29 Mart 2009

"Voyage to Cythera" (1984)

Zihnimin bir Angelopoulos filmi izleyemeyecek kadar meşgul olmasına rağmen -seçimlerden dolayı değil-, oturup Voyage to Cythera'ı (Kitara'ya Yolculuk, 1984) izledim. Uzun yıllar sürgünde kalmış bir adamın evine dönmesi ve bu dönüş sonucunda çevresindekilerle çatışmasını anlatıyor film. Türkiye'de sık rastlanılan, arsayı müteahhite teslim etmeyen inatçı yaşlı insanlar vardır. Bu filmdeki kahraman da benzer bir duruş sergiliyor ve sahip olduğu tarlaları belediyeye istimlak etmiyor. Bu tarlalar onun için bir aidiyet sembolü. Yine ustalıkla kotarılmış uzun planlar var filmde. Angelopoulos'a biraz ara vermeyi düşünüyorum. Hepsi iyi ama hepsi birbirine benziyor.

25 Mart 2009

"Salo o le 120 giornate di Sodoma" (1975)

Sinema tarihinin en kötü şöhretli filmiyle ilgili yazıları okumuştum. En çok merak edilen filmler listemin en üst sırasındaydı Salo o le 120 giornate di Sodoma (Salo: Sodom'un 120 Günü, Pier Paolo Pasolini, 1975). Yönetmenin marjinal hayatı ve sansasyonel ölüm şekli filmi daha da gizemli yapıyordu. DVDsi bulunmayan filmi bir sahte sidicide buldum ve satıcı normalde filmler için bir lira isterken, Salo için beş lira talep ediyordu. Nedenini sorduğumda "Salo manyaq film aabi, bulması zor oluyo, biz de yolumuzu bulalım (aksırır)" şeklinde bir cevap vermişti. Bu da filmi daha daha gizemli yapmıştı benim için. İzlediğimde ise "so what", "bu ne lan", "eeee", "haaay.." felan(!) oldum. Bir takım aşağı tabakadan gençleri kaçırıp, kendi sado-mazoşist eğilimleri için kullanan zengin ama faşist bir grubun ve bu gençlerin hikayesini anlatıyordu film. Elbette ki böyle bir film çekmek bugün bile çok zor bir şey; ancak bunu hakkıyla yerine getiremeyeceksen böyle bir işe kalkışmayacaksın. İlkokul müsameresi havasında geçiyor film. Zaten şu "tamamen amatör oyunculardan oluşan" filmlere hep mesafeli yaklaşmışımdır, bu sefer de yanılmadım. Hiçbir çarpıcı sahne yok. Güya filmi izledikten sonra, insanlığımızdan utanıp viJdan muhasebesine girişecektik. Böyle bir şey olmuyor. Pink Flamingos'u (Pembe Flamingolar, John Waters, 1972) izlemiş olanlara bu film çerez gelecektir.

21 Mart 2009

Korkunç bir şey!



17 Mayıs 2000'de Galatasaraylı futbolcu Popescu son penaltıyı atıp da şampiyonu belirleyince, ünlü filozof Ömer Üründül böyle bağırmıştı: "Korkunç bir şey!". Beni en çok korkutan sahneyi sunacağımı söylemiştim. David Lynch'in Mulholland Dr. (Mulholland Çıkmazı, 2001) aslında bir korku filmi değil; fakat soğuk bir kış günü, 10.000 nüfuslu bir yerde, koskoca apartmanda tek başınızayken izlediğinizde bu sahne olduğundan daha da korkunç olabiliyor. Yatağa gidip yatmak ve o günün artık sona ermesini, yeni bir günün başlamasını istiyorsunuz. Youtube'da bu sahne "the scariest scene ever" (çekilmiş en korkunç sahne) diye anılır. Abarttığımı düşünenler olabilir ama gerçekten bu sahneyi izlediğimde korktuğum kadar hiçbir sahneden korkmadım. Belki burada sadece sahneyi izlemek çok etikili olmayacaktır. Filmi izlerken, o hastalıklı ruh halinin egemen olduğu evrene girdiğinizde sahne çok daha etkili oluyor. Kalp hastası olanlar izlemesin. Film mi?.. Akıllara ziyan...David Lynch de normal bir adam değil bana göre. (Bu arada, videonun sesi biraz kısık. Apöllöyü(!) sonuna kadar açarsanız, etkiyi arttırırsınız.)

18 Mart 2009

"Gone with the Wind" (1939)

Bu kareyi daha önce görmemiş olanınız var mı? Sinema için bir ikon olan bu sahne hepimizin bildiği gibi Gone with the Wind'e (Rüzgar Gibi Geçti, Victor Fleming, 1939) ait. Her anlamda "en" olan bu filmi nihayet izledim. Bir kere izlediğim en uzun filmdi. 238 dakikalık süresiyle rekoru 228 dakikalık Lawrence of Arabia'dan (Arabistalı Lawrence, David Lean, 1962) aldı. İtiraf etmeliyim ki filmi Amerikan iç savaşı fonunda geçen efsanevi bir aşk filmi zannediyordum. Hiç de öyle değilmiş. Clark Gable'a katılıyorum: tam bir kadın filmi. Her kadın gibi ne istediği, ne aradığı tam olarak kestirilemiyen Scarlett O'Hara'nın yürümek zorunda kaldığı çetrefilli yollardan bahsediyor film. "Great movies" denilen büyük bütçeli, uzun süreli, sırtını starlara dayandıran filmlerin ilk örneği olan bu film bana çok hitap etmedi. Imdb trivia (önemsiz görülen bilgiler) bölümünü okumak filmi izlemekten daha zevkliydi. İlginç bulduğum bazı bilgileri sizinle paylaşmak istiyorum.
*Bir çok "en" listesinde yer alıyor film. Film çok Amerikan olduğu için buna şaşmamak lazım.
*Zamanında 3,9 milyon dolara mal olmuş film. Bu, o zaman için akıl almaz bir meblağ. Bir çok kişi filmin fiyasko olacağını düşünürken, film tüm zamanların en çok iş yapan filmi oluyor. Enflasyon oranları hesap edildiğinde, filmin bugünki toplam hasılatı 3 795 000 000 dolar. Halkın anlayacağı şekilde, yaklaşık dört milyar dolar.
*"damn" kelimesini ilk kullanan filmlerden biri. "Lanet" olarak çevirebilen bu kelime cümle içinde bir çok anlama gelebilir. Bu filmde "Frankly, my dear. I don't give a damn" şeklinde geçiyor. Bu da bazı anketlerde tüm zamanların en meşhur film repliklerinden seçilmiş. Bu cümlenin çevirisi: "Dürüst olmak gerekirse canım, umurumda (başka bir şey de olabilir) bile değil" olabilir.
*Hattie McDaniel, bu filmle Oscar'a aday olan ve kazanan ilk siyahi oyuncu oluyor.
*Vivien Leigh film çekildiği esnada günde dört paket sigara içiyormuş. Zavallı Clark Gable!
*170 km film kullanılmış çekimler esnasında.
Ve daha bir çok ıvır zıvır. İyi değil ama önemli bir film.

80lerde çocuk olmak 2

Çok beğendiğim bir blog yazarı olan Flying Dutchman'den harika bir yazı. Benim yazının üzerine iyi gidecektir diye düşündüm. "Al ev telefonunu, 80lere bayılıyorum diyen 100.000 kişi bul da göreyim seni, sonra telefon faturasıyla origami yaparsın" diyor. Tıklayınız.

16 Mart 2009

80lerde çocuk olmak :P

Son zamanlarda internetteki bazı sosyal ağlarda "80lerde çocuk olmak" başlıklı bir geyik muhabbeti sürüp gidiyor. Çok özel bir çağ olduğu düşünülen aslında hiç de öyle olmayan 80lerde ben de çocuktum. Hayatımı televizyonun "yeni yayın" dönemine göre ayarlardım, o yüzden o geyik muhabbetindeki bir çok elemanı iyi bilirim. Bu muhabbetlerin birinde uzun zamandır adını hatırlamaya çalıştığım bir çizgi filmin adını buldum "Clementine". Sanıyorum ülkemizde 86-87 yıllarında yayınlanmış olmalı. Her hafta heyecanla beklerdim. Jenerik müziği çok korkunçtu; fakat benim için asıl korkunç olanı her bölümün sonunda ortaya çıkan resimdeki ateşten karakterdi. İyi bir korku filmi seyircisi olduğumu düşünüyorum. Elimde; en adisinden, en iyisinden, en kanlısından, en psikolojik geriliminden,en istismarcısından korku filmleri mevcuttur. Bu filmlerden hiçbiri beni resimdeki karakter kadar korkutmadı. Bir tek sahne beni daha fazla korkuttu, o da bir korku filmine ait değildi. Bir sonraki klasik sahne yazımda o sahneyi göreceksiniz. Clementiiiiine!

14 Mart 2009

"Little Miss Sunshine"ı (2006) tekrar izlemek

Yeni bir seri başlatsam mı? Evet, evet başlatayım; çünkü zaman zaman bazı filmleri tekrar izliyorum ve söyleyecek bir şeylerim oluyor o filmlerle ilgili. Dün Little Miss Sunshine'ı (Küçük Gün Işığım, Jonathan Dayton, Valerie Faris, 2006) izledim. Son zamanlarda fazlaca bunalım film izlemiş birisiyle beraber benim tavsiyem niteliğinde izledik. Kardeşime de bu filmi tavsiye etmiştim. Genelde zevklerimiz uyuşmaz ve o bile "Little Miss Sunshine iyiymiş lan" demişti. İnsana yaşama umudu veren filmler listemde yer alan Little Miss Sunshine beni yanıltmadı ve dün beraber izlediğimiz kişi de "evet gerçekten çok 'güzel' bir filmmiş" dedi. Kandemir Konduk imzalı, mahalle temalı "kitsch" TV dizileri vardır. Ortalama halktan birine bu diziler yaşama sevinci yükler. Little Miss Sunshine ise herke"z"in yüzünde hoş bir ifade bıraktırıyor. İlk kez izlerken oyunculardan; kız, ayı büyükbaba, eşcinsel dayı ve konuşmama andı içen çocuk dikkatimi çekmişti, bu sefer izlediğimde babanın da çok iyi oyunculuk performansı gösterdiğini farkettim. Başarıya ulaşmak için 10 altın yol tarzı kitaplar yazan bu adamın uzman edasıyla insanları gaza getirmeye çalıştığı cümleler beni çok güldürdü. Bunalımdaysanız izleyiniz bu filmi, iyi gelecektir.

13 Mart 2009

İştah açıcı sahneler 4



Sıradaki iştah açıcı sahne, herkesin izlemese de mutlaka hakkında bir şeyler okuduğu bir filmden. Midnight Express (Geceyarısı Ekspresi, Alan Parker, 1978) Türkiye aleyhine propaganda yaptığı iddiasıyla suçlanır ve ucuz milliyetçiliğin en büyük hedeflerinden birisidir. Aslında film Türkiye'ye bayağı bir giydiriyor ve senarist Oliver Stone'un kötü niyeti gözlerden kaçmıyor; ancak bizim ülkemizin yavaş da olsa gelişmesine rağmen mükemmel bir ülke olmadığını da unutmayalım. Neyse bunlar derin mevzular, Alan Parker'ın Midnight Express'i mükemmel bir gerilim-dramdır. Ben filmi ilk kez yıllar önce HBB kanalından izlemiştim. Hep Türk filmlerinde gördüğümüz; insana huzur ve mutluluk veren İstanbul boğazı görüntülerinin, o ürkütücü müzikle nasıl da ürkütücü göründüğü beni şaşırtmıştı. Bir kaç kere de sididen izledim. Filmin başlarında yer alan havaalanı sahnesinde Billy Hayes'ın sakız çiğneme sahnesi hep dikkatimi çekmiştir. Aslında sakız çiğnemeyi çok sevmememe (!) rağmen o sakızın çok iştah açıcı olduğunu görüyorum. İlk sakız, gerilimi azaltmak (soothing) için; ikinci sakız da bir kutlama yapmak (feast) için çiğneniyor ve bence işe de yarıyor.

11 Mart 2009

"O Ano Em Que Meus Pais Sairam De Ferias" (2006)


Brezilyalı yönetmen Cao Hamburger'in filmi O Ano Em Que Meus Pais Sairam De Ferias'ı (Annemler Tatilde, 2006) çok sevdim. Ben Dünya Kupası düzenlenen yılları çok severim, heyecanlı bir bekleyiş sarar beni ve bir çok kişiyi. Film de 1970 Dünya Kupasını fon olarak kullanırken, Brezilya'daki cunta düzeninin insanlar üzerinde bıraktığı tahribatı bir çocuğun gözünden anlatıyor. Maçlar yaşanırken, Pele golleri sıralarken Brezilya'da tuhaf şeyler oluyor. Futbol temalı filmleri seviyorsanız kaçırmayın derim.

"Beyoğlu'nun Arka Yakası" (1986) & "Gece, Melek ve Bizim Çocuklar" (1993)


Birbirlerine benzediğini düşündüğüm iki film hakkında yazacağım bugün. Atıf Yılmaz'ın Gece, Melek ve Bizim Çocuklar'ı (1993) ve Şerif Gören'in Beyoğlu'nun Arka Yakası (1986). Bu iki film de İstanbul, Beyoğlu fuhuş sektörünü fon olarak kullanıyor. Karakterleri arasında; fahişler, travestiler ve madde bağımlıları var. Bu sektörün iğrençliğini göstermek için, Beyoğlu'nun Arka Sokakları biraz mizahi bir üslup kullanırken Gece, Melek ve Bizim Çocuklar oldukça rahatsız edici bir üslup kullanıyor ve karanlık bir evren çiziyor. İkinci filmin oyuncularının (Uzay Heparı, Derya Arbaş) genç yaşta ölmesi de magazin basını tarafından kötü şöhret olarak yorumlanmaktadır. Hassas bünyeleri sarsabilecek sahne ve diyalogları barındıran bu film aslında Atıf Yılmaz'ın genel tarzı dışında bir film olarak kabul edilir. Atıf Yılmaz'ın diğer filmlerindeki magazinel asiliğin aksine gerçekten asi ruhlu bir filmdir Gece, Melek. Avangard diyebileceğimiz bir film çekmiştir Atıf Yılmaz. Sanırım ilk defa bu filmde kendi seslerini kullanmış olan iki kötü oyuncuya (Tarık Akan, Oya Aydoğan) sırtını dayayan, Beyoğlu'nun Arka Yakası ise sarsıcı diyaloglara ve sahnelere sahip olmasına rağmen avangard bir film değildir. Bir çok insan böyle bir filmin varlığından bile haberdar değildir. O yıllarda fırtına gibi esen "Seni Sevmeyen Ölsün" şarkısı insana biraz tebessüm veriyor o kadar.

08 Mart 2009

Fenerbahçe alsın

Kariyeri düşüşe geçmiş olan futbolcuları almakla ünlü klübümüz Fenerbahçe'den, Fransız futbolcu Florent Sinama Pongolle'yi bir sinemasever olarak transfer etmesini istiyorum. Böyle isim mi olur? Türkiye, futbolcu ve teknik adam isimleriyle geyik muhabbeti yapmayı çok iyi becerdiği için Sinama için de yaratıcı başlıklar atılacaktır ve ortam renklenecektir eminim.

07 Mart 2009

He is back!

Şu anda Türk medyasında çalışan biri olsaydım ve "efsane geri döndü" gibi çok klişe bir başlık atsaydım yadırganmazdım. Uzun zamandır hakkında haberler çıkan Tarantino'nun 2. Dünya Savaşı filminin vizyon tarihi belli oldu. Inglorious Bastards 21 Ağustosta vizyona giriyor. Filmin adını ben "Şerefsiz O...Çocukları" şeklinde çevirdim, bakalım ülkemizde hangi adla vizyona girecek. Imdb'ye bakıldığında Amerikan başlığı The Inglorious Bastards olan İtalyan bir film olduğunu görürüz (Quel maledetto treno blindato, Enzo Castellari, 1978). Sanırım filmin çekildiği dönem Tarantino'nun vidyocuda çalıştığı döneme denk geliyor; o açıdan bir etkilenme varsa şaşırmayacağım. İnanılmaz şiddet sahneleri olacağını kestirmek sinemaseverler için zor değil. Tarantino'nun 2007 yılında yer aldığı The Grindhouse projesini tam olarak O'nun bir filmi olarak kabul etmiyorum, bu yüzden yıllardır film çekmeyen Tarantino'nun film çekmesi beni heyecanlandırıyor. Bekleyelim, görelim.

04 Mart 2009

Klasik sahne 2



Klasik sahne serisini başlatırken aklımda bu sahnenin olduğunu söylemiştim. Il Buono, il Brutto, il Cattivo (İyi, Kötü, Çirkin, Sergio Leone, 1966) sinema nedir sorusuna çekinmeden cevap olarak verebileceğim bir başyapıt. Tıpkı türküler gibi kollektif belleklerde yaşatılır bu film. İzlememiş olanlar bile farkında olmadan hakkında bazı bilgilere sahiptir. Tabi bunda Ennio Morricone'nin tema müziğinin payı büyüktür. Bu düello sahnesinde ben o müziğin olduğunu sanıyordum fakat başka bir müzik varmış. Tam beş dakika sürüyor düello sahnesi, Sergio Leone tarzı yakın çekimlerle gerilim en üst seviyeye ulaşıyor. Büyüleyici bir havası var bu sahnenin. Düelloyu kimin kazanacağı ayan beyan anlaşılsa da bu gerilimi tutturmak tam usta yönetmenlerin yapacağı bir iş. Bazı kimseler altı üstü bir "koboy filmi" deyip burun kıvırsa da Il Buono, il Brutto, il Cattivo biçimsel bir şaheserdir bana göre. Bir adı bile olmamasına rağmen Clint Eastwood da sinema tarihinin en karizmatik kahramanlarından birini canlandırır.

02 Mart 2009

Müzikal

Asiye Nasıl Kurtulur'u (Atıf Yılmaz, 1986) izlerken, bana en az hitap eden film türünün müzikaller olduğunu fark ettim. Singin' in the Rain (Yağmur Altında, Stanley Donen, Gene Kelly, 1952) zevkle izlediğim nadir müzikallerden biriydi ama diğerleri beni kelimenin tam anlamıyla baydı. Perdede kurgusal bir şey izlerken birdenbire nereden geldiği belli olmayan müzik eşliğinde karakterlerin şarkı söylemesi benim dikkatimi dağıtıyor. O yüzden en sevdiğim yönetmenlerden birisi olan Tim Burton'ın son filmi Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street'i (Sweeney Todd: Fleet Sokağının Şeytan Berberi, 2007) izlemeyi bu kadar erteledim. Kurtuluş yok mecbur izleyeceğim, bir de An American in Paris'i (Paris'te Bir Amerikalı, Vincente Minnelli, 1951) izleyeceğim, başka da müzikal izlemeyi düşünmüyorum.

01 Mart 2009

"The Beekeeper" (1986)

Angelopoulos'un yolculuğu devam ediyor. Bu kez yolcumuz tüm zamanların en yakışıklı oyuncularından biri, Marcello Mastroianni. Kızının evlenmesi, mevsimlik bir işe çıkması ne kadar etkiler bir insanı? Bunlar sadece ufak bahaneler de olabilir; tıpkı okuldaki tarih kitaplarında Avusturya-Macaristan veliahtının bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesinin 1. Dünya Savaşının sebebi olarak verilmesi gibi.. Yine mükemmel fotoğraflar, mükemmel diyaloglar ve oyuncuları havaya sokan bir atmosfer yaratmış Angelopoulos. Bu adam reklam filmi çekse yine etkileyici olurdu herhalde.

60, 70, 80

İlk defa bir alıntı yapacağım. blog yazarlarının sıkça alıntı yapmalarını biraz kolaya kaçmak olarak görsem de bu alıntıyı yapmadan duramayacağım. Buraya tıklarsanız, çok beğendiğim bir yazar olan Serdar Turgut'un benim birçok kez bahsettiğim 70ler Amerikan sinemasıyla ilgili çok güzel bir yazısını okuyacaksınız. Sonra da buraya, buraya ve buraya tıklayınız.