28 Aralık 2009

"Scent of a Woman" (1992)

Sinema dergisi Haziran ayında, en iyi 75 erkek oyuncu performansını seçmişti. De Niro'nun Travis Bickle performansının ikinci sırada kendine yer bulduğu bu listede, Pacino Dog Day Afternoon'daki (Köpekleri Günü, Sidney Lumet, 1975) performansıyla kendine ilk onda yer bulmuştu. Listeyi incelediğimizde Scent of a Woman'daki (Kadın Kokusu, Martin Brest, 1992) Yarbay Frank Slade performansının olmadığını görünce çok şaşırdım. İlk ve tek oskarını bu rolle alan Pacino benim için elbette çok büyük bir aktördü; fakat bu performansı biraz geç de olsa görünce, en beğendiğim aktör acaba Robert De Niro mu Al Pacino mu diye düşünmedim değil. Scent of a Woman; sadece bu efsanevi oyuncu performansını barındırmasıyla değil, diğer bütün sinematografik özellikleriyle de çok iyi bir film. Benim gibi bugüne kadar hala görmemiş olanlar varsa mutlaka izlesinler derim. O tango sahnesi, o Şükran günü yemeğindeki şerefsiz yeğen sahnesi, o Ferrari sürme sahnesi, intihar teşebbüsü sahnesi; klasik diye işte ben bunlara derim.

20 Aralık 2009

"The Return" (2003)

İşte muhteşem bir film daha. The Return'ün (Dönüş, Andrei Zvyagintsev, 2003) adını sıkça duymuştum. Tam bir festival filmi diye düşünüyordum. Zaten 500.000 dolarlık maliyetini Venedik'te Altın Aslan alarak daha gösterime çıkmadan amorti etmiş. Bu filmin yönetmeni Andrei Zvyagintsev için Rusların yeni Tarkovsky'si diyorlar. Normalde çok fazla Tarkovsky benim bünyeme iyi gelmez; ancak bu yeni Tarkovsky'nin tarzını çok beğendim. Çok fazla felsefik alt metin kullanmadan da insan denen yaratığın karmaşıklığı üzerine önemli şeyler söylemeyi başarabilmiş bu ilk filminde. Üstelik bunu çocuk oyuncularla başarabilmiş Zvyaginstev (Redingot bu kelime nasıl telafuz ediliyor?). Bu çocuk oyuncuların performanslarının çok çok iyi olduğunun altını çizmek istiyorum. Ayrıca bir gösterme sanatı olan sinemada, görüntü yönetimi açısından kusursuz bir iş çıkarmış. Tam bir eleştirmen, sanat filmi. Bu filmi beğenmeyen benden uzak, Hıncal Uluç'a yakın olsun.

14 Aralık 2009

"Stage Fright" (1950)

Mr. H'den film izlemeyeli bir iki sene dolduğunu farkettim ve yediden fazla puanı olan Stage Fright'ı (Sahne Korkusu, 1950, Alfred Hitchcock) izlemeye karar verdim. Hitchcock filmlerinin Türkçe adlandırılmasında garip durumlar yaşandığından bahsetmiştim, buraya tıklarsanız Hitchcock'un filmlerinin Türkçe adlarına ulaşabilirsiniz. Neyse ki Sahne Korkusu, Sahne Korkusu olarak çevrilmişti. Filmin adına bakınca, bu filmin bir tiyatroda geçen akıl almaz bir cinayet üzerine olduğunu düşünüyor insan. Gerçek öyle değil. Vasat çok Hitchcock filmi seyrettim, bu da onlardan biriydi. Bir kere Hitchcock'un İngiltere'de geçen filmlerinden ziyade Amerika'da geçenler beni daha etkiler; bu film için 10 sene önce ayrıldığı İngiltere'ye geri dönüyor Mr. H ve o bayan İngiliz mizah anlayışı etkisinde vasat bir film çekiyor. Bir iki etkileyici sahne dışında, genel olarak germeyen bir filmle karşılaştım. Hafıza sildirme olayının başlamasının iple çekiyorum. O zaman Rear Window, Psycho, Rope, North by Northwest, Vertigo, Notorious ve Spellbound'u yeniden seyredeceğim.
Not: Mr. H; Psycho'nun (Sapık, 1960) dvdsinde filmin senaristinin Alfred Hitchcock'tan bahsederken kullandığı kısaltmadır.

07 Aralık 2009

Gökhan Yıkılkan

Pek tivi izleme insanı değilimdir. İki üç sene tivisiz yaşadım da hiç eksikliğini hissetmedim. Bu sene Ligtv aboneleği sayesinde tekrar tivi izlemeye başladım. Spor programları dışında pek tivi izlemem. Bir kaç gündür beni yarım yarım yardıran bir program keşfettim. TRT'de yayınlanan Bir Zahmet adlı program beni çok güldürüyor. Para ödüllü kamera şakası formatında bir program. Program üzerinden çok tartışmalar da yürütülüyor. İnsanları rencide ettiği ileri sürülüyor bazıları tarafından. Buraya tıklarsanız, en çok tartışma yaratan skeci izleyebilirsiniz. Buraya da tıklarsanız tipik bir skeci izleyebilirsiniz. Benim değinmek isteğimi konu Gökhan Yıkılkan'ın ne kadar yetenekli bir oyuncu olduğu ve mizah duygusunun gelişmişliği. Kendisinin, bir kara komedide genel olarak da sinemada çok üst düzey işler yapma potansiyeline sahip olduğunu düşünüyorum. Yakın zamanda böyle bir projede görürsek kendisini, ben demiştim diyebilmek için bu yazıyı yazdım.

06 Aralık 2009

Üç filim birden

Üç adet çok şey beklediğim; fakat beklentilerimi karşılayamayan film izledim. Bunların üçünün de üst üste gelmesi tesadüf (Fethullahçılar tesadüf yerine tefaruk derler) oldu. Arşivime baktığımda; bir ara altı verdiğim, üst üste beş film izlediğimi görüyorum. Bunlar: A.R.O.G (Ali Taner Baltacı, Cem Yılmaz, 2008), Beyza'nın Kadınları (Mustafa Altıoklar, 2006), 2 Süper Film Birden (Murat Şeker, 2006), 50 First Dates (50 İlk Öpücük, Peter Segar, 2004), The Last House on the Left (Soldaki Son Ev, Wes Craven, 1972), bööğğh! Ne sancılı bir dönem olmuştur hayatımda. Şimdi olduğu gibi, çok şey bekleyip avucunu yalamak da çok sıkıcı oluyor.

Birinci filmim The Curious Case of Benjamin Button'du (Benjamin Button'un Tuhaf Hikayesi, David Fincher, 2008). Filmi izledikten sonra ağladığını söyleyen arkadaşım, filmin imdb Top 250'de bulunması, David Fincher'ın daha önce Brad Pitt'le son 15-20 yılın en iyi filmlerinden ikisini çekmiş olması, 2006 tarihli süper film Babel'de (Babil, Alejandro Gonzalez Inarritu, 2006) Brad Pitt ve Cate Blanchett'in çok iyi olan uyumu ve kopartılan bir sürü yaygara filmi izleme isteğimi çıktığı günden bu yana körükledi. Hatırlatıyorum bu üç film benim yedi verdiğim filmler, yani çok kötü değiller. Bu kadar gürültü patırtıya rağmen Benjamin Button'un çiğ gaz çıkması beni bir hayli hüzünlendirdi. Aslında çok çok özgün bir hikayesi vardı filmin; ama bu filmden asla tarihe damga vuracak kadar sarsıcı bir film olamazdı. Olsa olsa etkileyici bir dram olabilirdi. O dramı da verecek olan çocukluk ve yaşlılık süreçleriydi. Çocukluk döneminin fazla işlendiğini, yaşlılık döneminin ise çok hızlı işlendiğini gördük. Filmin en büyük dezavantajı da buydu bence. Pitt ile Blanchett'in de uyum sorunu çektiklerini gözlemledim.

Shane Meadows'un This is England (Burası İngiltere, 2007) adlı filmini izleyip de çok beğenince, bundan sonra her filmini takip edeceğim demiştim. Edeceğim de. Meadows'la ilgili araştırma yaparken her yerde karşıma Dead Man's Shoes (Gelen Gideni Aratır!!!???, 2004) çıktı. Bir kere adı sanki Requiem for a Dream gibi sarsıcı bir filmmiş gibi geliyor. Yorumlar da öyleydi. 18 yaş sınırı getirildiğini de öğrendim mi kimse beni tutamazdı artık. İzledim ve yine hayal kırıklığına uğradım. This is England'ın çok gerisinde bir filmmiş. Bir intikam hikayesi olarak ilgi çekici bulmadım. Harry Warden'dan (Sevgililer Günü Katliamı) da esinlenme mi vardır nedir? Meayit?

Bu Milk de (Milk, Gus Van Sant, 2008) çiğ gaz filmlerden biri çıktı. Bir tek Sean Penn'in oskarlık performasını görülmeye değer buluyorum. Zaten bu biyografi filmleriyle ezelden beridir sorunum var. Hele bir de eşcinsellik gibi benim fazla özgürlükçü olmadığım bir konu temalı film olunca bitse de gits...Ğğğğaaaa pişşşşşş, ğğğğaaa pişşşşşş!