24 Temmuz 2009

İki manyak yeniden çevrim

Bu bloğu takip edenler bilir ki yeniden çevrime karşı olan birisiyim. Orijinal bir şeyler yaratmanın daha önemli olduğunu düşünüyorum. Bu yeniden çevrimler genelde asıllarından kötü olurlar, ancak bazen böyle daha iyileri de çıkar. Elbette ki bu yazıda ele aldığım iki yeniden çevrimin asıllarından daha iyi olması, onların asıl filmlerin mirasını sömürdükleri gerçeğini değiştirmiyor.
My Bloody Valentine (Sevgililer Günü Katliamı, George Mihalka, 1981) Tarantino'nun favori korku filmlerinden olması sebebiyle ilgimi çekti. "Gördüğüm en kanlı film" demiş Tarantino. Filmlerdeki kan, revan olayları için gore kelimesi kullanılır İngilizcede. Şöyle bir karşılaştırma yapayım: Yeniden çevrimdeki (Patrick Lussier, 2009) gore oranı FC Barcelona'nın oynadığı futbolsa, orijinal filmdeki gore oranı FC Konyaspor'un oynadığı futbol olabilir anca. O dönemlerde omurilikten aşağıya çınnn diye bir ses göndermiş olabilir; fakat günümüzde pek etkilemiyor. Yeniden çevrimdeyse, Harry Warden iyi kazma-kürek işi çıkartıyor. Vuruyor, kırıyor, kesiyor, biçiyor...İbrahim Üzülmez'in futbolu gibi bir şey bu. Hassas bünyeler uzak dursun. Basında bazı haberler okudum. Filmi iyice araştırmadan, etmeden; romantik bir film zannedip sevgililer gününde filme giden çiftler olmuş. Eğer bu çiftlerdeki dişi kişilik salaksa, aralarında nasıl diyaloglar geçti merak ediyorum doğrusu. Yeniden çevrimin kurgusunun daha zekice olduğunu da belirtmeyelim. My Bloody Valentine (2009) benim gördüğüm en kanlı filmlerden biriydi.
İkinci filme gelirsek, şu afişe bakar mısınız? "Korkudan bayılmamak için sürekli kendinize bu sadece bir film, bu sadece bir film diye tekrarlayınız" diyor. Yeniden çevrimi (2009), amcamın oğlu Haydarla sinemada izledik. Orijinal filmin, Wes Craven gibi korku filmlerinin duayeni bir adamın 70lerde geçen, kötü şöhretli bir film olduğunu öğrenince iyice merakım arttı. İzleyince karşılaştırma yapabildim. Yeniden çevrimdeki gore oranı Lionel Messi'nin oynadığı futbolsa, orijinal filmdeki gore oranı Ümit Ozan'ın (eski FC Çaykur Rizesporlu, kalın bacaklı futbolcu) oynadığı futbol olabilir anca. Aynı şekilde, kurgusu daha iyi yeniden çevrimin.
Böyle istisnalar olabiliyor. O yüzden futbol pardon sinema sürprizlere açık bir oyun-sanat dalı.

22 Temmuz 2009

Kötü oyunculuklar 1



Kötü oyunculuklar adlı yeni bir seri başlatıyorum. Travis Bickle, R. P. McMurphy, the Joker, Norman Bates gibi unutulmaz performansları övüyoruz da neden kötü oyunculukları sergilemeyelim. Amerika'da Altın Ahududu adlı en kötülerin deşifre edildiği bir platform olsa da marlonbarando halkı için kötü oyunculuklara örnekler sunacak ara ara. Bu kötü oyunculuklar bazen tüm filmdeki performansa göre belirleneceği gibi, video dosyasında olduğu gibi çoğunlukla örnekler verilerek yapılacaktır. Tarık Akan'ın Ferit dönemine ait Ah Nerede (Orhan Aksoy, 1975) adlı filmde, Gülşen Bubikoğlu'nun bu bakışı hep dikkatimi çekmiştir. Acaba yönetmen kendisine ne dedi? Gotik bir bakış istiyorum demiş olabilir. Gerçekten ilginç bir bakış. Boşa koysan dolmuyor, doluya koysan boşalmıyor(?).

21 Temmuz 2009

"4 luni, 3 saptamani si 2 zile" (2007)

Bazen dost sohbetlerinde hiçbir sanat dalının sinema kadar etkili olamayacağını savunurum. Sahip olduğu sınırsız olanaklarla bizleri sonu olmayan bir evrene çağırdığı için böyle olduğunu düşünüyorum. Bu fikrim belki ileride değişir; ancak 4 luni, 3 saptamani si 2 zile (Dört Ay, Üç Hafta, 2 Gün, Cristian Mungiu, 2007) gibi filmler çekildikçe böyle düşünmeye devam ediyorum ister istemez. 2007 Cannes Altın Palmiye ödülü sahibi bu film, Komünist Romanya'nın son dönemlerinde geçiyor. Kürtaj gibi çok hassas bir konuyu cesurca ele alıyor film. Filmin büyük bir bölümü bir otel odasında geçiyor. Kanlı sahneler bugün izlediğim Vicdan (Erden Kıral, 2008) adlı dandik Türk filmindekinin çeyreği kadar bile değil. Hatta yok bile denilebilir. Sadece diyalogların yardımıyla film vurucu bir etkiye sahip. İşte sinemanın gücü burada ortaya çıkıyor. İzledikten sonra kendinize gelmekte zorlanıyorsunuz. Allak bullak oluyorsunuz. Filmdeki oyuncular o kadar iyi, o kadar iyiler ki anlatmakta kelime bulamıyorum. Özellikle şerefsiz doktor rolünü oynayan adam kusursuz bir oyunculuk sergiliyor. Film kürtajla ilgiliymiş gibi gözükürken, çözülmeye başlayan rejimin insanlar üzerindeki etkisini çok iyi yansıtıyor perdeye. İnsanların kafalarının karışıklığını, köşeye sıkıştırılmışlık hislerini çok başarılı bir şekilde veriyor. Herkesin kaldırabileceği türden bir film olmadığını söyler, izlemek istiyorsanız bir kez daha düşünün derim. Efendim? Vicdan mı? Bırak abiciim ya! Vakit kaybedersiniz. Ancak ilginçtir, çok iyi bir oyuncu olduğunu düşündüğüm Murat Han'ı hep dandirik ötesi filmlerde izliyorum. Bundan önce de Mutluluk (Abdullah Oğuz, 2007) adlı ilkokul müsameresinde izlemiştim. Yine daldan dala atladım...

19 Temmuz 2009

Belki de sadece tesadüftür 5

Bir önceki yazımda bahsettiğim üzere, bazen bir şeyler bilmek filmlerden alacağınız tadı azaltıyor. Amores Perros'u (Paramparça Aşklar, Köpekler, Alejandro Gonzalez Inarritu, 2000) izleyenler, Gece 11:45'i (Ercan Durmuş, 2005) izlerken benim gibi sinirlenmiş olabilirler. Araklama olduğu bu kadar mı çaktırılır? O kadar benziyorlar ki...Birbirinden bağımsız gibi gidip finalde kesişen üç ayrı hikaye barındırmasından tutun da hikayesi olan berduş adam karakterine kadar. Evlilik dışı ilişki yaşayan kadın karakteri de bonusu. Töre cinayeti sosunu "adaptasyon yaptık" demek için mi katmışlar acaba? Feridun Düzağaç da çok çok kötü oynamış bu arada. Amores Perros'taki El Chivo'ya benzetmeye çalışmışlar ama hiç olmamış. Yelda Reynauld karakterinin alamancı şivesi de pek bir eğreti duruyor. Filmde ilginç olan tek şey lavuk dizi yazarı rolünde Çağan Irmak'ı izlemek. İzlememiş olanlar için; Amores Perros, 2000li yılların en önemli filmlerinden biridir. Kusursuz kurgusuyla, karizmatik oyuncularıyla, belgeselvari görüntü yönetimiyle benzersiz bir filmdir. Bir daha izleyesim var.

14 Temmuz 2009

"Plan 9 from Outer Space" (1959)

Bir çok ankette "bütün zamanların en kötü filmi" seçilen Plan 9 from Outer Space (Uzaylıların Dokuzuncu Planı, Edward D. Wood, 1959) nihayet tarafımdan izlenilmiş bulunmakta olup bu sıfat için uygun olmadığı düşünülmektedir. Evet Plan 9 çok çok kötü bir film; ancak daha kötü filmler izledim. Örneğin şurayı tıklarsanız, ondan daha kötü bir filmle karşılaşabilirsiniz. Sinema dergisinin bu ayki sayısında Plan 9'un da yeniden çevriminin düşünüldüğünü öğrenince şok oldum. Bu, Dünyayı Kurtaran Adam'la dalga geçmek için çekilen Dünyayı Kurtaran Adam'ın Oğlu'nun aslından daha kötü bir film olmasına benzeyecektir muhtemelen. Filmin jeneriğinde ilginç şeyler var. Mesela, filmde ölmüş olmasına rağmen oynayan Bela Lugosi için "almost starring" (hemen hemen oynamıştır) yazıyor, veya özel efektler için "not very special effects" (pek de özel olmayan efektler) deniyor. Bu filmi izledikten sonra üç sene önce izlediğim Ed Wood (Tim Burton, 1994) adlı filmi bir daha izledim. Ed Wood, tüm zamanların en kötü yönetmeni olarak kabul edilen Edward D. Wood, Jr.'ın maceralarını anlatan bir filmdi. Plan 9 da dahil olmak üzere bazı filmlerini çekerken başına gelen veya kendisinin çabalarıyla başına gelen bazı absürd olayları anlatıyordu film. Zamanında bana çok da iyi gelmeyen bu film, bu sefer daha iyi geldi. Bir şeyleri bilerek film izlemek; filmden alacağanız tadı bazen azalttığı gibi, bazen de böyle çoğaltabiliyor. Mesela bir sonraki yazımda değineceğim 11:45 (Ercan Durmuş, 2005) filmi, eğer Amores Perros'u (Paramparça Aşklar ve Köpekler, Alejandro Gonzalez Inarritu, 2000) izlemişseniz, sizin sinirlerinizi bozabiliyor.

"Süt" (2008) 2. bölüm

1. bölümde Süt'ü (Semih Kaplanoğlu, 2008) nasıl izleyemediğimden girip çok farklı yerlerden çıkmıştım. Yusuf üçlemesinin ikinci halkasını nihayet izleyebildim. Baştan bir şey söyleyeyim nasıl bir film olduğunu anlarsınız: yaklaşık son 35 dakikada diyalog yok!!! Bu filmin altyazı dosyası notepad programında iki-üç sayfa falandır en fazla. Ve evet, evet...Ben sanat filmlerine bayılıyorum. 1. bölümde Recep İvedik'e (Togan Gökbakar, 2008) güldüğümü söylemiştim, ikincisine de güldüm, hatta yarıldım; ancak iyi bir sanat filmine, hele de modern insanın kıvrandığı iletişimsizlik temalı iyi bir sanat filmine asla hayır diyemem. Süt de bu türün (bu bir tür mü?) iyi bir örneği. Uzak'ın (Nuri Bilge Ceylan, 2002) gerisinde olmakla birlikte, Yavuz Özkan filmlerinin fersah fersah ilerisinde. Bu türe gıcık olup da yanlışlıkla bu filme gidenler, filmin sonunda nasıl bayılmışlardır acaba? "Aabi, hiçbi (bilinçli bitişik yazılmıştır) şey olmuyo, çocuk gidiyo, dolaşıyo, geliyo, filim bitiyo. Gitmeyin, paranıza yazık, ha sote ortam ararım ben abijiim dersen git!" gibi yorumlar gelmiştir eminim. Üçüncü halkayı merakla bekliyorum.

11 Temmuz 2009

İlişkiler üzerine bir film

Woody Allen'ın Avrupa macerası devam ediyor. Ben kendisinin sıkı bir hayranı olmama rağmen, oyuncu olarak yer almadığı filmlere bir türlü ısınamıyorum. Vicky Cristina Barcelona (Barselona Barselona, 2008) da çok ısınamadığım bir film oldu. Bence Woody demek mizah demek ancak; filmde mizah adına doyurucu pek bir şey bulamıyoruz. Tamam egzotik Barselona görüntüleri var da bir Woody Allen filminde arayabileceğim en son şeylerden biri yerel motifler olurdu herhalde. Ha ilişkilerin karmaşıklığı üzerine başarılı bir film derseniz, Closer'ı (Daha Yaklaş, Mike Nichols, 2004) gördünüz mü derim. Üstelik Closer da yerel motifler de var (Londra). İlişkiler üzerine söz söyleyen çok başarılı bir film Closer. Daha devrimci, daha cesur, daha yaratıcı. Sinematoğrafi anlamında Vicky Chirstina Barselona'ya tur bindirir. Dön artık New York'a Woody!

09 Temmuz 2009

Nayır, nolamaz!

Sinema dergisinin bu ayki sayısından öğrendiğim üzere, yakın zamanda Hollywoodun yeniden çevirmeyi planladığı filmler şunlardır:
Suspiria (Dario Argento, 1977),
Sunset Blvd. (Sunset Bulvarı, Billy Wilder, 1950),
A Nightmare on Elm Street (Elm Sokağı Kabusu, Wes Craven, 1984),
Escape from New York (New York'dan Kaçış, John Carpenter, 1981),
The Birds (Kuşlar, Alfred Hitchcock, 1963),
Das Leben der Anderen (Başkalarının Hayatı, Florian Henckel von Donnersmarck, 2006),
Fahrenteit 451 (François Truffaut, 1966).
Yuh diyorum! Das Leben der Anderen eski Doğu Almanya'da geçiyordu, Amerika'da nerede çekeceksiniz bu filmi? Suspiria'daki renk yönetimini nasıl yakalayacaksınız? Escape from New York'daki Snake Plissken'in boğuk ses tonunu hangi aktörle yakalamayı planlıyorsunuz? Sunset Blvd.'ın başındaki havuzda boğulma sahnesini tekrar çekmeye nasıl cesaret ediyorsunuz? Bülent Ecevit yaşasaydı ve "birileri bu adamlara haddini bildirsin" diye bağırsaydı ne iyi olurdu.
Not: Bu yazıda kullanılan resim, google görsellere "plunder" kelimesi yazılarak bulunmuştur.

08 Temmuz 2009

"Ratatouille"yi altıncı kez izlemek

2007'nin en iyi filmlerinden biri olan Ratatouille'yi (Ratatuy, Brad Bird) altı kez izlemezdim; fakat okulda öğrencilerime film izleteceğim diye söz verdiğimden dolayı, her sınıfla takrar izlemek zorunda kaldım. Ratatouille garanti filmlerden biridir. Yani birisine bir film tavsiye edecekseniz ve küfür yemek istemiyorsanız Rataouille'yi korkmadan tavsiye edebilirsiniz. Tıpkı Little Miss Sunshine (Küçük Gün Işığım, Jonathan Dayton, Valerie Faris, 2006) gibi..Bir kere bir başarı öyküsüdür Ratatouille ve başarı öyküleri öykünmenin (gişe başarısının sırrı) en kolay gerçekleşebileceği öykülerdir. Kendini aşmaya çalışan bir kahraman olması da işin cabası. Filmin diğer artıları teknik özelliklerinin, senaryosunun, temposunun, seslendirmesinin çok iyi olması . "Haa, şu filim!. Bi fare ahçı olmaya çalışıyo". İşte halkın yorumu bu. Benim yorumum ise: limitleri olan ve bu limitlerinin farkında olan bir kahraman adayının, hayatını istediği şekle sokmak için yeteneklerinin de yardımıyla nasıl doğru zamanda doğru yerde olması gerektiğini seyirciye gösterdiği ve bunu yaparken tüm komplekslerinden arınarak, klasik Yunan trajedilerindeki amaç olan zihinsel arınmayı seyirciye yaşattığı, olağanüstü animasyon..

07 Temmuz 2009

"Stigmata" (1999)

Dini gerilim filmleri her zaman ilgi gören bir tür olmuştur. Angels & Demons (Melekler ve Şeytanlar, Ron Howard, 2009) veya The Da Vinci Code (Da Vinci Kodu, Ron Howard, 2006) gibi dandirik filmleri izlemek çok sıkıcı oluyor maalesef. Elimde; The Passion of the Christ (Tutku: Hz. İsa'nın Çilesi, Mel Gibson, 2004) , Name of the Rose (Gülün Adı, Jean-Jacques Annaud, 1986), The Last Temptation of Christ (Günaha Son Çağrı, Martin Scorsese, 1988) gibi kaliteli filmler vardı. Özellikle Mel Gibson'ın filmi çok tartışmalı olsa da, izleyenlerden bazılarını öldürse de izlemiş olanların bildiği üzere dehşet bir filmdi. Yeni bir kaliteli dini gerilimle karşı karşıyayız. Amcamın oğlu Haydar'ın (!) tavsiyesi üzerine izledim bu filmi. Vatikan yine filmde dejenere olmakla itham ediliyor ve bir şeyleri örtbas etmeye çalışıyor. Kafası karışık papaz rolünde Gabriel Byrne ve 155 cm boyunda ve apartman topuk takıntılı olmasına rağmen, her zaman çok iyi ve çok güzel bir oyuncu olan Patricia Arquette çok iyi oynuyorlar. Kırbaçlanma sahneleri her zaman ilgimi çekmiştir -ki bunların babası Glory (Zafer, Edward Zwick, 1989) adlı filmdedir- Stigmata'daki kırbaçlanma sahnesi ve diğer şiddet sahneleri gerilime gerilim katıyor.
Buradan hemen başka bir konuya zıplıyorum. Yine IMDB sitesinin puanlama sistemine değineceğim. Bu sitede bazı iyi filmlerin çok az puan aldığından veya bazı çok kötü filmlerin yüksek puan aldığından bahsetmiştim. Elbette ki iyi film-kötü film göreceli bir şeydir, ve bana göre iyi olan filmlere herkesin bayılmasını beklemiyorum; ancak bazı filmlerin puanlamasında etnik-dinsel ögelerin rol oynadığını düşünüyorum. Bu filme 6.0 gibi düşük bir puan verilmesinde Katolik hislere sahip insanların önemli ölçüde rol oynadığını düşünüyorum. Aynı şekilde Hitler'i mahallenin delikanlısı kadar sempatik göstern Der Untergang (Çöküş, Oliver Hirschbiegel, 2004) gibi bir filmin de 8.1 gibi bir puanla en iyi 81. film olmasında da Nazizm düşüncesine sahip insanların rol oynadığını düşünüyorum. Bir zamanlar, bir internet sitesinde Tosun Paşa'yı (Kartal Tibet, 1976) imdb top250 listesine sokalım gibi bir kampanya başlatılmıştı. Birkaç günlüğüne soktular da sanırım. Böyle şeylerin ancak bizim gibi aşağılık kompleksi olan toplumlarda olabileceğini düşünmüştüm. Şimdi senden özür diliyorum sevgili halkım.

01 Temmuz 2009

Ade due damballa!

İtiraf edeyim ki annemi en çok etkileyen korku filmi olan Chucky serisini izlememiştim. Bu beş filmi zevkle izledim. Chucky alaycı tavırlarıyla en sempatik seri katillerden birisi bence. Her seride olduğu gibi arada sırada saçmalamalar olmasına rağmen, mizahi bir tutumla korku filmi dünyasını başarılı bir şekilde oluşturuyor. Bela getiren obje teması korku filmlerinde sıkça kullanılır zaten, burada da hepimizin bildiği gibi benim diyen arıza insana kök söktürecek bir oyuncak bebek işe girişiyor. Kesiyor, biçiyor her fimin sonunda da layığını buluyor; ancak bir sonraki filmde bakıyoruz kaldığı yerden icraatlarına devam ediyor. Chucky aynı zamanda 80li yıllar için de bir ikon, hatta serinin son filmlerinin birinde kendisiyle, 80li yıllarla ve bıçaklama olayıyla dalga bile geçebiliyor. Bıçaklama olayının 80li yıllara ait bir tutum olduğu ve demode olduğu falan ima ediliyor. 2009 yılı için bir yeniden çevrim projesi var. Nasıl olacak merak ediyorum. Seri her ne kadar çocuklar tarafından sevilse de bence çocuklara uygun değil. Şiddet sahneleri kaldırılacak türden değil. Varsa eğer, izlemeyen kalmasın derim.