarların önünde reklam ekranı olması.. Samsun'daki bebeğin açlıktan ölmesi.. 41 milyon kredi kartı.. 20 milyar dolar portföy yatırımı.. Ve bunların yalakası, hayranı olan kişi ve kurumlar.. Bundan sonra Kardelen sinemasına Alfred Hitchcock söyleşiye gelse bile gitmem.

14 Haziran 2011

En sevdiğim on savaş karşıtı film


İnsanlık tarihinin başlangıcıyla birlikte 14.500 savaşın çıktığı, bu savaşlarda üç buçuk milyar insanın öldüğü ve sadece 300 yılın savaşsız geçtiği tahmin ediliyor. Daha geçtiğimiz günlerde Libya'ya gemilerini ilk gönderen ülke olan Türkiye de çocuklarına savaşlarla, bir yerleri fethetmeyle övünmeyi öğreterek sağlıksız nesiller yetiştiriyor. Kan, gözyaşı ve tecavüz anlamına gelen fetihlerin bu topraklarda neler ifade ettiğini biliyoruz ama Avrupa'ya çıkınca hanyayı konyayı anlıyorsunuz. Lise tarih kitaplarıyla gerçek hayatın ne kadar farklı olduğunu o zaman anlıyorsunuz. Bu savaşların filmleri de var elbette. Nasıl geçirdik, şöyle yendik, böyle yüce ırkız diye bağıran filmleri hiç sevmem. Başlıktan da anlaşılacağı üzere bugün favori savaş karşıtı filmlerimi yazacağım. Savaş karşıtı filmden, savaşın insan psikolojisi üzerine bıraktığı tahribatı resmeden filmleri kastediyorum. Rambo gibi bu tahribattan bile amigoluk çıkarmaya çalışan filmler de var elbette ama onlar yazımın konusu değil. Daha önceki Top 10'larımın aksine bu sefer alfabetik sırayı izleyeceğim; çünkü gerçekten hangisinin en iyi, hangisinin biraz daha az iyi olduğuna karar veremiyorum.

1- "Apocalypse Now/Kıyamet", Francis Ford Coppola, 1979.
Tesadüfe bakın, mutlaka ve mutlaka en iyiyi seçmek zorunda kalsam kesinlikle ilk üçte yer alacağına emin olduğum film alfabetik sıraya göre birinci sıraya geldi. Joseph Conrad'ın "Heart of Darkness" romanının Vietnam'a uyarlanması olarak tarif edilen film, çekim süreciyle birçok çalkantıya sebep olmuştu. Zar zor biten film Marlon Brando'nun bir tanrı-oyuncu performansını da barındırıyor. Redux versiyonunu izlemeyi uzun zamandır istiyorum, umarım bu yazı vesile olur. Gerçekten kıyametvari bir atmosfer yaratıyor ve savaşın tüm namussuzluğunu hissediyorsunuz.

2- "Birdy", Alan Parker, 1984.
80lerin gözde yönetmeni Alan Parker'dan muhteşem bir film. Blogların kapalı olduğu dönemde izlemiştim "Birdy"i ve gerçekten o dönem hakkında yazı yazmak istemiştim, bu filmi kitlelere (!) tanıtmak istemiştim. Savaş öncesinde arkadaş olan ve toplumla entegre olmada sorunlu iki arkadaşın, savaştan sonra yaşadıkları fiziksel ve psikolojik yıkımı dehşetengiz bir şekilde anlatıyor. Her ne kadar ben küfür etmesini sevmesem de muhtemelen film bittiğinde küfürlerle kalkarsınız yerinizden. 

3- "Born on the Fourth of July", Oliver Stone, 1989.
Bir önceki yazımın konusu olan film, üzerinden üç gün geçmesine rağmen hala üzerimde etkileri olan bir film. Tekrar Oliver Stone'a helal olsun diyorum.

4- "Full Metal Jacket", Stanley Kubrick, 1987.
Bu da yıllar geçmesine rağmen hala üzerimde etkisi olan bir film. Film iki bölümden oluşuyor ve ikisi de birbirinden beter. İlk bölüm askerlerin eğitim aşaması, ikinci bölümse sahada geçiyor. İlk bölümdeki R. Lee Ermy'nin canlandırdığı drill sergeant (eğitim çavuşu) Hartman performansını kim unutabilir? Şerefsizliğin kitabını yazıyor adam resmen. Ya er Pyle'ın intiharını kim unutabilir? Feci bir şekilde bir daha izleyesim var.

5- "Jacob's Ladder/Dehşetin Nefesi", Adrian Lyne, 1991.
Genelde suya sabuna dokunmayan filmler çeken Lyne'den beklenmeyecek kadar sert bir film "Jacob's Ladder". Post-Vietnam sendromunu işliyor ve halüsinasyonlar gören bir veteranla ilgileniyor. Bu halüsinasyonların çok etkili bir şekilde sunumu filmi unutulmaz kılıyor. Kasvetli-tuhaf atmosfer yaratımıyla izleyenleri tedirgin eden, dediğim gibi çok sert bir film.

6- "Platoon/Müfreze", Oliver Stone, 1986.
Stone'un Vietnam üçlemesinin ilk ayağı olan "Platoon" da akıllara ziyan bir film. Çavuş Elias'ın zihninde geçen sarsıcı düşünceleri, izleyici de bire bir hissediyor ve sanki savaşın içerindeymiş gibi psikolojik yıkıma uğruyor. Filmle ilgili hatırladıklarım bunlar, izleyeli çok zaman olmuş.  

7- "Schindler's List/Schindler'in Listesi", Steven Speilberg, 1993.
Öyle kebap bir askerlik yaptım ki ben, çok iyi bir sinema sistemi olan bir sınıfta her gün bir film izlerdim. O sınıfta izlediğim filmler içersinde ben en çok etkilemiş olan iki filmden biridir 195 dakikalık "Schindler's List". Diğeri de "One Flew Over the Cuckoo's Nest/Guguk Kuşu". Tıpkı Lyne gibi suya sabuna dokunmayan Speilberg'den, biraz da kendi hissettiği acılar dolayısıyla, İkinci Dünya Savaşı üzerine çekilmiş en etkileyici filmlerden biri geldi 1993 yılında. Dönemin ruhunu ve yaşanan olayın trajedisini hissettirmesi için siyah beyaz çekilen film, nutkunuzun tutulmasına sebep olacaktır.

8- "The Deer Hunter/Avcı", Michael Cimino, 1978.
Daha önce klasik sahne serisinden değindiğim "The Deer Hunter" da savaşın öncesini, anını ve sonrasını işleyen bir başyapıt. Bu filmlerde genelde savaşa giderken verilen gaz, savaş anında tanık olunan akıl almaz olaylar ve dönüşte hissedilen tükenmişlik duygusu çok başarılı bir şekilde veriliyor "The Deer Hunter"da. Filmde ayrıca efsanevi bir De Niro ve Streep performansı da mevcut.

9- "The Pianist/Piyanist", Roman Polanski, 2002.
Henüz çocukken anne ve babasıyla Yahudi toplama kampına götürülen, burada annesini kaybeden, sonrasında kaçıp kurutulan Polanski'nin hayatı gerçekten de film gibi. Bu acıyla elbette hesaplaşacaktı. "The Pianist" unutulmaz bir başyapıt oldu. Toplama kampına gönderilen piyanist Szpilman'ın dramı katlanılacak gibi değildi. Her anlamda çok etkileyici bir film. Dün sohbet ettiğim İslamcı biri (aynı zamanda bir HES şantiye şefi) Yahudileri boğmak istiyorum dedi.  İsrail devletinin günümüzde en kalleş emperyalist politikalara sahip olduğunu biliyorum ama o kişi bu filmi izlemişse neler hissetmiştir gerçekten çok çok merak ediyorum.

10- "The Thin Red Line/İnce Kırmızı Hat", Terrence Malick, 1998.
Tesadüfe bakın yine ilk üçe koyacağım bir film listenin en sonuna gelmiş. 1998 yılı ilginç bir yıl oldu. Aynı dönemde geçen çok iyi iki film çekildi bu yılda. Biri Speilberg'in klasik hikaye anlatımı tarzıyla kotardığı ve  kahraman kültüne teslim olmuş filmi "Saving Private Ryan/Er Ryan'ı Kurtarmak", diğeriyse klasik sinema formlarının dışarısında kalan Terrence Malick'in ayrıksı filmi "The Thin Red Line". Çok kafa yormadan iyi seyirlik bir takip hikayesi izlemek isterseniz Speilberg'in filmini izlemelisiniz. Bu filmden sonra savaş karşıtlığınız bir üst seviyeye çıkmaz ama gerçekten iyi bir iş izlemiş olursunuz. Malick'in filmini sıkılmadan izlemeniz biraz zor; çünkü hiçbir şey olmuyor gibi görünmektedir. Oysa gördükleriniz savaşın müthiş yanlışlığından ve aslında hayatın ne kadar güzel bir şey olduğundan başka bir şey değildir. Savaşların ve emperyalist ilişkilerin dümdüz etmeye çalıştığı insani değerleri hatırlarsınız. Ama elbette ki oskar kafa karıştıran filme gitmeyecektir.

12 Haziran 2011

Love it or leave it!

Ya sev ya terket cCc anlamına gelen başlıktaki cümleyi "Born on the Fourth of July"/Doğum Günü Dört Temmuz" (1989) filminde dört kere gördüm. Şu hayatta anlamakta zorlandığım insan türünden birisi de milliyetçiler veya  x,y,z olmayı hayatının merkezine yerleştirenlerdir. Hiç kimsenin hiç kimseye doğuştan gelen bir üstünlüğü olduğunu düşünmüyorum. Bu düşüncem Türklük için de Müslümanlık için de aynı. Eğer illa övünülecek bir şey olacaksa bu, kişinin hayatta başardıkları veya ne kadar az bireyci, çıkarcı olduğu olmalıdır. Hiçbir emek sarf edilmeden elde edilen Türk, Amerikan, x,y,z gibi sıfatlar ancak düşünce dünyası boş olan insanlar için övünülecek bir şey olmalı. Filmdeki Ron Kovic adlı genç Amerikalının da düşünce dünyası böyle bomboş şeylerle dolu. Ufku lise tarih kitabı seviyesinde. Her milliyetçide olduğu gibi hayali düşmanları var. Çok fazla sağlıklı düşünmeden, biraz da çaresizlikten Vietnam savaşına deniz piyadesi olarak katılıyor. Birçok filmden bildiğimiz üzere bu deniz piyadeleri en zorlu eğitimden geçen, en zor şartlarda savaşan birlikler. Film Ron Kovic'in okulunun son günü düzenlenen okul balosundan (prom) bir anda Vietnam sahillerine bir geçiş yapıyor . Birden sertleşmeye başlıyor. İlk şoku masum sivilleri öldürünce yaşıyor Kovic ve sonra savaş namussuzluğu kendisini kıskıvrak yakalıyor. Vurulmasıyla birlikte hastaneye kaldırlıyor ve filmin sertlik derecesi iyice kendini hissettiriyor. Sonrasındaysa film zaten zapt edilemiyor. Kovic'in eve döndükten sonra bir gece eve sarhoş gelmesinde yaşanan diyaloglar veya Meksika'da iki tekerlekli sandalyeye mahkum askerin kavga sahneleri var ki katlanılacak gibi değil. Şikayetçi olduğum sanılmasın. En beğendiğim 10 savaş filmi yazım içim liste yaparken dokuz filmde kalmıştım. Yıllar önce bu filme televizyonda Türkçe dublajla başlayıp sonunu getirememiştim. Listeyi tamamlamak adına izlemek istedim "BOTFOJ"u ve hiçbir soru işaretine sahip olmadan listeye ekleyeceğim. Kendisi de Vietnam savaşında savaşmış olan tartışmalı yönetmen Oliver Stone'dan film izlemeyeli bayağı olmuştu. Kariyerinin son dönemindeki işleri beğenilmese de ilk dönem kariyeri hep tartışmalar filmler çıkartarak geçmiştir Stone'nun. Türkiye'de hep "Midnight Express/Geceyarısı Ekspresi"nin senaristi olarak tanıtılır ama aslında çok iyi ve çok doğru filmler çekmiştir Oliver Stone. Bundan önceki Vietnam filmi "Platoon/Müfreze" (1986) de başka bir yazıya konu olması gereken olağanüstü bir filmdir bana göre. Zaten o da listede yer alacak. En yakın zamanda Vietnam üçlemesinin son ayağı olan "Heaven & Earth"ü de izleyeceğim. Kendisine bu filmi yaptığı için taa buralardan teşekkür ediyorum. Kovic rolünde Tom Cruise da efsanevi bir anti-kahraman performansı sergiliyor. Dört dörtlük bir oyunculuk performansı. "BOTFOJ" mutlaka görülmesi gereken bir başyapıt bana göre.

11 Haziran 2011

En sevdiğim 10 yönetmen


Beni okuyan kişiler sinemanın yönetmen sanatı olduğunu düşündüğümü bilirler. Evet; bazen olağanüstü oyuncu, senarist, görüntü yönetmeni, ışıkçı performansları filmlere kişilik katar ama iyi filmlerdeki yönetmen katkısı çok büyüktür. Sonuçta bir sanat eseri olarak filmin nihai sahibi yönetmendir. Ben nadiren oyuncuya göre film seçerim. Efsanevi bir performantan haberdar olmuşsam izlerim ama bugün bir Meryl Streep filmi izleyeyim demem örneğin. Bugün bir Alexander Payne filmi veya bir Reha Erdem filmi izleyeyim derim sık sık. Sinema dergisi 2007 Ağustos sayısında, yaşayan en büyük 10 yönetmeni seçtirmişti eleştirmenlerine. Liste şöyleydi:

1- Martin Scorsese
2- Ingmar Bergman
3- Michalengelo Antonioni
4- Jean Luc Godard
5- David Lynch
6- Francis Ford Coppola
7- Peter Greeneway
8- Michael Haneke
9- Theo Angelopoulos
10- Steven Spielberg

Bu seçim Temmuz ayında yapılmıştı; fakat tesadüf eseri listenin iki ve üç numarası 30 Temmuz 2007 günü öldüler. Sinema dergisinin laneti gibi espiriler yapılmıştı. O zaman ben de dergiye mail atmıştım. Yaşayan değil tüm zamanların en iyi on yönetmenini seçmelerini istemiştim. Onların gerçekleştirmediğini şimdi ben yapacağım. Bana göre tüm zamanların en iyi on yönetmenini seçeceğim. 20 tane yönetmen belirledim listeye koymak üzere. Bunlar alfabetik sırayla; Woody Allen, Theo Angelopoulos, Ingmar Bergman, Tim Burton, Coen kardeşler, Brian De Palma, Kim-ki-duk, Clint Eastwood, Rainer Werner Fassbinder, Michael Haneke, Alfred Hitchcock, Jim Jarmusch, Abbas Kiarostami, Emir Kusturica, Richard Linklater, David Lynch, Terrence Malick, Roman Polanski, Martin Scorsese, Quentin Tarantino, Billy Wilder şeklinde sıralandılar. Bu yönetmenlerin izlediğim filmlere verdiğim notların ortalaması da şu şekilde gerçekleşti:
Allen: 7,05
Angelopoulos: 7,12
Bergman: 7,4
Burton: 7,55
Coenler: 7,78
De Palma: 7,07
Duk: 7,6
Eastwood: 7,9
Fassbinder: 6,6
Haneke: 7,28
Mr. H: 7
Jarmusch: 7,25
Kiarostami: 8,16
Kusturica: 7,85
Linklater: 7,9
Lynch: 7,27
Malick: 8
Polanski: 7,7
Scorsese: 7,46
Tarantino: 8,57
Wilder: 7,83
Bu yanıltıcı bir istatistik aslında. Bu duruma göre en sevdiğim yönetmen Tarantino, en az favori olan yönetmenim de zavallı Fassbinder oluyor ama gerçek öyle değil. Terrence Malick'in dört filmle (zaten o kadar filmi var) sekiz ortalama almasıyla, Hitchcock'un 38 filmle yedi ortalama alması aynı şeyler değil. Neyse lafı uzatmadan listemi açıklayayım:

10-  Woody Allen
Bum'ı elbette unutmayacaktım. Bazen çok sıkıldığım filmlerine denk gelsem de sinema tarihinin en kıvrak zekalı adamı diyebilirim kendisi için.

9- Theo Angelopoulos
Yunanistanlı sanatçı nefes kesen filmler çekiyor. Görüntü yönetiminde dünyanın en iyisi bana göre. Destansı hikaye anlatımı da her daim etkileyici.

8- Michael Haneke
Benim bloğa ekşi sözlük'ten birçok ziyaretçi gelmesini sağlayan yönetmene teşekkürümü bu şekilde etmiş olmuyorum, gerçekten tarzını çok seviyorum. I dig your style, Dude ("The Big Lebowski" filminden).

7- Jim Jarmusch
Hayatı ve insanları algılayış tarzı çok ilgi çekici. Sapına kadar bağımsız. Müthiş bir mizah duygusu var.

6- Abbas Kiarostami
İranlı sanatçıya öncelikle çok büyük saygı duyuyorum. O kısıtlı olanaklarla evrensel başyapıtlar çektiği için. Kendinizi umutsuz, tükenmiş hissederseniz; Amerikan filmlerinde geçtiği gibi one of those days'den birini yaşıyorsanız bir Abbas Kiarostami filmi izleyin. 

5- Quentin Tarantino
Her ne kadar bazı provokatif halleri hoşuma gitmese de bu adamın sinemayı en çok yaşayan adamlardan biri olduğunu inkar edemeyiz. Aptallıktan çok çok uzak birisi.

4- David Lynch
Bir Lynch filmi izlerseniz ruhunuzda yaratacağı hasarlardan kurtulmak için üç Kiarostami filmi izlemeniz gerekebilir.

3- Roman Polanski
Polanski de Lynch gibi berrak sularda yüzmez. O da ruhunuzda hasar bırakmaya adaydır. Özellikle Apartman Üçlemesi sizi kıskıvrak yakalayacak ve atomlarınıza ayıracaktır.

2- Coen kardeşler
Imdb bölümünde Coen'lerin filmlerinin teması için botching a crime yazar. Yani bir suçu yüzüne gözüne bulaştırmak. Coen'ler aptallıklarla ilgilenir. Her Coen filminde bir salak vardır mutlaka. Altından kalkamayacağı bir işe girişir ve seyirciye de eğlenmek düşer. Ara sıra saçmalasalarda filmografileri başyapıtlarla doludur bana göre. 

1- Alfred Hitchcock
Ne denebilir ki! İyi bir Hitchcock filmi izlemek Cornetto dondurmanın sonundaki çikolataya ulaşmak kadar haz vericidir. Sinemayı sinema yapan bir numaralı adamdır kendisi. Ben hala ölmediğini, 1977'den beri bir çok film çektiğini ve bunları sırasıyla gösterime sokacağını düşünüyorum.

"Get Him to the Greek" (2010)

Judd Apatow ekibinin önemli elemanlarından Nicholas Stoller, 2008 tarihli "Forgetting Sarah Marshall/Aşkzede" filmiyle dikkatleri üzerine çekmişti. Yetişkin komedilerine yeni bir soluk getiren bu ekibin parlak filmlerinden biriydi "Forgetting Sarah Marshall" ve kesinlikle Amerikan Pasta'larından üç dört gömlek üstün işlerdi bunlar. Zeka parıltısına sahiptiler ve lümpen Amerikan gençliğine hitap etmeyip daha bir elit kesime hitap eden ama dibine kadar tuvalet edebiyatına batmış filmler çektiler. Bu filmdeki İngiliz rock star Aldous Snow ve garson Matthew'in diyalogları o kadar ilgi çekmişti ki "Get Him to the Greek/Zorlu Görev" gibi bir devam filmine ilham oldular. Ama sonuç "FSM" kadar ilgi çekici olmadı. Zorlama diyaloglar ve Aldous Snow'una artık bıkkınlık veren abartılı karikatüreze edilmiş hali sayesinde film, imdb'den 6,6 gibi düşük bir oran aldı. Rock starlarla dalga geçen iyi filmleri düşündükçe aklıma "This Is Spinal Tap/İşte Spinal Tap" ve "Almost Famous/Şöhrete Bir Adım" filmleri geliyor ama "Get Him to the Greek" gelmiyor. Apatow ekibinin ilk çuvalladığı film olarak değerlendiriyorum "GHTTG"i.  

10 Haziran 2011

Oylar bölünmesin


Pazar günü genel seçimler var. Biliyorum sinema bloğu yazıyorum ama bu konuya değinmem gerektiğini düşünüyorum. Oyum TKP'ye. Bugün bir arkadaş grubunda seçim sohbeti yaparken CHP'ye oy vermeyi düşünen biri oylar bölünmesin, sen yine CHP'ye oy ver dedi. Ben de CHP ile AKP'nin arasındaki en büyük farkın laik yaşam tarzı olduğunu söyledim. Çok tepkili olduğum özel okul ve özel hastaneleri kapatacağını söylüyor mu CHP? AB'ye, ABD'ye, NATO'ya, IMF'ye açıkça tavır alabiliyor mu? Toplumsal eşitsizlik sorunu üzerine nasıl bir çözüm önerisi sunuyor? İşçi hakları için ne gibi projeleri var? Ayda 600 tl almak, rahatça içki içmek veya mini etekle dolaşmak beni kesmiyor. Daha fazlasını istiyorum. TKP bunları vadediyor. TRT'de yapılan seçim konuşmaları için 19 yaşında YGS mağduru genç bir kızı ve Tekel işçisi bir kadını konuşturmaları bile benim için çok şey ifade ediyor. Evet AKP Türkiye'nin gördüğü en kötü iktidar; çünkü neo-liberal politikaları başarıyla bir bir hayata geçiriyor. Buna açıkça tavır alınması gerektiğini düşünüyorum. Anti-kapitalist, anti-emperyalist olmayan bir siyasi hareket güdük kalacaktır her halükarda. Yani "Banker Bilo" filmindeki Ev Köpeklerini Koruma Derneği'ne sadece tebessüm edilebilir. Çevre sorunu, insan hakları, kadın hakları, Kürt sorunu, eğitim sorunu, sağlık sorunu, tarım ve hayvancılıkta yaşanan sorunlar hepsi ancak bu şekilde çözüme kavuşabilir. Brian De Palma'nın "Scarface/Yaralı Yüz" filmindeki bir replikle yazımı sonlandırmak istiyorum. Do you know what capitalism is: getting fucked... / Kapitalizm nedir biliyor musun: s**i tutmak...

Lezzet duraklarım 3


***İğrençlik Alert***
Lezzet duraklarımın üçüncüsü Ankara Sakarya caddesinde yer alan Profesör adlı mekan. Burası benim Ankara'daysam mutlaka uğradığım bir yer. Özellikle yaz akşamları Kızılay'a inmişsem sıklıkla uğrarım. Burada benim yediğim şey herkese göre olmayan bir şey. Evet doğru tahmin ettiniz: kokoreç. Ben 15-16 yaşlarındayken bizim mahallede kokoreç satan bir adam paranla b*k ye, paranla b*k ye diye bağırırdı. Kokoreç kuzunun bağırsağından yapıldığı için böyle bir çağrışım yapmış olmalı. Türkiye'de sadece burada yerim ben kokoreçi. Başka yerler bana güven vermediği için uzak dururum. Profesör'de bazen kötüsünü denk gelebilirsiniz ama genellikle sonuç muhteşemdir. Ekmeğe yaptıkları muamele de lezzete lezzet katıyor. Yanındaki o cin biberler, öttürmesine rağmen, kokoreçle çok iyi gidiyor. Ayran alabilirsiniz veya fabrikasyon şalgam suyu. Sahi Adana menşeili orjinal şalgam suyuyla nasıl giderdi Profesör kokoreçi? Ye ve öl durumu yaşanabilirdi. Yaz akşamları iki biranın üstüne paha biçilmez bir lezzet sunabilir size Profesör. Demedi demeyin.

09 Haziran 2011

Yarıldım!


Bende feys meys gibi iletişim kaynakları olmadığı için bu resmi geç gördüm. Ama yine de paylaşmak istiyorum. Benim de girdiğim 2011 Nisan ALES sınavının galipleri olarak etiketleniyor bu adamlar. Resmen yarıldım. Tiplere bak. From top to toe vizyonsuzluk...

Son Aki Kaurismaki filmleri


Finlandiya'lı yönetmen Aki Kaurismaki, 20 film çekip emekliye ayrılacağını beyan etmişti. Şu anda 16 adet uzun metraj filmi mevcut. Benim izlemediğim iki filmi kaldı. Biri 2011 tarihli olduğu için onu izlemem iki üç yılı alabilir. Diğerini de yakında izlerim. Elimde kalan son filmlerinden iki tanesini izledim. Birincisi ilk filmi olan "Crime and Punishment/Suç ve Ceza" (1983) diğeri de Fransa'da ve Fransızca çektiği "La Vie de Boheme/Bohem Hayatı" (1992). Aki Kaurismaki'nin ben asla başyapıt çekemem dediğini de yazmıştım. Doğru. Hiçbir filmi başyapıt değil ama Kaurismaki sinemasının tuhaf bir büyüsü var. İnsana suçluluk duygusu hissettiren, naif, namuslu filmler bunlar. Yer yer beceriksiz bile olabilen, kitsch ama zihinlerde sorular uyandıran filmler. "Crime and Punishment" bilindiği üzere Dostoyevski'nin romanından bir uyarlama. Rivayete göre romanı okuyan Hitchcock, sinemaya uyarlamanın imkansız olduğunu düşünmüş. Bu düşünceyle çelişen Kaurismaki işe koyulmuş. İlk filminde böyle önemli bir eseri uyarlamanın riskli olduğunu düşünenler var; fakat Kaurismaki kendisine özgü tarzıyla işin altından kalkmayı başarıyor. Hikayeye dünya görüşünün etkilerini de katıyor ve yine sınıf çatışması üzerine ilgiyle izlenen bir film ortaya çıkıyor. Her zamanki donuk, duygusuz, ezilmiş Kaurismaki anti-kahramanı burada da arz-ı endam ediyor ve yine kendi sınıfından bir karşı cinsle gidip gelen bir yakınlık içerisine giriyor. Özentisizce çekilmiş kavga, ölme ve öldürme sahneleri ve bol bol kahve, sigara, alkollü içecek sahnesi daha bu ilk filminde de mevcut Kaurismaki'nin. Sonuçta tarzını seviyorsanız sıkılmadan izleyebileceğiniz tipik bir yedilik Kaurismaki filmi. Bu arada filmin başında bir böcek öldürülüyor. Buna benzer bir sahne Reha Erdem'in "A Ay" (1988) filminde de mevcuttu. Tabii o yıllarda kamera önünde bir canlının (ve de böcek) öldürülmesi çok tepki çekmemiş olmalı. Bugün bile birçok insan altı üstü bir böcek diye düşünüyordur. Ama böyle bir şeye günümüzde asla müsade etmezler ve bence de böcek de olsa bir canlıyı film için katletmek çok yanlış bir davranış.
"La Vie de Boheme"yse tıpkı İngiltere'de İngilizce çektiği "I Hired a Contract Killer/Bir Kiralık Katil Tuttum" gibi Kaurismaki'de iğreti duran bir film olmuş. Fince olmayan ve Helsinki'de geçmeyen Kaurismaki filmlerine karşı bir soğukluğum var. Çok mu tutucuyum ne? Bu sefer bir değil üç kaybeden var filmde. Biri ressam, biri müzisyen biri de yazar. Yani adından da anlaşılacağı üzere bohem hayatı sürmesi şaşırtmayacak üç karakter. Ve bunların başlarına gelen toplumsal, bireysel hayal kırıklıkları. Filmin ilginç özelliği bir film 70 dakika civarında olmalıdır diyen Kaurismaki'nin en uzun filmi olması. 98 dakika "La Vie de Boheme". Gerçi son filmi için imdb'de 103 dakika yazıyor ama çıkalı bir kaç ay olan son filmine kadarki olan filmografisinin en uzun filmi bu. Benim gibi Fransızca'ya alerjiniz yoksa ilgiyle izleyebilirsiniz.

06 Haziran 2011

"Devrimden Sonra" (2011)

Üniversite yıllarımda Ankara Nazım Hikmet Kültür Evinde izlediğim Chaplin, Güney filmlerinin ve bazı toplumcu filmlerin; bugün bir sinemasever olmamdaki katkısını yadsıyamam. Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nin binbir fedakarlıkla kotardığı ilk film olan "Devrimden Sonra"ya iyi film olmamış desem nankörlük mü yapmış olurum? Benim bu beğenmeme durumum bazı biçimsel özelliklerden kaynaklanıyor, yoksa "Devrimden Sonra" çok doğru bir film bana göre. Türkiye'de sosyalit devrimden sonra yaşanabilecekler altı farklı skeçle anlatılmış filmde. Ben bazı skeçleri gerçekten yaratıcı ve ilgi çekici buldum ama bazılarını da inandırıcılıktan uzak buldum. Senaryoda bazı tiyatral, didaktik zayıflıklar gözlemledim. Şu yazıyı okursanız, filmin asıl amacının insanlara sosyalizmi tartıştırmak olduğunu öğrenirsiniz. Yönetmen Mustafa Kenan Aybastı'nın da röportajında filmle ilgili niyetler ve bu niyetleri gerçekleştirme uğrunda karşılaşılan zorluklar gayet açık bir şekilde anlatılıyor. Umarım bu önemsiz hatalar giderilir ve bu NHKM'den gündem yaratıcı iyi filmler çıkar. Bu ekonomik ortamda zor gibi gözükse de neden olmasın demekten kendimi alamıyorum. Sosyalistler için her şey gibi sinema yapmak da çok zor ve büyük fedakarlıklar gerektiriyor. Bu fedakarlığı en hakkıyla verbilecekler de onlar.