31 Aralık 2011

Kürt sorunu üzerine üç film


Sumru: Bu ülkede lanetlenmiş olanlar kimler diye düşünürüm hep.
Ahmet: 20 sene sonra ne olacak acaba. Sen ne düşünüyorsun?
(Gelecek Uzun Sürer)

Bu ülkede k.ü.r.t harfleri yan yana gelince tüyleri diken diken olan epeyce bir insan olmasına rağmen kanıyla canıyla böyle bir sorunun var olduğunu kimse inkar edemez herhalde. Benim bu konudaki yerim her zamanki yerde. Toplumu, sınıfsal çelişkiler üzerinden tahlil etmeye çalışıyorum. Kürt sorununun kaynağını da sınıflı toplum yapısında veya başka deyişle bu yapı yaratılmak ve güçlendirilmek isterkenki süreçte arıyorum. Çözümünü de bu yapının yıkılmasında görüyorum. İçeriği boş vatan sevgisi de bende hiç gelişmediği için; ne NATO güdümünde bir Kürdistan’da (veya Türkiye’de) yaşamaktan, yaşıyor olmaktan memnun olabilirim ne de bir karış bile vermeyiz (ama füze kalkanı projesine hiçbir şey demeyiz) diye haykıran fetiş tutkularım var. Bölünmemiş bir ülke ne demektir? Veya bağımsız bir ülke ne demektir? Özgür bir halk nasıl olur? Türkler özgür müdür? Bu teferruatları iyi düşünmek gerek. Kürt ve Türk emekçileri yan yana gelirlerse ancak sorunları çözebilirler. Başka durumlarda çözümsüzlük içerisinde enerjilerini ve hayatlarını kaybetmeye devam ederler diye düşünüyorum ben. Sinemamızın bu sorun üzerine birkaç cılız istisna haricinde önemli eserler veremediğini de biliyoruz. Hangi sorun üzerine iyi eserler verdi sorusu da cevaplanmayı bekleyen bir soru olarak karşımızda duruyor. Tesadüf eseri şu anda televizyonda yayınlanan Handan İpekçi’nin “Büyük Adam Küçük Aşk” (2001) adlı filmi benim bu mesele üzerine bir şeyler söylemeye çalışan filmler içerisinde favorilerimdendir. Son dönemde Kürt sorunu üzerine üç film izledim:

1-      “Gelecek Uzun Sürer” (2011), Özcan Alper.

İlk filmi “Sonbahar”la dikkatleri üzerine çeken Özcan Alper’in ikinci filmi “Gelecek Uzun Sürer” için sanki bir ilk film gibi olmuş yorumları birçok sinemasever tarafından yapıldı. Çok şey anlatmak isteyip başaramamak birçok filmin kaderi olmuştur. “Gelecek Uzun Sürer” de bu kaderi paylaşıyor. 90’lı yılları hatırlatmak istiyor. On binlerce insanın öldüğü o yılları. Şehit kelimesini hiç sevmiyorum. Hem dini bir içeriği var hem de ölme ve öldürmeyi kutsayan bir anlamı. Devrim şehitleri lafı da bir oxymoron teşkil ediyor bana göre. O yıllarda aşağı yukarı 10-15 bin insan faili meçhul cinayetlerde hayatını kaybetti. “Bir Zamanlar Anadolu’da”da bile gönderme yapılan beyaz Reno Toros arabalar sokak ortasında fütursuzca insanları öldürüyordu. İstanbul’dan Diyarbakır’a giden Sumru oryantalist bir bakış açısıyla Kürtçe ağıtlar derlemek istiyor. Bu esnada bir sinemasever olan Ahmet’le tanışıyor. Ahmet de Kürt hareketine katılıp katılmama konusunda kararsız kalmış, kişisel çelişkileri olan bir insan. Bu ağıtlar için faili meçhul cinayetlerde yakınlarını kaybeden insanlarla görüşmeler yapılıyor. Bu görüşmeler belgeselvari bir atmosferde seyirciye sunuluyor. Bu sunuş tarzı bence filmin sinemasal ruhunu zedeliyor ve başarısızlığı getiren önemli etmenlerden biri oluyor. Yine bir ilk film acemiliğinde gözlemlenebilecek işlevsiz yan karakterler veya yan hikayeler bu filmde mevcut. Bunlardan biri Ermeni kilisesi papazı Anto dayı. Kürt sorunu gibi çetrefilli bir sorunun üzerine gitmek isterken araya bir de en az onun kadar çetrefilli bir sorun olan Ermeni sorununun da üzerine gitmeye çalışmak cesaret isteyen bir tavır. “Gelecek Uzun Sürer”i izlemiş bir kişinin zihninde 90’larda yaşanılanlarla ilgili soru işaretleri yaratmak istenmiş, aynı şekilde 1915 için de soru işaretleri yaratılmak isteniyor. Bugün Hemşince diye bilinen dilin de aslında Ermenice olduğu ve dolayısıyla Karadeniz bölgesinin etnik yapısının da çok bilinmeyenli bir denklem olduğu soru işareti de yaratılmak isteniyor ki pek tabi ki bu pek mümkün olmuyor. Sumru’nun örgüte katılan eski sevgilisiyle yaşadıkları da başlı başına bir film olabilecekken özentisizce araya sıkıştırılmaya çalışılıyor ve güzelim çelişkiler güme gidiyor. Bir de bu filmde beni rahatsız eden Ahmet karakterinin sinemaseverliği oldu. Artık filmlerde duvarında nitelikli filmlerin afişleri olan karakterler görmek sıradanlaştı. Pek bir özgünlüğü kalmadı. Hatta “Gelecek Uzun Sürer”, yaklaşık 10 yıl önce Nuri Bilge Ceylan’ın “Uzak”ta yaptığını yapmaktan hiç çekinmiyor. Tarkovski’nin “Stalker”ını izleyen sinemaseverle sıradan halktan biri filmin sıkıcılığı üzerine bir diyaloğa giriyorlar. Birilerinin; Özcan Alper’e bir şeyler anlatmak için bu kadar hevesli olmasına gerek olmadığını, minimalizm diye bir şeyin olduğunu hatırlatması gerekiyor. Bunları yapabilmesi için uzun bir geleceğinin olduğunu düşünüyorum.

2-      “Press” 2010, Sedat Yılmaz.
        
Yine doksanlarla ilgilenen bir film “Press”. Hatta o yıllarda geçen bir dönem filmi. Film başarısız bir bilgisayar efektiyle açılıyor. Evden dışarı çıkan bir karakter var. Yolun kenarında bilgisayarla iliştirilmiş beyaz Toros’ları görüyoruz yine. O yıllarda Kürt hareketinin temsilciliğini yapan “Özgür Gündem” adlı gazetenin maruz kaldığı baskılar üzerine bir film. Yine Diyarbakır’da geçiyor. “Gelecek Uzun Sürer”e göre daha beğendim filmi ama yine de iyi bir film diyemiyorum. Oyuncuların amatörlükleri ve dolayısıyla seyircinin hissettiği yabancılaşma duygusu filmin handikapı. Bu oyuncuların geliştirdiği yine işlevsiz ve niteliksiz mizah duygusu, filmin oldukça gergin olan ve bence olması gereken atmosferini zedeliyor. Film, anlatmak istediğini anlatmayı bir bakıma başarıyor ama insanların yıllar sonra hatırlayacağı bir sanat eseri olmaktan uzak bana göre.

3-      “Oğul” (2011), Atilla Cengiz.

Bu üç film içerisinde en sevdiğim film bu oldu. Hafif melodramatik ögeler barındırsa da sonuç bu. Aslında direkt olarak Kürt meselesi üzerine bir film diyemeyiz “Oğul” için. Kürt meselesi burada bir yan motif olarak kabul edilebilir. Belki de bu yan motiflerden en önemlisi ama film toplumsallıktan çok kişiselliğe daha yakın. Tam da Erdoğan’ın Dersim için özür dilediği günlerde izledim bu filmi. Dersim (Tunceli) çok özel bir yerdir. Ben ne zaman bir Dersim’liyle tanışırsam bir iki saniyelik bir es oluyor. Bu es süresince ikimizde o katliamı düşünüyoruz ve yine o es süresince sayısız düşünce geçiyor beynimizden. Erdoğan mı? Bence onlar hiçbir şey için özür dileyemezler, hiçbir şeyle yüzleşemezler, hiçbir meseleyi de çözemezler. Zaten çözümsüzlük için varlar. 20 yaşından küçük Giresun’lu bir genç Dersim’e gitmek istiyor. Gitme sebebi fındık toplamaya gelen Dersim’li sevgilisinden o sene haber alamayışı. Dersim’e gitmek ne kadar da zor bir şey onun için? Zaten gidemiyor da. Yol boyunca karşılaştığı sözlü tacizlerin üstüne bir de askerler oraya girmesine izin vermeyince işler sarpa sarıyor. Otostopla şehre gitmek isterken fındıktan dönenleri taşıyan bir kamyona biniyor. Burada film iki babanın dramına dönüşüyor. Özellikle Rıza Akın’ın çizdiği Zaza baba portresi unutulmaz diyebilirim. Rıza Akın’ın ne kadar da geç keşfedilmiş bir yetenek olduğuna hayıflanıyorum kendi adıma. Giresun’lu genç rolündeki Enes Atış’ın da çok iyi bir performans gösterdiğini hatırlatalım. Gerçekçi sahneler ve diyaloglar barındıran, ilgi çekici bir film “Oğul”. Mütevazi olma çabalarının haklı gereği olarak gerçekten mütevazi. İlgiyle izlenilebilir. Bu filmden sonra insanlardaki mezar tutkusunu da düşündüm. Vücudunu, öldükten sonra, tıp fakültelerinde kadavra olarak kullanılmak üzere bağışlamış biri olarak anlayamadığım bir tutku bu. Şu anda yaşayan yedi milyar insanın 100 sene sonra mezarları olacak mı? Sanmam. Gidişat böyleyken bu saçma tutkuyu bir kenara bırakmak gerekiyor diye düşünüyorum.      

23 Aralık 2011

"The Tree of Life" (2011)


Filmografisiyle beni büyülemiş bir yönetmen olan Terrence Malick'in 40 yıllık kariyerindeki beşinci filmini gösterime sokması elbette beni heyecanlandırmıştı. Daha önceki çevirdiği filmlerde tercih ettiği kural tanımamazlık ve hiç röportaj vermeyerek hatta resim bile çektirmeyerek üzerine aldığı gizemli adam imajı sayesinde Malick'in benim gibi çokça hayranı vardır. Bundan önceki filmi "The New World/Yeni Dünya"da (2005) beklentileri tam olarak karşılayamayan Malick'in son filmi bana göre iyi bir film değil. Bu yorumu, filmi sıkılmadan ilgiyle izlememe rağmen yapıyorum. Malick öyle ilgi çekici kareler sunar ki filmlerinde sıkılmanıza imkan yoktur. Tabi burada kastettiğim seyirci nitelikli sinema seyircisi. Sanatı ve sinemayı eğlence olarak gören seyirci ilk beş dakika hatta ilk dakikalardan itibaren Malick filmlerinden sıkılacaktır. "The Tree of Life/Hayat Ağacı" Eski Ahit'te geçen Job'un hikayesinden esinlenerek çekişmiş bir film. Bu hikayede, cillop gibi bir hayatı olan bir adam elindekileri tek tek kaybediyor ve Tanrı tarafından sınanmış oluyor. "The Tree of Life" gerici bir film. Tanrının suretinin idrak edilebileceği mükemmel evren ve onun önerdiği süperötesi hayat temalı bir film.   İnançsızlığım hayatımın merkezinde değil. Aldığım en önemli karar olmadığı gibi en sevdiğim özelliğim de değil. Ama bu filmi izledikten sonra böyle olduğum için ne kadar da iyi olmuş diye düşünmekten kendimi alamadım. Bunların hepsi bir. Milyarlarca insan saçma sapan hurafelerin peşinden koşup gerçeklikle bağlarını kopartıyorlar. Tam bir akıl tutulması. Anlaşılan bu akıl tutulmasına Terrence Malick de maruz kalmış. 133 dakikalık filmin yaklaşık 40 dakikası, Harun Yahya'nın Allah'ın varlığını kanıtladığını iddia eden vcd'lerine konu olabilecek görüntüler içeriyor. Bu görüntüler içerisinde başarısız denebilecek dinazor ve uzay görüntüleri de var. Bunları ilgiyle izliyorsunuz ama bir taraftan bir türlü ciddiye alamıyorsunuz. Filmin en ilgi çekici yanı olan sorunlu baba oğul ilişkisine odaklanmak istiyorsunuz fakat Malick'in o hayranlık uyandıran kural tanımaz kurgu anlayışı buna izin vermiyor. Hikaye anlatmayan Malick sinemasında elimizdeki avucumuzdaki her şey birer birer kayınca umutsuzca hikayeye sarılmak istedik ama maalesef avucumuzu yaladık. İşte bu şekilde hiçbir türlü tatmin olamayıp filmi bitirdim ben.

17 Aralık 2011

"Fear, Anxiety and Depression" (1989)



Normalde üzerinden altı ay geçmeden yeni bir Todd Solondz filmi izlememek niyetindeydim ama yönetmenin bu ilk filmi yine bir 90 dakikadan kısa film izleme etkinliğine kurban gitti. Zaten yanılmadım, Solondz'un daha önce izlediğim filmlerinden sonra hissettiğim dayak yemiş olma hali gerçekleşmedi. "Fear, Anxiety and Depression" yönetmenin daha sonra çekeceği filmlerin oldukça gerisinde. Woody Allen filmlerine beceriksizce yapılan bir özenme söz konusu. Bizzat yönetmen tarafından canlandırılan Ira Ellis karakteri her şeyden önce tip olarak Allen'a çok benziyor. Ayrıca entellektüel bunalım içerisinde olan oyun yazarı olması, kadınlarla iletişimde sorunlu olması, başlıktan da anlaşılacağı üzere sürekli bir tekin olamama hali içerisinde olması akıllara direk Allen karakterlerini getiriyor. Üstadın birçok filminde atıflarda bulunduğu Samuel Beckett ve "Waiting for Godot/Godot'u Beklerken" oyunu da filmde anılıyor. Solondz filmlerinde, insanın kanını donduran seksomanyak karakterler de ortalıkta gözükmüyor. Beceriksizlik ve dağınıklık filmin her anında hissediliyor ve "Happiness" gibi bir filmi çeken bir insanın bu filmi çektiğine inanmak da zorlaşıyor. Dolayısıyla izlemeye hiç gerek yok. Zaten oldukça da zor ulaşılabilen bir film. Bir ara internette vhs kopyasına rastlamış ve indirmiştim, şimdilerde o da yok. Filmin benim için tek artısı ilk defa saçlı bir Stanley Tucci'yi izlemiş olmam. 

04 Aralık 2011

Klasik sahne 5: Az iş çok laf



1979 tarihli, Kartal Tibet'in yönettiği "Umudumuz Şaban" filmi elbette toplumcu gerçekçiliğin en yetkin örneklerinden biri değil ama ilerici unsurlar barındırması açısından önemli. Benim için klasik bir sahnedir bu sahne. Prensibim az iş çok laf...Sağ siyaseti çok iyi özetliyor.

"Katzelmacher" (1969)


Marie: Yunanistan'ın neresindensin? Hangi şehirden?
Jorgos: Piraeus.
Marie: Orada iş yok mu?
Jorgos: İş? Evet, ama yok para.
Marie: Nasıl olur? Eğer çalışırsan, para kazanırsın. Bu her yerde böyledir. 
Jorgos: Para? Evet, ama değil çok para.

Geçen ay İstanbul Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nde, Türkiye'den Almanya'ya göç eden işçilerin deneyimleri temalı birçok etkinlik düzenlendi. Rainer Werner Fassbinder'in iki filmi de bu bağlamda gösterildi. Bu filmler yabancı düşmanlığı temalı filmlerdi. Birisi bu blogda defalarca anılan "Angst essen Seele Auf/Ali: Korku Ruhu Kemirir" (1974) adlı filmdi diğeriyse Fassbinder'in ilk filmi "Liebe ist kalter als der Tod/Aşk Ölümden Soğuktur"la aynı yıl çevirdiği "Katzelmacher"di. Arşivimde yer aldığı için etkinliğe katılmadım. Bu arada bu etkinliğe katılan birisinin filmle ilgili yaptığı şu yorum son zamanlarda okuduğum en yüzeysel iki yorumdan biriydi. Diğeri de şu. Katzelmacher, Almanca mavi kedi demekmiş. Yabancı işçiler için argoda kullanılan bir kelimeymiş. Bu filmde de mahalleye gelen Yunan bir işçinin nasıl da ufak çaplı bir infial yarattığına tanık oluyoruz. Richard Linklater'ın "subUrbia"sında (1996) olanlar burada da oluyor. Mahallede aylaklık eden işsiz gençler var. Hepsi bireysel kurtuluşun peşinde. Para, güç, güzellik, cinsel haz gibi metalara erişebilmek için her şeyi yapabilecek karakterdeler. Kendi aralarında bir dayanışma ruhu oluşturlarmış gibi bir atmosfer var ama işin aslı hiç de öyle değil. Birbirlerine karşı aslında güvensiz ve sevgisiz olan bu güruh, ortama nefret duygusunu yönlendirebilecekleri bir nesne, Jorgos, gelince ortak hareket ediyor gibi gözüküyorlar. "Katzelmacher", kompleksli ve çıkarcı düzen insanının bu eksikliklerini vicdanında aklayabilmek için linç kültürüne nasıl da kolay yakalanabildiğini, nasıl da kolay manipüle edilebildiğini bize anlatıyor. Bunun için ihtiyaç duyulan tetikleyici güç, çoğu zaman, doğuştan gelen farklılıklar yani din, mezhep, etnik köken gibi sağ ideolojilerin önem verdiği nitelikler. Jorgos da bu Alman banliyösü için Yunan olması dolayısıyla bir alien'dır (yabancı). Tam da aranan nesne. Böylece köpekler birbirlerini yerken, azınlık zenginliğine zenginlikler katmaya devam edecektir. Fassbinder; alabildiğine basit, iddiasız, camp (bu sefer gerçekten camp) bir sanat eseriyle alt sınıflar arasında sistem tarafından teşviklenen iti ite kırdırma (dog-eat-dog-world) olayını etkili bir şekilde göstermiş oluyor. Hemen hemen her Fassbinder filminde başıma gelen şey yani takdir etmekle beraber kafamın karışması olayı "Katzelmacher"i izledikten sonra da oldu. Fassbinder sinemasının çiğliklerine alıştım da yönetmenin klasik ahlakçı yanına bir türlü alışamıyorum. Bu filmde de Fassbinder en çok belaltı vuruyor. Güruhtaki bireylerin ne kadar da ikiyüzlü olduklarını seyirciye aktarmak için onların cinsel hayatlarına burnunu sokuyor. Kimilerini parayla seks yaptıkları için, kimilerini gizli eşcinsellik yaptıkları için, kimilerini arkadaşlarının aşklarına yan gözle baktıkları için, fantazileri için, kendilerine hakim olamadıkları için mahkum ediyor. Bunu yapan da Fassbinder. Yani bunların hepsini ve daha fazlasını kendi hayatında yapan Fassbinder. Sınıflı toplumlarda çürümüşlük hayatın her alanında var. Neden cinsellik söz konusu olduğunda bu insanlardan istikrar bekleniyor? Dün gittiğimiz kafede, yemek siparişi etmeden içki siparişini kabul etmeyen işyeri sahibi, karısını aldatan adamdan daha mı ahlaklı? Soruyorum sana Fassbinder. Yiğitsen, delikanlıysan çıkar belgeleriyle cevap verirsin. Veremeyen şerefsizdir!?!