30 Eylül 2008

Komançero



Amacım kimse ile dalga geçmek değil ama bu beyefendinin medeni cesaretine hayran kalmamak elde değil. 8oler Türk sinemasının (bkz.üstteki resim) favori disko parçalarından olan "Komançero" eşliğinde beyefendi brekdans yapıyor. Kazağı pantolonun içine sokmasıyla, şalvar model kot pantolonuyla ve beyaz spor ayakkabılarıyla o dönemin modasını çok iyi yansıtıyor. Eski Galatasaraylı futbolcu Sarı İsmail'e olan benzerliği de dikkat çekici. Bazı seyircilerdeki vurdumduymazlığı anlamak da zorluk çekiyorum, çünkü o gün orada olanlar bir tarihe tanıklık ettiler. Bu arada videonun 01:25inci dakikasında başlayan kareografi favori bölümüm. Her ne kadar youtubedaki en iyi videolardan birisi olan "crazy dance in kayseri : )" videosu kadar ilgi görmese de ülkemiz insanın dans konusunda ne kadar yaratıcı olduğunu kanıtlayan bir video bence. Ayaklarına sağlık İsmail Abi..

Demirkubuz vs. Haneke veya Demirkubuz & Haneke

Sadece tarzları değil tipleri de benziyor. Türkiye'nin Michael Hanekesi Zeki Demirkubuz veya Avusturya'nın Zeki Demirkubuzu Michael Haneke...Çağımızın sorunu olan iletişimsizlik her iki yönetmenin de favori teması. Haneke'nin filmlerinde hep Anna ve Georg isimlerini kullanması gibi, keşke Zeki de hep Uğur ve Bekir isimlerini kullansaydı, her ne kadar "Masumiyet" ikinci filmi olsa da.

28 Eylül 2008

Af buyur?..


Antonioni'nin 1964 tarihli "Il Deserto Rosso"sunun (The Red Desert) sonlarına doğru, fetiş oyuncusu Monica Vitti gece vakti amaçsızca bir gemiye doğru yanaşır. Gemi bir Türk gemisidir. Gemi personelinden birisi Monica Vitti'ye yanaşır ve "Ne var, sorun nedir, nasıl yardımcı olabilirim, içeri gelip bir kahve içmek ister misiniz" gibi sorular sorar. Tabi Türkçe bilmeyen Monica Vitti dehşetengiz bir ifadeyle "Af buyur, what dedin gulüm, şeyy, kem küm" gibi ses kümecikleri çıkarır. Yani bir Türk ve Türkçe, Antonioni'nin filmlerinin genel teması olan iletişimsizliği sembolize eder ve bu amaca hizmet eder. Bu arada adamın beresi bende Adana Demirspor'u çağrıştırdı. Tabi eğer İtalya'da Inter Milan beresi almadıysa!

27 Eylül 2008

Kitapsız ilim, Ahmet Tarık Tekçe'siz filim olmaz!


1950lerde Türk sinemasında neredeyse her filmde kötü adam rolünü Ahmet Tarık Tekçe (bkz. ikinci resim) oynadığı için bu slogan üretilmişti. Mel Gibson'ın "Apocalypto" filmindeki kötü adam rölüyle, Meksikalı aktör Gerardo Taracena harikalar yarattı. Bence gözlerden kaçtı ama unutulmaz kötü adam performansları listesine yazıyorum Gerardo Taracena'yı.

There is "soul" in 70s!







Martin Scorsese'ydi sanırım: "70lerde neredeyse her hafta bir başyapıt izliyorduk" diyen kişi. "Vanishing Point" ve "The Driver" 70ler Amerikan sinemasının iki adet güzel filmi. 70lerin ruhunu çok iyi yansıtıyorlar. Bir çok ortak nokta keşfettim iki film arasında. Birincisi her ikisinde de çok başarılı takip sahneleri var. Her ikisinde de "derinliği" olan bir suçlu başrolde. Dil açısından da benzerler. Karakterler 70ler Amerikan filmlerinde sıkça görülen öznesiz cümle kuruyorlar: looks like....guess.....must be.....suppose.... ve de kısa cümlerler kuruyorlar. I will, I did, he does, you are gibi. "Vanishing Point" Tarantino'nun "Death Proof" filmine esin kaynağı olmasıyla adını duyurmuştu. Amerikan kırsalından eşsiz görüntülerle, hikayeye çok iyi katılmış ilginç yan karakterleriyle çok iyi bir yol filmi "Vanishing Point". "The Driver" ise 70lerde New York sokaklarında geçmesiyle zaten maça kafadan 1-0 galip başlıyor. Oyunculukların da çok iyi olması bu filmi daha da izlenir kılıyor. Özellikle gıcık polis rolünde Bruce Dern bir harika. İzleyiniz, izletiniz efendim.



24 Eylül 2008

Siyasi soslu trashy film!

Fransızların Jesus Francosu Jean Rollin'in 1978 tarihli trashy filmi "Les Raisins de la mort"u (The Grapes of Death) izlerken bu sahne geldiğinde gülmekten kendimi alamadım. İstismar sineması yapıyorsun, alan razı satan razı, 30 saniye süren bu siyasi sosu koymayı nereden aklına getirdi yönetmen acaba? Bir de bu film Türkiye'de hangi adla oynadı acaba? "Üzüm Üzüme Baka Baka Kararır" olabilir mi?

23 Eylül 2008

Gross!


"Cannibal Holocaust" ve "Pink Flamingos" arşivimde bulundurmayı reddettiğim iki iğrenç film. Kurgu olup da en rahatsız edici sahneleri izleyebilen ben bu iki filmi izlerken zorlandım. "Cannibal Holocaust"tan başlayalım. Birçok ülkede yasaklı olan bu filmin uncut versiyonunu internetten bulup izledim. Yönetmen de yıllar sonra bu filmi çekmekten duyduğu pişmanlığı dile getirmiştir. Filmin kusuru kamera önünde canlı canlı hayvanların öldürülmesi idi. Geçenlerde Türk sinemasından en sevdiğim yönetmenlerden biri olan Reha Erdem'in ilk filmi "A Ay"ı izliyordum. 1989 yapımı filmde bir böceğin bacakları kopartıldı. Çok yadırgadım. Günümüzde film yapımcıları bu konuda çok daha hassaslar. Kesinlikle hiçbir hayvanın çekimlerde zarar görmesini istemiyorlar. Ama "Cannibal Holocaust"ta resmen holocaust hayvanlara yapılıyor. Dünyanın en önemli, en iyi filmini çekseniz bile bir karıncanın bile hayatına kastedemezsiniz. Bu cüreti kimse kendinde bulmamalıdır. Gelelim "Pink Flamingos"a. Ne desem ki? İzleyenler bilir...İzlemeyenler de izlemesinler. John Waters tersine bir estetik anlayışını benimsemişmiş. O'na şu soruyu sormak isterdim. Ne gerek var bu kadar iğrençliği insanlara göstermeye? Gerçekten ne gerek var? Bu iki filmin hayranı olup da sık sık izleyen insanları da anlayamıyorum. Ha ben sık sık "The Texas Chainsaw Massacre" filmini izlerim. Ama o tamamen kurgu. Bu iki filmi ise izledim ve bir daha izlemem, arşivimde de bulundurmamnokta








Yorumsuz!


22 Eylül 2008

Ne koydun la kafana?


Dario Argento'nun en iyi "giallo"larından biri olan Tenebrae'de (1982) Levent Kırca'nın meşhur skecini hatırlatan bir sahne var. Acaba "esinlenme" var mı diye düşünmeden edemiyor insan. Argento ve Kırca'nın çok farklı iki branşta eser verdiklerini düşününce bu düşünce pek geçerli gibi görünmüyor. Sahi, Dario Argento sever misiniz?

21 Eylül 2008

Spike

"Notting Hill" filmindeki Spike karakteri kanımca sinemadaki en sempatik yan karakterlerden biridir. Filmdeki, Anna da dahil olmak üzere, bütün loserların son dilim browniyi almak için ne kadar da loser olduklarını anlattıkları akşam yemeği sahnesinde olsaydı eminim anlatacak bir şeyi olmazdı. Çünkü kendisini aşmak gibi bir niyeti yok Spike'ın. Tesisatçı çatalı, mayonezi yoğurt zannetmesi, slip iç çamaşırı ve sıradan sıradışı yorumları ile filme çok şey katan bir yan karakter. Imdb.com ile uzlaşamadığımız filmlerden biri olan "Notting Hill" çok "güzel" bir film.

20 Eylül 2008

"İp attım ucu kaldı da / Elimde tacı kaldı" Bartın Yöresi Türküsü

"Rope" Alfred Hitchcock'un ilk renkli filmi olmasının yanında en renkli filmlerinden biridir. Hitchcock filmleri arasında uzunca bir süre beklemişti. İzlediğimde beynimden vurulmuşa döndüm. Hitchcock'un 1950den önceki filmlerini pek sevmemiştim. "Notorious" ve "Spellbound" bunların dışındaydı. 1948 tarihli bu filmi yapı bozucu bir film olarak değerlendiriyorum. Gerçi o tarihte sinemada çok önemli bir yapıdan söz etmek mümkün olmasa da olsun Hitchcock yine de olmayan yapıyı bile sarsmıştı bu filmde. Sadece 87 dakika süren bu filmde tarifi zor duygular yaşatıyor Mr. H izleyiciye. Favori oyuncusu James Stewart "foreboding" bir karakateri canlandırıyor. İngilizce ne kadar üstün bir dil. Kötülüğü sezen demek yerine "foreboding" diyorsun. Bu başka bir tartışma konusu. Geçenlerde "Rope" filmine Saadet Partisinin yayın organı Tv5'te rast geldim. İlginçti. Bu arada Hitchcock filmlerinin başlıklarının Türkçe çevirileri de çok komiktir. "Rope"unkini bilmiyorum acaba "Kader Bağlayınca" falan mı? "North by Northwest" için "Gizli Teşkilat"ı bulanlar buna da yaratıcı bir çeviri bulmuşlardrı muhakkak. Hemen bakıyoruz..www.google.com.tr "Ölüm Kararı" koymuşlar. Başka bir yazıda bu konuya değinmek istiyorum. Sonuç olarak, "Rope"u izleyiniz.

17 Eylül 2008

E.T.nin oğlu

Kimdir bu? E.T. ile dünyalı bir annenin evlatları olabilir mi? Hayır John Travolta'nın küçüklüğü...Resim "çekinirken" neye bakıyordu merak ediyorum. Kendisi çok kötü bir oyuncudur. "Saturday Night Fever" adlı filmin açılışında "Stayin' Alive" müziği eşliğinde zenci yürüyüşü ile hatırlarız kendisini. Bir çok kez "Altın Ahududu" ödülleri için aday gösterildi. Kariyeri tepetaklak giderken imdadına Tarantino yetişti ve "Pulp Fiction"da oynattı kendisini. Tarantino'nun nostalji merakını anlıyorum da "The Thin Red Line" gibi bir filmde nasıl oynadı onu hala anlayamıyorum.

16 Eylül 2008

RoRoRonaldo!!!


Dünyanın en iyi golcüsü Ronaldo göbek yapmış. Tamam azim, azim de nereye kadar. İç, dış, yan, çapraz, orta, kenar bütün bağları koptu Ronaldo'nun. Ben olsam çoktan futbolla bağlarımı koparmıştım.


Not: Blog sinema ağırlıklı olacak demiştim ama Hıncal Uluç'un dediği gibi "hayatı" da yazacağım arada sırada. Hayat yorumu number one..

15 Eylül 2008

Nasıl movie buff oldum?


2004 yılıydı. Çok sıkıcı bir Avrupa Futbol Şampiyonası vardı. Yunanistan 8-1-1 taktiğiyle şampiyon olurken, ben de askerlik görevimi ifa etmekle meşguldum. Daha önce Türk filmleriyle alakalı sayardım kendimi. Okur, araştırır ve izlerdim. Fakat Dünya sinemasının örneklerine pek ilgi göstermezdim. İngilizce öğretmeni olduğum için KPDS sınavına girmek istiyordum. Sıkı vocabulary çalışmam gerekiyordu. Filmleri İngilizce altyazı ile izlemeye başladım. Bilmediğim kelimelere klavye kısayollarını kullanarak 3-5 saniyede bakıyordum. İşte film izleme macerası bu şekilde başladı. Sonra farkettim ki sinema hiçbir şeye benzemiyor. İşte o gün bugündür yılda ortalama 200 film izliyorum. Bu blogda ise amacım izlediğim filmlerle ilgili düşüncelerimi paylaşmak. Bazen spor ve müziğe de deyinebilirim. Hıncal Uluç'un dediği gibi "hayatı" yazacağım. Daha çok filmleri.. Eğer aceleye getirip de yazım yanlışı yaparsam şimdiden özür diliyorum. Bu arada sinema "taste"im hakkında bilgi vermesi açısından en sevdiğim on filmi sırasıyla yazıyorum.
1-Rear Window (Arka Pencere), Alfred Hitchcock, 1954.
2-Taxi Driver (Taksi Şoförü), Martin Scorsese, 1976.
3-Psycho (Sapık), Alfred Hitchcock, 1960.
4-Il Buono, il Brutto, il Cattivo (İyi, Kötü, Çirkin), Sergio Leone, 1966.
5-Se7en (Yedi), David Fincher, 1995.
6-Kill Bill Vol:1, Quentin Tarantino, 2003.
7-The Big Lebowski (Büyük Lebowski), Joel Coen, 1998.
8-The Texas Chainsaw Massacre (Teksas Katliamı), Tobe Hooper, 1974.
9-Rope (Ölüm Kararı), Alfred Hitchcock, 1948.
10-Dressed to Kill (Öldürmeye Hazır), Brian de Palma, 1980.
15 Eylül 2008 itibariyle listem bu şekilde. Görüldüğü gibi Hitchcock filmleri ve Hitchcockvari filmler listeyi domine ediyorlar. Yalnız listeyi oluştururken zorlandığımı fark ettim. Şunu 15 film mi yapsaydık? Neyse, bu da içime sinmedi değil. En çok Leon (Sevginin Gücü, Luc Besson, 1994) ve The Shining'in (Cinnet, Stanley Kubrick, 1980) dışarda kalmasına üzüldüm desem oyunbozanlık yapmış mı olurum?
Not: Bu blog oluşturulurken acetobalsamico.blogspot.com yazarı Bülent Timurlenk'ten etkilendim.