30 Mart 2010

"Ada: Zombilerin Düğünü" (2010)

Şimdi ben bu filmi 2010lar diye mi etiketleyeceğim? Nihayet ben de yönetmen olan biriyle e-posta yoluyla da olsa iletişime geçtim diyebileceğim. Ada: Zombilerin Düğünü'nün yönetmenlerinden Murat Emir Eren'le (diğeri Talip Ertürk) bir dönem birkaç kez mailleşmiştik. Kendisi Sinema dergisinde eleştirmendir. Çok da çalışkan, çok yönlü bir eleştirmendir. Ben kendisini biraz fazla Türk sineması hayranı buluyorum. Yaşayan en büyük on yönetmen listesi hazırlanırken kendisinin Metin Erksan'ı listeye koyacağından adım gibi emindim ve de yapmıştı. Bunun üzerine kendisine bir e-posta göndermiştim, o da bir şeyler yazmıştı. [Rec] ile ilgili yazımda el kamerasıyla çekilen filmlerle sorunum olduğunu yazmıştım. Türk korku filmleriyle de sorunlarım var, adında iki nokta üst üste olan filmlerle de sorunlarım var. 1- Türklerin iyi dram ve komedi yaptıklarını düşünüyorum. Sadece komediyi de iyi yapamıyorlar ama dramı ve dram içinde komediyi iyi yapabiliyorlar zaman zaman; ancak korku ve aksiyon için biraz daha beklemek gerekiyor herhalde. 2- Başlığında iki nokta üst üste olan filmlerse genelde kötü devam filmleri veya bazen de yapımcılarla yönetmenler arasında ikiliğe sebep olan filmler oluyorlar. Bu yüzden bu filmlere baştan ısınamıyorum. Film adlarının benim için önemli olduğunu yazmıştım. Bu yüzden filme temkinli yaklaştım. Zaten sırf Murat Emir Eren yüzünden izledim filmi. Peki o kadar çok iyi film izlemiş biri, sinemayı avucunun içi gibi bilen biri nasıl oluyor da bu kadar sıradan bir film yapabiliyor. Gerçekten efsanevi bir yönetmen olabilmeyi düşündü mü acaba? Godard gibi eleştirmenlikten gelip de çığır açan biri olmayı düşledi mi? Bence aklına geldi, ama şu anda Türkiye'deki prodüksiyon şartlarının da etkisiyle bunun olmayacağını anladı. Bir de zombiler ağır çekim gibi yürümezler mi? Bunlar resmen koşuyorlar.

27 Mart 2010

"Wirstcutters: A Love Story" (2006)

Bu yazıyı Ankara Selanik caddesindeki bir internet kafeden yazıyorum. Google'dan "marlonbarando" diye arama yapınca, benim siteye buradan 12 ziyaret yapıldığını gördüm. Karşılaştırma yapmak için bir örnek vermek gerekirse, en çok okunan blog olan "acetoblog" için altı kez tıklanmış. Tesadüfün böylesi..Benim günde aldığım tık sayısı 20-30 falanken, burada 12 tık görmek sempatiğime gitti ne bileyim. Wristcutters: A Love Story (Bilek Kesenler: Bir Aşk Hikayesi, Goran Dukic) Migros'ta rafta gördüğümden beri, afişi ve adıyla hafızamdaki izlenecekler listesinde kendisine yer bulmuştu. Indie (bağımsız) olması da cabasıydı. Bu arada Indie diye bir etiket yaratma ihtiyacı içerisindeyim, zira bu filmler artarak daha ilgincime gitmeye başlıyorlar. Ama her indie sizde arınma, mutlu olma, tebessüm etme gibi etkilere sebep olmuyor. Çok beğenilen bir film olmasını gerçekten afiş çalışması ve filmin adının ilginç olmasına bağlıyorum. Fantastik bir konuyu işlemesi dikkatimi fazlasıyla dağıttı diyebilirim. Fantastik film düşmanı mıyım? Elbette hayır, hatta dostu bile sayılabilirim; ancak bu afiş çalışması ve bu ilginç film adı bende farklı bir "olumlu önyargı" oluşturdu herhalde. Filmde ilginç bulduğum, sempatik sahneler yok değil ama 7,4 imdb puanını ben fazla buldum. Sağlam bir altı adlı benden, eh o kadar da çok fark yok.

21 Mart 2010

"[Rec]" (2007)

İyi korku filmleri genelde Anglo-Saxon ve uzakdoğu kültürlerinden gelir. Bazı Akdeniz ülkeleri de böyle zaman zaman arz-ı endam ederler. Şöhretini hep duyardım da el kamerası filmlerine mesafeli olduğum için izlemeyi ertelerdim. Hata yapmışım. Çok zekice kurgulanmış, özgün ve etki bırakan bir potansiyele sahip bir film [Rec] (Ölüm Çığlığı, Jaume Balaguero, Paco Plaza). Her daim insanı diken üstünde tutmayı başarıyor. İnsanların izlerken nasıl tepki verdiklerini şuradan izleyebilirsiniz. Devam filmi de çekilmiş, izleyeceğim ama bu hikaye daha nasıl devam ettirilebilir merak ediyorum. Klostrofobi görüldüğü üzere korku türünün en çok başvurduğu ruh hallerinden biri. Ben bunları Rear Window Etkisi olarak adlandırıyorum. Yıllardır kullanılıyor ama tazeliğinden hiçbir şey kaybetmiyor.

19 Mart 2010

"Naked" (1993)

İngiltere'nin fotoğrafını çeken filmleri anlamak biraz zordur. Yakın ve uzak tarihi iyi bildiğiniz varsayılır ve dil oyunlarına da hakim olduğunuz düşünülür. Ben bu ikisinde de çok iyi olmamama rağmen Mike Leigh'in olağanüstü güzel kara mizah eseri Naked'ı (Çıplak, 1993) sevdim. Filmin kahramanı sinema tarihinin en başarılı anti-kahramanlarından Johnny. Kendisi Manchester'li bir flaneur. Yani kentlerde aylak aylak gezen filozoftoropiko tip. 95li yıllarda Ankara Yüksel caddesinde takılan saçlı, sakallı bir evsiz tip vardı. Yok ODTÜ felsefe bölümünde doktora yaparken kafayı yemiş de evsiz olmuş, çok zenginmiş falan. Onun gibi biri. Aslında ben bir İngiliz flaneur'la tanışmıştım. Sinop'ta yaşarken, tip olarak aynı Johhny'ye benzeyen Quint adlı biri şehre gelmişti. Onunla felsefik sohbetler yapmıştık. Aynı onun gibi nihilist ve beleşçi bir tipti. Dolaşmayı seviyordu. Ne zaman mail yazsam cevap yazar. Favori filmi de Apocalypse Now'du (Kıyamet, Francis Ford Coppola, 1979). Hitchcock'tan Marnie'yi (1964) tavsiye etmişti bana. Johnny, Manchester'da birisine defalarca değil bir kez tecavüz eder ve dayak yememek için Londra'ya kaçar. Eski sevgilisi Louise'in evine gider, oradan sıkılıp sokaklarda aylak aylak dolaşmaya başlar. Bu gezinti sırasında deve yüküylen ilginç kişiyle karşılaşır, en sonunda her arayanın bulacağı gibi mevlasını bulur ve bir araba dayak yer. Senaryoyla çalışmayı sevmeyen Mike Leigh bu filmde oyuncularını varoluşçuluk üzerine doğaçlama konuştururken filmini tam bir diyalog filmi yapmayı başarıyor. Hem nihilist hem de her şeye saldıran bir film Naked. Bazı gerçekleri insanın yüzüne tokat gibi çarpma niyetinde. İyi yönetmenlik nedir diye soran varsa bu filmi izlesin. Bir de film boyunca çalan, tedirgin edici müziğe dikkat çekmek istiyorum. Gerçekten filme çok şey katıyor. İzlediğiniz için kendinizi şanslı sayacağınız bir film Naked.

14 Mart 2010

"Faustrecht der Freiheit" (1975)

Çok tartışmalı bir yönetmenden provokatör bir film. Öncelikle filmin adından başlayalım. Almanca ne anlama geldiğini bilmiyorum, bilen biri yardım ederse sevinirim. Bir saniye Google Translate'de çevirdim. Fox ve arkadaşları olarak çevirdi. Anlamadığım nokta fox'u neden tilki diye çevirmedi. Bu çeviriden hiçbir şey anlamadım. Çünkü bahsi geçen fox'un özel bir isim olması lazım. Türkçe adı Özgürlüğün Zorbalık Hakkı'ymış. Amerikan başlığı Fox and His Friends (Fox ve Arkadaşları), uluslararası başlığıysa Fist-Fight of Freedom (Özgürlüğün Yumruk Yumruğa Kavgası). Afişte ise gözümüze survial of the fittest cümlesi çarpıyor. Bu cümle Darwin'e ait olup, doğada en güçlü olan değil koşullara en iyi adapte olan hayatta kalır anlamına geliyor. Gerçekten de filmin içeriğiyle alakalı bir fikir. Bu kadar laftan sonra filmin kime ait olduğunu merak ettiniz değil mi? Rainer Werner Fassbinder filmin yönetmeni. Kendisinin bir filmiyle ilgili yazı yamıştım. Bu izlediğim ikinci filmi oldu. Bundan sonra bol bol filmlerini izlemeyi düşünüyorum; çünkü farklı şeyler yapıyor amcam (tiksinirim bu espiriden). Aslında biseksüel olup daha çok eşcinsel diye anılan Fassbinden'den eşcinsel dünyasına ait bir film Faustrecht der Freiheit. Bu vurguyu yapmak zorundayız; çünkü filmde eşcinsellik masaya yatırılıyor gibi bir şey. Ben filmin; toplumdaki en marjinal kesim olarak bilinen ve ayrımcılıktan en çok çektiği düşünülen eşcinsellerin bile ne kadar sömürücü olabildiklerini, sisteme ne kadar da entegre olduklarını ispat etmeye çalıştığını düşünüyorum. Bunu da hakkıyla başarıyor. Dedim ya çok provokatör bir film. Tartışmalı. Ezber bozucu. Sarsıcı. Melodram kalıplarını kullanarak söylemek istediğini hiç kıvırtmadan söyleyen bir çalışma. Filmdeki Franz karakterinin (Fassbinder kendisi oynuyor) inandırıcılığıyla ilgili sorunlarım var. Bu kadar aptal olamaz bir insan. Kapalı kapılar ardında neler yaşanıyor bilmiyoruz ama sevgilisinin kendisini kullandığını nasıl anlamaz hayret ediyor insan. Fassbinder'le ilgili bir önceki yazımda bahsettiğim El Hedi ben Salem bu filmde de var ve kötü oyunculuğa az da olsa bir örnek veriyor. Şu bıyıksız olan da Fassbinder.

08 Mart 2010

"Hayat Var" (2008)

Bütün filmlerine yedi verdiğim Reha Erdem'den nihayet sekizlik bir film bana göre. Reha Erdem karakterleri robotvaridir, filmleri ise boşluk duygusu verir izleyiciye. Onun için hiçbir şeyin olmaması çok şey anlamına gelir. Karakterleri idealize edilmekten uzak, genelde hemen manipüle olabilen tiplerdir. Hayat Var'ın kahramanı Hayat da böyle bir karakter. Kötücül bir dünyanın eseri. 13 yaşındaki kız çocukları genelde masumiyeti simgelerken, bu kız hiç de öyle değil. Damarına basılırsa yapmayacağı kötülük yok gibi. O yüzden de çok sahici bir karakter bana göre. Yine çok iyi bir oyunculukla karşı karşıyayız. Ve tabi ki çok iyi bir yönetmenlik. Bazı çevrelerce sanat filmi olarak adlandırılan ve sıkıcı bulanan eserlere çok benziyor ama iyi ki ben böyle filmleri seviyorum.

04 Mart 2010

"Uzak İhtimal" (2009)

Yönetmen Mahmut Fazıl Coşkun'un, Türkiye'nin en çok okunan köşe yazarlarından biri olan Ahmet Hakan Coşkun'un kardeşi olması birçoklarında önyargıya sebep olmuş olabilir. Hatırladığım kadarıyla Ahmet Hakan köşesinde bu filmin reklamını hiç yapmadı. Yönetmenin Yeni Şafak gazetesinde çıkan röportajı okumaya değer. Kesinlikle ne yaptığını bilen bir yönetmenle karşı karşıyayız. Tıpkı Bornova Bornova örneğinde olduğu gibi, doğuştan sinema duygusuna sahip bir insan olduğu anlaşılıyor. Hollanda'dan Altın Kaplan ödülüyle dönmesi boşuna değil elbette.
Hepimizin bildiği/duyduğu üzere film; taşradan İstanbul'a tayin olmuş bir müezzinle, bir rahibe adayının arasında geçen aşkımtırak bir hikaye. Son zamanlarda (yıllarda) ülkenin ajandası düşünüldüğünde, çok farklı tepkiler geliştirecek bir hikaye. Neyse ki film bu sınavı başarıyla veriyor ve yönetmen dini filmde arka fonda tutmayı başarıyor. Keşke ülkede psikolojiler daha sağlıklı olsa da din (veya herhangi bir şey) bir filmde her rolü oynayabilse, ancak dangalaklarla dolu bu ülkede şu aşamada bu biraz zor gibi görünüyor. Umarım o günler yakındır. Film başroldeki Musa'nın evrenine ait olduğuna sizi inandırıyor. O evrende çok başarılı bir şekilde geziyor. Bu başarıda olağanüstü güzel bir oyunculuk performansı sergileyen Nadir Karabacak'ın katkısı yadsınamaz. Röportajda da okuyacağınız üzere; görselliğe inanan yönetmen, anlatmak istediğini başarılı görüntü yönetimiyle anlatabiliyor.
Filmin ilerleyiş matematiğini de çok inandırıcı buldum. Gerçekçilikse filmin en büyük artılarından biri. Oh be! Ne güzel filmler yapılıyor ülkemizde.